Sadeleştirilmiş adıyla “İki Aşk Çiçeği” ilk defa 1904 yılında yayınlanmış. Benim okuduğum baskısı Semerkand 2007 tarihine ait ve tamı tamına 88 sayfadan müteşekkil.
Üçü bir arada!
Arapça kursunda arkadaşımın önünde kırmızı kapaklı, incecik, zarif romanı görünce nasıl baktıysam artık, “ben bitirdim istiyorsan okuyabilirsin Kebire abla” cümlesini işittiğim gibi kitabı incelemeye koyuldum. Ömer Nasuhi Bilmen’in adını okuyunca ilkin niyeyse epey bir şaşırdım. Zira aşklı meşkli bir romanın üzerinde son derece itibar ettiğimiz bir alimin imzasını görmek hiç beklemediğim bir şeydi. Ah bu önyargılar! Niye şimdi aşk ve alim ya da roman ve alim ya da üçü bir araya gelince şaşalatıyor bizi acaba. Sadece ben öyle düşünsem çok normal olmadığımı bildiğimden üzerinde durmayacağım da, eve gelince eşim gördüğünde de aynı tepkiyi verdi: “Aaa Ömer Nasuhi Bilmen roman mı yazmış? Hiç haberimiz yoktu” Belki de anormallik bulaşıcıdır kim bilir.
Kitabın özü
Kitabın girişindeki eser sıralamasına göre bu kitap Ömer Nasuhi Bilmen’in ilk yayınlanan eseri olma özelliğine de sahip ve neredeyse henüz yirmili yaşlarında iken yazmış. Önsözünde yazar, eserin çocukluk hatıralarını içerdiğinden dolayı kendisinde ayrı bir yeri olduğunu ve o yılların izini taşıdığından bahsediyor. Ayrıca bu romanın, başka milletlerin dans ve eğlence salonlarında büyük aşklarını herkese açıklayarak, erkeklere karşı naz ve eda saçan kadınlara değil aksine namusunu masumiyet örtüsü ile koruyan Müslüman, tertemiz bir hanımın edebinden sevdasını gizleyen bir aşıkzedenin, hüzünlü hallerini tasvir etmek için yazdığını ifade ediyor. Bizler de o dönemin aşklarının nasıl olduğuna dair malumat edinmiş oluyoruz bu kitap vesilesiyle. Birbirlerine henüz kavuşamamış sevdalı iki insanın mektupla bile safiyane hislerini dile getirmekten hicab etmeleri ve hatta kalemlerini aşklarına alet etmek istememeleri fikriyatı ne denli rikkatli bir davranıştır Allah’ım!
Böyle olur âlimin romanı!
Kitabı okurken yazar sizi yalnız bırakmıyor. Sürekli bizlere izahatlarıyla kılavuz oluyor. Romanın başkahramanı gibi kendisinin de sekiz on yaşlarında yetim kaldığından bahisle baba sevgisinden ve şefkatinden nasıl mahrum kaldığını anlatıyor. Aslında yazar bir taraftan bize acayip bir hayat dersi veriyor satır aralarında. Yani anlatıp gitmiyor sanki okuduklarımız karşısında aklımıza gelebilecek tüm soruların da cevabını bir bir sıralıyor. Eh yazar âlim olunca demek roman da böyle tezahür ediyor. Uzun ve edebi tasvirleri sevenlerin çok hoşlanacağını söylemiş olalım.
F.Kebire Gündüz Karaaslan mutlu son beklemeyin diyerek yazdı