İstanbul’da açılan ilk kahvehane için Gelibolulu Mustafa Ali 1553, Peçuylu (Peşevî) 1554 tarihlerini vermektedirler. Araştırmacılar tarafından kesin bir tarih üzerinde anlaşılmış olmasa da İstanbul’da ilk Kahvehanelerin 1550’li yılların başında açıldığı genel kabul olarak benimsenmiş ve kahvehane literatürü bu bilgiye göre şekillenmiştir.
İstanbul’un şairlerinden yazarlarına ve akademisyenlerine kadar birçok meşhur simaların müdavimi olduğu kıraathaneler, yakın tarihimizin mühim bir safhasını işgal eder. Sözlü kültürün hâkim olduğu toplumlarda, bir araya gelme ihtiyacı doğu toplumlarında “kıraathane” üzerinden teşekkül etmiştir. Zaten “kıraat”ten “sohbet” merkezli bir mekân tasavvurunu geliştirmek işten bile değildir. Kelimenin etimolojisi dahi, bizlere yapının fonksiyonu hakkında fikir vermektedir.
Kıraathaneler, sözlü kültürün bir tezahürüdür
“Kahvehane” kurumuna ad veren ve kaynaklık eden “kahve” bitkisi, kök boyasıgillerden, sıcak ülkelerde yetişen ve yirmi kadar türü bulunan, beyaz ve hoş kokulu çiçekli, yedi metre kadar boylanabilen bir ağaç türüdür. “Kahve” kelimesi Türkçeden, Avrupa dillerine de geçmiştir.
“Kıraathane” kelimesi için ise sözlüklerde “İçinde gazete, mecmua bulunan büyük kahvehane” ve “Müşterilerin okumaları için gazete ve dergi bulundurulan, zaman zaman edebiyatçıların kendi aralarında tartışıp konuştukları iyi döşenmiş büyük kahvehane” gibi anlamlar verilmiştir.
İlk örneğinin görülmesinden sonra, 45 yıl içinde sayıları 600’e yükselen Kahvehanelerin en yaygın türü, “mahalle Kahvehaneleri” olmuştur. “Mahalle Kahvehaneleri”, adeta mahallenin yönetildiği karar, merkezî bir işlev görmüştür. Mahalledeki gündelik hayatın çözüm bekleyen sorunları, mahalle kahvehanesinde görüşülmüştür. Mahallenin kamuoyunu oluşturması sebebiyle, kahvehaneler toplumsallaşma/sosyalleşme açısından önemli katkı yapmıştır.
Toplumsallaşmadaki kısıtlamaları aşma ortamı olan kahvehaneler, aynı zamanda toplumun dünya görüşünün nesilden nesile aktarıldığı mekânlar olmuştur. İstanbul’da zamanla mahalle Kahveleri yeterli görülmemiş, çeşitli meslek ve sanat tabakalarının Kahvehaneleri de oluşmuştur. “Esnaf Kahvehaneleri”, “Yeniçeri Kahvehaneleri”, “Tulumbacı Kahvehaneleri”, “Âşık Kahvehaneleri”, “Semai Kahvehaneleri” ve “Meddah Kahvehaneleri” başlıca kahvehane türleri olarak benimsenmiş; hatta birbirlerinin kültürel mirasına da sahip çıkabilmişlerdir. Bu anlamda “Tulumbacı Kahvehaneleri”, “Yeniçeri Kahvehanelerinin”; “Semai Kahvehaneleri” de “Âşık Kahvehanelerinin” kültürel mirasçısı olarak değerlendirilmektedir.
Sözlü kültürün hâkim olduğu geleneksel toplumlarda, bilgi ve kültür sohbetle üretilmiştir. Aslında sözlü kültürün ördüğü sohbet ortamları, yazılı kültürden büsbütün kopuk değildir. Şifahî kültür, yine el yazısı kültüründen beslenmektedir. Geniş coğrafyalara etki edecek sayıda kopyaları bulunmasa da yazma kitaplar, matbaanın bulunmasından önceki Avrupa’da olduğu gibi sözlü kültüre kaynaklık etmiştir. Yazma kitapların hazırlanması, uzun süre aldığı için bu kitaplar daima pahalı olmuş ve evlerde kısıtlı şekilde bulundurulabilmiştir.
Aralarında Mevlana’nın “Mesnevi”si, Yunus Emre “Divan”ı, Fuzuli “Divan”ı, Taberi “Tarih”i gibi edebiyat, tarih ve din konulu kitaplar, önce cami ve tekkelerde daha sonra da kahvehanelerde okunmuş ve çoğunluğu okur-yazar olmayan topluluklar tarafından dinlenmiştir.
