Rahmân’ın kadın kulları... Acaba onların dilleri de terennüm etmiş miydi; Hz. İbrahim’in yüreğinden sökülüp gelen ve dilinden dökülürken “Bana sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı nasip eyle!” sözleriyle ete kemiğe bürünen niyazını. Acaba onların da hayallerini süslemiş miydi, bedenleri toprağa karışıp un ufak olsa da yeryüzünde bıraktıkları iz üzerinden yol gösterici olmaya devam etme arzusu… Neydi onları hâlâ anılır kılan; evirip çevirme ve silip süpürme konusunda pek mahir olan zamanın dahi birçoğunun üzerinden sadece asırlar değil binlerce yıl geçmiş olmasına rağmen adlarını unutturamadığı, hatıralarını hafızalardan kazıyamadığı bu hatun kişilerin neydi kendi zamanlarında yaşayan ve bugün ne adları ne sanları hatırlanan diğer insanlardan farklılıkları?
Kadın denilince genellikle zihinlerde ilk canlanan ve kadının kişiliğinden çok cinsiyeti ile tanımlanmasına vesile olan güzellik/leri miydi onların adlarını dillerden dillere, sevgilerini gönüllerden gönüllere aktarılır kılan… Ya da “açmadığı kapı yok” zannedilen zenginlik/leri miydi onları bu kabili kıyas mutluluğa ulaştıran… Yoksa kimilerinin kendisini dev aynasında görmesine ve kibir libası içinde anbean eriyip giderken bile “küçük dağları ben yarattım” edasıyla yeryüzünde çalım sata sata dolaşmasına sebebiyet veren makam-mevki/iktidar sahibi olmaları mıydı onları ayrıcalıklı kılan!
Rahmân’ın Kadın Kulları’nı okuyunca insanı unutulmaz kılan ama bunun da ötesinde hayırla yâd edilmesine vesile olan gerçek meziyetlerle karşılaşıyorsunuz. Ne zenginlik ne güzellik ne şan şöhret ne makam mevki ne güçlü bir kavme mensubiyet… Hepsi ama hepsi bir anda, fazlaca şişirilmiş ve şişirilmeye devam edilmekte olan bir balonun hazin sonuna mahkûm oluveriyor. Sel gider kum kalır misali geçici olan, janjanlı ambalajına, abartılı şatafatına rağmen tenzil-i rütbe ile hak ettiği mevkide yerini alıveriyor.
İlk sırayı Hz. Havva alıyor
Fatma Bayraktar Karahan’ın kitabında yer verdiği şahsiyetlere baktığımız zaman yaşadıkları zaman açısından üç kategoriye ayırmamız mümkün. Kur’an’ın kendilerinden bazen isimleriyle bazen de hiçbir şekilde isimlerini zikretmeksizin hayatlarından bir kesite atıfla bahsettiği ve Peygamber Efendimizden asırlar önce yaşamış olan hanımlar ilk gurubu oluşturuyor. En geniş kısmı oluşturan ikinci gurupta ise “En hayırlı anne” şerhiyle Efendimizin dünyaya gelme vesilesi olan Âmine ile birlikte onun doğumundan vefat anına kadar yanında yöresinde yer almış ve her biri ayrı bir fazilet timsali olan kadınlar yer alıyor. En kısa olan son bölümü ise gerek mekân gerekse zaman açısından ona çok yakın olmasına rağmen onu görme bahtiyarlığına erişemeyip sahabe olma payesini kaçıran ama aslolanın ne sahabeyi ne Allah Rasülü’nü görmek değil aslolanın Allah Rasülü’nün yolunda olabilmek ve onun getirdiği ilkelere sımsıkı sarılabilmek olduğunu öğreten tabiinden hanımlar oluşturuyor.
Yazar, onlarca hanımdan bahsettiği kitabında tabi ki her birinin hayatını baştan sona bütün teferruatıyla ele almıyor. Yeryüzüne düşen hiçbir kar tanesinin birbirine benzememesi misali hiçbir hayatın bir diğerine tam olarak benzemediği ve yokluk âleminden varlık âlemine zuhuruyla yeryüzünde bir renk, bir desen, bir çeşni olacak özellikte ve güzellikte, dünyaya ve insanlığa katkıda bulunacak farklılıkta ve donanımda yaratılan insanoğlundan hanım kullara ait nevi şahsına münhasır denilebilecek nitelikte pencereler açıyor. O pencereden gördüklerimizin kimi zaman kendi hayatımıza ait film kareleriyle benzerlikleri dikkat çekiyor, bu bazen yaşanan bir olay, bazen hissedilen bir duygu, bazen işitilen bir söz, bazen maruz kalınan bir muamele, bazen aşılan bir zorluk, bazen geçilen bir imtihan, bazen mahkûm olunan bir mahrumiyet, bazen nail olunan bir nimet, bazen alınan bir müjde, bazen duyulan bir sevinç, bazen de bir başka şey oluyor.
