Anadolu’dan yükselen içli bir türkü: Kuşlar Kıraathanesi

"Taşranın mahalle kahveleri. Tavşan kanı çayların birbiri ardına gidip geldiği, herkesin az çok birbirini tanıdığı; kıvançta, tasada bir olan insanların mekânı olan yerler. Yazarımız böyle yerlerin müdavimi." Enes Akçay yazdı.

Anadolu’dan yükselen içli bir türkü: Kuşlar Kıraathanesi

Samet Çıldan’ın Kuşlar Kıraathanesi adlı hikâye kitabı elimde bir süredir. Ötüken Neşriyat’tan çıkmış kitap. Kapakta yayınevinin logosu ile birlikte bir de ‘’Söğüt Kitaplığı’’ şeklinde bir ifade var. Ötüken bir süredir Söğüt adlı bir dergi çıkarıyor. Bir “Türk Edebiyatı dergisi” Söğüt. Popüler yayınevlerinin Türkçe edebiyat deyip durmalarına karşın meydan okuyarak kapağına tam olarak böyle yazmış yayınevi. Son sayısında Türk dilinin huzurunda diz çökerek Müslüman* olduğu Yunus Emre Hazretleri’ni dosya konusu yapmış dergi. Takip ettiğim kadarıyla Türkçenin koca çınarları kadar taze fidanları da kendine yer buluyordu dergide. Samet Çıldan da bunlardan biri ve görünen o ki Ötüken, bu genç yazarların öykülerini kitaplaştırmaya başlamış. Söğüt Kitaplığı’nın ilk kitabı Samet Çıldan’a ait, devamını heyecanla bekliyorum.

Peki, ne anlatıyor Samet Çıldan? 119 sayfalık kitap 17 bağımsız hikâyeden oluşuyor. Hikâyeler birbirinden bağımsız fakat kimi hikâyelerde ortak karakterler de var. Şöyle ki kitabı okurken üniversiteyi yeni bitirmiş, muhtemelen mezun olduğu bölüm ile ilgili bir işe yerleşememiş bir Anadolu delikanlısının yaşadığı yahut öğrenim gördüğü taşradaki anılarını hikâyeleştirdiği hissine kapılıyorsunuz. Dersten, işten güçten vakit buldukça kıraathanelere çay içmeye giden, yol üzerindeki esnaflar ile hemhâl olan, “mahallenin en güzel ağabeyleri” ile bir şekilde tanışma, sohbet etme imkânı bulmuş bir delikanlı var karşımızda.

Taşranın mahalle kahveleri. Tavşan kanı çayların birbiri ardına gidip geldiği, herkesin az çok birbirini tanıdığı; kıvançta, tasada bir olan insanların mekânı olan yerler. Yazarımız böyle yerlerin müdavimi. Plazalar değil işhanları, coffee shoplar değil çay ocakları. “O çay ocaklarında, hanlarda neler konuşuluyor, memleket oralardan nasıl görünüyor?” sorularının cevabı var hikâyelerde. Meclisteki yumruklu kavgalar o kahvelerde de yaşanıyor mu, bilmem ne maksatla yükseltilen gerilime vatandaş ne diyor? Hâli, memleketin hâli gibi olanların hikâyeleri var kitapta. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu, “Hep şehit olunca hatırlanan daha sonra da unutulan Anadolu insanının devletin kapısında adam muamelesi görmesini istiyorum” şeklinde bir cümle kurmuştu, Anadolu’nun küçük bir kasabasında, belki bir traktör kasasında yaptığı konuşmalarından birinde. Samet Çıldan taşrada geçen hikâyelerin içine öyle güzel yerleştirmiş ki o güzel şehitlerin isimlerini. Daha sonra da unutulmasın diye ünleyen Muhsin Yazıcıoğlu’nun vasiyetini elinden geldiğince yerine getirmeye çalışıyor. “Sıvasız evlerin kahraman çocukları şiir olmalı, türkü olmalı, öykü olmalı, film olmalı, destan olmalı. Bu borç hepimizin” diyerek bir borç yüklemişti eli kalem tutanların omzuna Süleyman Çobanoğlu. Samet Çıldan’ın hikâyelerini biraz da bu borcun ödenme gayreti olarak okudum. Borç demişken şöyle bir cümlesi var yazarın; “Bu memleketin eli kalem tutanları, bu vatan evlatlarına çok şey borçlu; bunu yine anlıyorum.” Bu cümleler kitabın son hikâyesi olan Ayşegül’e Mektuplar’da geçiyor. Ayşegül’e Mektuplar; askerlik görevini yerine getiren bir askerin sevdiğine yazdığı mektuplardan oluşuyor.