Matbaanın bulunuşu ve baskı kültürünün geliştirilmesine kadar, Avrupa’da da sözlü kültürün hâkimiyeti vardır. Okuma-yazma bilmek, belirli bir döneme kadar aristokrasinin ve kilisenin imtiyazı hâlindedir. Hâl böyle olunca, okuma-yazma bilmek güç odaklarını kontrol edebilmek ve söz sahibi olabilmek için en önemli araç hâline gelmiştir. Aristokrasinin devlet yazışmalarını yürütmek için, kilisenin de hem bu iş için hem de İncil çoğaltmak için görevli kâtipleri vardır.
Matbaanın ortaya çıkışı ve yayılışı hem yazılı kültürü, hem de bu iki sınıfın dışındaki toplumsal tabakaları geliştirmiştir. Matbaanın 15. yüzyılın son çeyreğinden itibaren pek çok Avrupa şehrinde kullanılmaya başlandığı ve Avrupa’da ilk günlük gazetenin 1660 yılında Almanya’da çıkmaya başladığı bilinmektedir. Türkiye’de ise İbrahim Müteferrika matbaası ilk kitabı 1729’da basmış, matbaanın açılışından kapanışına kadar geçen 64 yıl içinde, toplam 18 yıl faaliyet gösterilmiş ve 24 adet kitap basılmıştır. Basılan bu kitaplar, uzun yıllar bitirilememiştir. Türkiye’de gazetecilik de matbaa gibi devlet eliyle ortaya çıkmış, gelişmesi de ağır olmuştur. Bunda sözlü kültürün çok önemli bir etkisi vardır. İnsanların sohbet alışkanlığı ve sohbetin verdiği hazzın, yazılı bir metinden elde edilemeyişi, gelişmenin yavaş seyretmesine sebebiyet vermiştir.
Mahalle Kahvesini sonraki dönemlerde “esnaf”, “yeniçeri”, “tulumbacı”, “âşık”, “semai” ve “meddah” Kahvehaneleri takip etmiştir.
Mahalle Kahvelerinin kökleri, yine ana mekânlardan olan cami ile irtibatlıdır. İlk mahalle Kahveleri, camilerde namaz vaktini bekleyenlerin oturmaları için ayrılan mekânların geçirdiği dönüşümlerle ortaya çıkmıştır.
Mahalle Kahveleri geliştikçe, sivil mekân olan ev ve dinî mekân olan caminin yanına eklemlenmiş ve yüzyıllar boyunca mahallenin vazgeçilmez bir parçası olarak algılanmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur” cümlesiyle bağlantılı olarak anlaşılabilir. Mahalle Kahvesi, bütün mahallelinin sorunlarının dillendirildiği, ortak zemin olma özelliğini son dönemlere kadar sürdürebilmiştir.
Bu mekânlarda kitap da sözlü kültürün içine dâhil edilmiştir. Tek başına oturup kitap okumanın dar bir insan tabakası dışında rağbet görmediği, Osmanlı toplumunda belirli kitapların halkın toplandığı mekânlarda yüksek sesle okunması yüzyıllarca süren bir gelenek olmuştur.
“Esnaf Kahvehaneleri”, 16. yüzyılın sonlarından itibaren “Mahalle Kahvehanelerinin” gelişmesi ve çoğalmasına paralel olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı dönemi toplumsal hayatının ve devlet organizasyonun içinde var olan belirli dinamikler mekânsal kültürler oluşturabilmiştir. Eski İstanbul’un başlıca ticaret sahaları, Haliç kıyıları ile Beyazıt-Aksaray gibi çarşı ve hanların yoğun şekilde bulundukları bölgelerdir.
“Yeniçeri Kahvehaneleri”, 17. yüzyılın ortalarında kurulmaya başlanmıştır. Bu kahvehaneler aynı zamanda 19. yüzyılda örneklerini gördüğümüz “Tulumbacı Kahvehaneleri”nin kökleridir. Yeniçeri Ocağı’nın geleneksel yapısının 17. yüzyılın ortalarında yaşadığı değişim, yeniçerilerin İstanbul şehir hayatında daha aktif ve görünür hâle gelmesine sebep olmuştur. Bu dönemden sonra artık yeniçeriler evlenip aile sahibi olmuş ve ticarî hayata katılmaya başlamıştır. “Yeniçeri Kahvehaneleri”, İstanbul’un özellikle kıyı bölgelerinde ve Boğaziçi yerleşim alanlarında faaliyet göstermiştir.