İnsanlığın anası konumunda olması hasebiyle ilk sırayı Hz. Havva alıyor, Rahmân’ın Kadın Kulları’nda. Havva’nın hakkıyla anlaşılması için ona hangi gelenek üzerinden baktığımızın önem kazandığına farklı geleneklerdeki Havva algısına kıyasla vurgu yapan yazar; Hz. Havva’nın hayatıyla bize peşinden koşulması gerekenin kusursuzluk değil kusur ve hatadan vazgeçebilmek olduğunu öğretirken kendi zamanından bu çağlara yankılanarak gelen sesinin ise yanlıştan dönerek tövbe edebilmenin, kul ve insan olabilme mesuliyetini yüklenebilmenin gerekliliğini dillendirmeye devam ettiğini ifade ediyor.
Sırada Hz. Sare ve Hz. Hacer vardır. Sare çocuk özlemi çeken annelerin sesi olur; Hacer, teslimiyet algımızı yeniden inşa eder. Hacer’de teslimiyet, yelkenleri suya indirmeye karşılık gelmez, bilakis yeniden şahlanmaya, daha bir azim ve kararlılıkla yol almaya denk gelir. Ondan öğreniriz ki aslolan bulmak değil, aramaktır. Onun arayışı, Allah katında o kadar muteber bir çaba olur ki o çaba her yıl milyonların ifa ettiği farz bir ibadetin terk edilemez bir rüknü hâline gelir. Züleyha bize hayatıyla, tutkuya dönüşen sevginin nasıl çirkinleştiğini ve asıl özgürlüğün aklı, içgüdülere hâkim kılmakla elde edilebileceğini öğretir.
Hz. Musa’nın annesi ve Hz. Asiye
Bazı kaynaklarda kendisinden Yokebed diye bahsedilen Hz. Musa’nın annesi ise evladının hayatı üzerinden sınanan bir annenin iç yangınına tanıklık etmemizi sağlar. Firavunun karısı Asiye, kulaklarımıza, kötünün yakını olmanın kişiyi kötü yapmayacağını fısıldar, tıpkı iyinin yakını olmanın kişiyi iyi yapmayacağı gibi. Belkıs, melik/melike olmanın güç ve iktidarı elinde bulundurmanın hikmetle buluşmaya engel olmadığının en güzel örneği gibi durur orada. Meryem, her şeyden önce iffet sembolüdür, ama bunun yanında yaşadığı toplumda erkeğe kutsallık atfedercesine yüklenen değere inat hayatıyla ibadet ve taatte kadın erkek ayırımının söz konusu olamayacağının canlı örnekliğini yapar.
Âmine! Hayatına dair çok bir detay yoktur belki kaynaklarda, ama kısacık hayatında Muhammed (sav) gibi bir evlat layık görülmüşse kendisine, nail olunan bu nimet boşuna değildir elbet. Âmine ile birlikte Peygamber Efendimiz üzerinde annelik hakkı bulunan diğer hanımlardan da bahsedilir; Süveybe, Hz. Halime, Ümmü Eymen Bereke, Fatıma bnt. Esed. Onların Allah Rasülü ile olan ilişkilerinde Peygamber Efendimizin kendilerine göstermiş olduğu ilgi ve ihtimam üzerinden bir sütanneye ya da üzerimizde annelik hakkı bulunanlara nasıl davranılacağının örnekliğini görürüz. Fatıma bnt. Esed, bir yetim ve öksüze kol kanat germenin nasıl olması gerektiğini öğretir bize.