Sosyal medyada kısa bir araştırma yaptığımda yazarın yaşıtlarının aksine bedelli değil de hakiki bir askerlik yaptığını görüyorum fotoğraflarında. Yazar bu tecrübeden de bir hikâye çıkarmayı başarmış. Eli kalem tutan biri olarak borcunu ödemeye gayret ediyor.  Asker gazinosundaki turuncu masanın üzerine sevdiğinin ismini yazıyor, devlet malına zarar vermiş olmanın pişmanlığı da içinde bunu yazarken. Asker ocağından Ayşegül’üne mektup yazıyor. Aklıma Enver Paşa’nın Türkistan Dağları’nda kara bir ağaca çakıyla sevdiği Naciye Sultan’ın ismini kazıması geliyor hemen ve ona yazdığı mektuplar.  Fıtrat değişmiyor görünen o ki. Enver Paşa, “Vatan çağırıyor” diyerek soluğu nasıl Türkistan’da aldı ise bugün de okudukları üniversitelere, belki yüksek lisanslarına rağmen devletin çağırdığı ocağa tereddütsüz gidenler ve oradan mektup yazanlar var hala. Ayşegül’e Mektuplar başlıklı hikâyeyi okurken aklıma Mustafa Kutlu’nun Hayat Güzeldir adlı kitabındaki Nöbetçi Âşık adlı hikâye geldi. Orada nişanlısının fotoğrafına bakarken nöbet tutan bir askerin hikâyesi anlatılıyordu. Her ne kadar profesyonel ordu, bedelli askerlik gibi yeni uygulamalar ortaya çıksa da askerlik geleneğinin sembolik de olsa yaşatılması taraftarıyım ben. Her Türk gencininin üniforma giymesini savunsam da bu idarenin alacağı bir karar olabilir ancak. Bununla birlikte askerlik geleneğinin yaşatılması biraz da dil ve edebiyat ile mümkün. Ve yazar hikâyeleri ile buna katkı sağlıyor.

Kitapta dikkat çeken bir diğer durum ise yazarın sosyal meselelerimize ilişkin tespit ve tahlilleri. Tan eyleyen, hor gören, küçümseyen, beğenmeyen bir dini telakki bir süredir şikâyet edilen bir durum olarak dikkat çekiyor. Hâlbuki hem İslam’ın dini esasları hem de kültürümüz böyle bir tavrı hoş görmez. “Zahid bizi tan eyleme” diyen “harabat ehlini hor görmemeyi” tavsiye eden bir dini geleneğimiz var. Yazar kimi hikâyelerinde bu duruma dikkat çekiyor. Mapeza Fikret adlı hikâyenin kahramanı olan Mapeza Fikret ailesini kaybetmiş, düzeni bozulmuş ve nihayetinde içkiye müptela olmuş bir adam. Mahallenin bir kısmı Fikret’i hor görüp dışlarken Hasan isimli fırıncının ona kalacak yer, yiyecek yemek vermesi ve Fikret’in vefatı ile mahalleliye bir ders vermesi hikâye edilmiş bu metinde. Kıssadan hisse tadında bir modern zaman hikâyesi.

Samet Çıldan genç bir hikâyeci. Onu okurken ister istemez usta hikâyeciler ve elbette temas ettikleri benzer hususlar akla geliyor. “Bu memleketin sarhoşu bile Yasin’i ezberden okur. Ne sandınız ya. Adam içiyor diye adamlıktan çıkmadı ya. Kötü bir alışkanlık. Haram ama tövbe kapısı açık.” diyordu Mustafa Kutlu, Tirende Bir Keman adlı kitabında. Samet Çıldan da benzer bir hassasiyeti ve hoşgörüyü anlatıyor hikâyesinde.

Mustafa Kutlu’yu çok andım ama Samet Çıldan’ı okurken hatrıma gelen bir başka isim ise Ömer Seyfettin. Ömer Seyfettin Gönenli. Samet Çıldan ise Bandırmalı. Hemşehri iki yazar var karşımızda. Ve elbette benzer birçok yön. Nasıl ki Neşet Ertaş, Yunus Emre’den ilhamla söyledi ne söylediyse, Samet Çıldan da Ömer Seyfettin’in yüz yıl önce dilimize, edebiyatımıza kazandırdığı hassasiyetleri bugün devam ettiriyor. “Seccadesini ihtimamla kıbleye doğru serdi. İlk tekbirde dünyayı, içindekileri ve dahi öte dünyayı geriye attı. Yine kuvvetli bir ihtimal ki yalnız ve yalnız Rıza-yı İlahi’yi murad etti.” Kitabın ilk sayfasında karşıma çıkan satırlar bana Ömer Seyfettin’in İlk Namaz’ını hatırlattı. Ömer Seyfettin’in eserlerinde sıkça karşımıza çıkan milli ve dini hassasiyetleri Samet Çıldan’ın da önemsediğini söylemeye gerek yok sanırım. Bir ayağı Anadolu taşrasına basıyor yazarın, diğer ayağı ile Kırım’a, Türkistan’a, Çin Seddi’ne uzanıyor ve mazlumun sesini duyuruyor elinden geldiğince.

Enes Akçay

YORUM EKLE
YORUMLAR
Yaşar Kutlu
Yaşar Kutlu - 2 yıl Önce

Sametciğim tebrik ediyorum, kutluyorum nefis bir dil kullanmışım, bir ara oturup konuşalım özledim seni