Daha sonra “Yeniçeri Kahvehaneleri” söylenti ve dedikodunun merkezi hâline gelmiştir. Günlük siyasetin, yönetimle ilgili sorunların konuşulduğu sohbetlerin mekânı olarak “Yeniçeri Kahvehaneleri”, dönemin kamuoyu oluşturma merkezleri konumundadır. Bu sohbet ve tartışmalara “devlet sohbeti” denilmiştir. Siyaset, sadece “Yeniçeri Kahvehanelerinde” konuşulmamaktadır fakat yeniçerilerin silahlı bir güç olması, bu Kahvehaneleri kışkırtmalara en açık mekân durumuna getirmiştir.
“Tulumbacı Kahvehaneleri”, tarihsel olarak “Yeniçeri Kahvehanelerinin” devamı sayılmaktadır. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı ve buna bağlı olarak “Yeniçeri Kahvehaneleri” ortadan kaldırılınca, yeniçerilerin kahvehanelerde ürettiği sözlü kültür geleneğini “tulumbacı teşkilatı” devralmış ve bu birikimi II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaşatmıştır. Tulumbacılık aslen bir yeniçeri mesleğidir, Acemi Ocağı’na bağlı bir örgüt iken 1826 yılında dağıtılmış ve yerine mahalle tulumbacılığı organize edilmiştir.
Başlangıçta yeniçeri ocağı gibi, bekârların alındığı ve mensuplarının şehrin belli noktalarındaki bekâr odalarında kalmak zorunda olduğu tulumbacı örgütü, mahallelere bölünmüş ve her mahallede “Tulumbacı Kahvehanelerinin” kuruluşu bu değişimden sonra gerçekleşmiştir. Sultan Abdülaziz döneminden itibaren en parlak çağlarını yaşayan “Tulumbacı Kahvehaneleri”, “Yeniçeri kahvehanesindeki” asker-esnaf tipolojisinden farklı olarak külhanbeyi-kabadayı insan tipiyle şöhret kazanmıştır. İstanbul’un en bilinen “Tulumbacı Kahvehaneleri” arasında, Beyazıt’ta “Köşklülerin kahvehanesi”, Unkapanı’nda “Arabacı kahvehanesi”, Divanyolu’nda “Efenin Kahvesi”, Çukurçeşme’de “Taşhan kahvehanesi”, Defterdar’daki “Kahya İsmail’in kahvehanesi” sayılmaktadır.
Tanzimat’tan sonra yaşanan modernleşme hareketlerinin zemininde, toplumsal hayata katılan gazete ve dergiler ile yine aynı zeminde ortaya çıkan ve çoğalan yeni memur-bürokrat, okur-yazar insan tabakası Kahvehanelerin de atmosferini değiştirdi.
Beyazıt, Kahvehanelerin en yoğun olduğu muhitti. Bunların başında “Sarafim Kıraathanesi” gelir. “Sarafim Kıraathanesi”, 1857 yılında kurulmuştur. Fakat Kemalettin Kuzucu’nun tespit ettiği üzere Sarafim Efendi’nin Hazine-i Evrak’a verdiği bir ilanda kahvehanenin kuruluşunun 1856 Eylül-1857 tarih aralığında olabileceği görülmektedir. Beyazıt’ın Okçularbaşı caddesi üzerinde olduğu için “Okçularbaşı Kahvesi” ve dikdörtgen bir alana sahip olduğu için de “Uzunkahve” olarak anılmıştır. Fakat daha sonraki yıllarda sahibi Ermeni asıllı Sarafim Efendi’nin adı kahveyle özdeşleşmiş, kapanana kadar bu isimle anılmıştır. “Sarafim Kıraathanesi”, “Kıraathane” olarak anılan ilk mekândır. Bunun sebebi gazete ve dergilerin bulundurulduğu ve arşiv için saklandığı ilk kahvehane olmasıdır. “Sarafim Kıraathanesi”, gazete ve dergi bulunduran bir kahvehane olarak yola çıkmış, zamanla sağladığı bu imkândan dolayı okuma evi-kıraathane olarak anılmaya başlamıştır.
En çok bilinenlerden birisi de “Küllük Kıraathanesi”dir. “Küllük Kıraathanesi’nin” ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmemektedir. Küllük, nüfusu 1960’lara kadar 1 milyonun üzerine pek çıkmayan Eski İstanbul’un en merkezi noktalarından biri olan Beyazıt Meydanı’ndadır. İstanbul’da 1955’ten sonra başlayan yol ve meydan düzenleme çalışmaları sırasında ortadan kaldırılmıştır. Galip Erdem’in 6-7 Eylül olayları ve o günlerden bahsettiği bir yazısındaki “Geç vakit, meşhur Küllük’e uğradım.” cümlesinden 1955 sonbaharında açık bulunduğu anlaşılmaktadır. Küllük Kıraathanesi’nin yeri Beyazıt Camisi’nin Marmara Denizi’ne ve Aksaray’a bakan köşesindedir.