Asr-ı Saadet denilince zannederiz ki o dönemde her şey güllük gülistanlıktı, sıkıntı ve meşakkatten eser yoktu, dünya daha yaşanılası bir yerdi ve hayat her hâliyle onlara güzeldi. Unuturuz çoğu zaman sünnetullahı, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve hiç kimsenin yolculuğunun sınanmadan tamamlanamayacağını. En büyük imtihana maruz kalanlar her zaman Nebiler olmuşlar, onlar içerisinde de Peygamber Efendimiz. Daha sonra ise derecelerine göre Allah’ın sevgili kulları. Rahmân’ın Kadın Kulları’nı okurken çoğu zaman unuttuğumuz bu hakikati bir kez daha idrak ediyorsunuz. Taşımakta zorlandığımız ve belki de yüksündüğümüz kendi yüklerimizin onlarınkine kıyasla küçüklüğü hatırımıza gelince derin bir mahcubiyete bürünüyor ve ister istemez “Benimki de dert miymiş!” diyorsunuz. Nebinin en yakınlarından olmaları sebebiyle imtihanın kallavi olanına duçar olan muhterem annelerimizin ve efendimizin sevgili kızlarının hayat hikâyelerini okurken onların da insanüstü bir varlık olmayıp bizim gibi bir insan olduklarını düşündüğünüzde çoğu zaman gözyaşlarınıza hâkim olamıyorsunuz.
Hz. Hatice’nin İslam dininin tebliği noktasında Peygamber Efendimizin maddi ve manevi en büyük destekçisi olması yanında cefakâr bir anne olarak kızları Rukiyye ile Ümmü Külsûm’ün bozulan nişanları, Rukiyye’nin Habeşistan’a hicreti ve büyük kızı Zeynep’in iman etmeyen kocası sebebiyle duyduğu teessürü hissediyorsunuz. Habeşistan’a hicretinden sonra Mekkelilerin İslam’a girdikleri yanlış haberiyle tekrar Mekke’ye dönen Rukiyye’nin, bu süre zarfında yaşadığı onca meşakkat ve çektiği hasret sonrasında belki de başını göğsüne yaslayarak dertleşme hayali kurduğu sevgili annesinin vefat ettiği haberiyle karşılaşmasının onu ne kadar sarsmış olabileceğini sadece hissetmiyor bizzat yaşıyorsunuz.
İslam’ın kadın öncüleri
Erkek egemen bir toplumda hiçbir surette adı yokken İslam ile birlikte şahsiyeti ve kişiliğiyle muamele görmeye başlayan kadının, kendine duymaya başladığı güvenin, ilim ve bilgiyle güçlenmesinin, iffetiyle ve cömertliğiyle var olmasının müşahhas örneklerini de bulursunuz, Rahmân’ın Kadın Kulları’nda. Havle bnt. Salebe Allah’ın hükmünün peşine düşerek, doğru olana ulaşma gayreti göstererek mücadelenin Allah katında da ne kadar değerli bir eylem olduğunu gösterir bize, eyleminin bir sûreye ad olmasıyla birlikte.
Ümmü Külsûm bnt. Ukbe Mekkelilerin zulmünden kaçarak inandığı dini yaşayabilmek için tek başına hicret etmeyi göze alabilen yürekli bir kadındır. Sümeyye İslam’ın ilk kadın şehididir. Fatıma bnt. Hattab imanının gücü ile Ömer’in karşısında ona meydan okuyabilecek cesaretin sahibi ve Ömer’i Ömer yapan değişimin müsebbibidir. Şifa bnt. Abdullah okuma yazma bilen erkeklerin bile sınırlı sayıda olduğu bir toplumda okuma yazma bilen iki elin parmağını geçmeyecek sayıdaki ender kişilerden biridir. Üstelik hastalıkların tedavisi konusunda bilgi sahibidir. Hz. Hansa, Atîke bnt. Zeyd, Amre bnt. Revaha; bazen maruf bazen sedid bazen leyyin olan, güzel olduğunda kökü sağlam bir ağacın dalları gibi Rabbe ulaştıran ve söyleyenini unutulmaz kılan kelam sahibi kadınlardan sadece birkaç tanesidir. Amre bnt. Mes’ud ecdadımızın da asırları boyu devam ettirdiği vakıf anlayışının ilk banisidir.
Yazar, hayatlarından sadece belli bir kesit sunduğu adı ve hatıraları unutulmayan mümine hanımlardan bahsederken sanki ibadete düşkünlüklerini, cömertliklerini ve dirençlerini en bariz ortak vasıfları olarak çıkarır karşımıza. Bununla iman eden bir kul olarak yaptığımız/yapacağımız ibadetlerle Allah’la olan ilişkimizin, cömertliğimizle insanlarla olan iletişimimizin iyileştirilmesi ve sahibi olduğumuz dirençle de imrenilesi ve izlenilesi bir yaşamın sahibi olmamız istenir gibidir.