Marmara Kıraathanesi ise Mehmed Niyazi’den aldığımız bilgiye göre 1958 yılında açılmış, 1984’te kapanmıştır. “Marmara Kıraathanesi”nin yerinde bugün “Özdemir Marmara Çarşısı” adını taşıyan ve yarısı tekstil mağazaları yarısı da ikinci el kitap dükkânlarından oluşan bir bina bulunmaktadır. “Küllük Kahvesi”nin müdavimlerini devralan en önemli mekânlardan biridir. Aralarında gazetecilerin, akademisyenlerin, yazarların bulunduğu, “Küllük”te uzun yıllar sohbet halkalarına dâhil olmuş pek çok kişi “Küllük”ten sonra orada buluşmaya başlamıştır.
Yine “Acemin Kahvesi”, Beyazıt’tan Laleli’ye doğru inen cadde üzerindedir. Kahve müdavimleri tarafından “Laleli Kahvesi” ve “Merkez Kıraathanesi” gibi isimlerle de anılmıştır. “Acemin Kahvesi”, “Küllük Kıraathanesi”nin ortadan kalkmasından sonra onun müdavimlerini paylaşan en bilinen mekânlardan biridir.
Beyoğlu, Türk kültür dünyasında “bohem hayatı” temsil eder.
Attila İlhan, Sait Faik’ten sonraki nesilde Beyoğlu kahvehane ve pastanelerinde bohem hayatının en belirgin simalarından biri olmuştur. Edebiyatçıların Beyoğlu anılarında ilk akla gelen ve bohem hayatı ile özdeşleştirilen isim ona aittir. Sadun Tanju bunlardan biridir: “Attila o yıllar Paris’ten yeni gelmiş, St. Michel üstündeki kahvelerde kurduğu yaşamını Beyoğlu’nda da sürdürmeye özen gösteriyor. Böylece Dupont Kahvesindeymiş, Cafe Lutece’deymiş gibi kendi bohemini yaşıyor.”
Beyoğlu bileşimini oluşturan dinamikleri ise Behzat Üsdiken şöyle yorumlamaktadır:
“İstiklal Caddesi ile arka sokakları, birbirinden ayrılamayacak bir bütündür. Bu bütünlük Beyoğlu’dur. Nitekim Beyoğlu denilince İstiklal Caddesi ve arka sokakları İstiklal Caddesi denilince de Beyoğlu akla gelir. Bu bakımdan hem İstiklal Caddesi, hem de Beyoğlu, bir cadde ile sokaklar bileşimidir; bir semttir ama aynı zamanda bir ‘kavram’dır. Güzeli de çirkini de içinde barındırır. Cadde ve çevresi, fuhuşuyla, serseri yuvalarıyla, genç kadınların yalnız gezmekten çekindikleri arka sokaklarıyla ama buna karşılık tiyatro, sinema, kitabevi ya da kitap sergileriyle, sanat galerileriyle, sayıları az da olsa pek pahalı olmayan lokantalarıyla karma bir karakter taşır.”
Son 20 yılda Beyoğlu’nun yaşadığı değişimde önemli bir örnek daha önce meyhanelerin bulunduğu Krepen Pasajı’nın 1981 yılında yıkılmasından sonra, aynı yerde inşa edilen Aslıhan Pasajı; çok sayıda ikinci el kitap dükkânının bulunduğu, “Beyoğlu Sahaflar Çarşısı” olarak da bilinen, bir kültür ortamıdır. İstiklal Caddesi üzerinde ve caddeyi kesen sokaklarda çok sayıda kitapçı ve sahaf dükkânı bulunmaktadır. 2011 yılı itibarıyla Ötüken, Can, Metis, Yapı Kredi, İş Bankası gibi yayınevlerinin yönetim merkezleri Beyoğlu çevresindedir. Fitaş, Atlas, Lale, Beyoğlu, Pera ve Sinepop gibi sinemalar, Muammer Karaca Tiyatrosu, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Atatürk Kitaplığı gibi kurumlarıyla Beyoğlu İstiklal Caddesi etrafında bir kültür ve eğlence merkezi olmayı sürdürmektedir. Beyoğlu’nun büyük sarsıntılara rağmen bugünkü görünümüne kavuşmasında 1950 sonrası büyüyen şehrin yeni merkezlerine yakınlığı, tarihten bugüne Türkiye coğrafyasına taşıdığı Batılı kültürün gücü önemli etkenler olarak görülebilir.