13 asırlık bir geçmişin serencamı: İslâm ve Batı

"Bu çalışma, Batı’nın İslâm algısının sorunsalları üzerine eğildiği ölçüde, İslâm dünyasındaki Batı tasavvurunun sorunsalları üzerine de eğilmektedir. İslâm ve Batı ilişkilerini savaşlar ve çatışmalar tarihi olarak tek boyutlu biçimde ele almayan bu çalışmada İslâm ve Batı etkileşiminin geçmişten günümüze kadarki serüveni görülebilir." Ömer Avcı derledi.

13 asırlık bir geçmişin serencamı: İslâm ve Batı

Giriş

İslâm ve Batı’nın iç içe geçmiş tarihini ana hatlarıyla açıklama gayreti güden İslâm ve Batı her iki dünyayı ayrı ayrı değil birbirleriyle olan ilişki ve etkileşim içerisinde ele alıp incelemektedir. Kitapta yaklaşık on üç asırlık geçmişi bulunan bu ilişkinin daha net anlaşılabilmesi için “ben” tasavvuru ve “öteki” algısı, zaman ve mekân tasavvuru, sembolik dil, imgeler ve siyasi terminolojiler ile bunların inşa ettiği anlam dünyası üzerinde durulmaktadır. Bu çabalar sonucunda kendimiz ve başkaları hakkında yaptığımız kimlik ve benlik tanımlamalarına da bakılmaktadır.

Doğu Batı’yı, Batı da Doğu’yu “öteki” olarak görse de her iki kültürün tarihsel, coğrafi ortak birçok ortak noktası bulunmaktadır. Birey ve toplumların “ben ve öteki” algısı iki farklı algılama biçimini doğurmuş olsa bile sürekli birbiriyle etkileşim hâlinde olan iki dünyadan birinin tarihini okumak, aslında diğerinin de tarihini okumak anlamına gelir. Dolayısıyla Batı’nın İslâm algısı “öteki” hakkındaki bilinç ve kavrayışını gösterdiği kadar taşıdığı “ben” algısını ve tasavvurunu da yansıtır.

Güncelliğini koruyan İslâm ve Batı ilişkilerindeki sorunlar; dünyanın birçok yerinde siyaset, kültür, diplomasi gibi daha nice alanlarda baş göstermektedir. Meselenin özüne inilirse Doğu ve Batı kavramları, Batı kökenli kavramlardır. Dolayısıyla Batı kökenli kavramlarla İslâm ve Batı ilişkisini ele almaya kalkışmak, meselenin özünün kavranması noktasında problemler oluşturmaktadır. İslâm toplumları kendilerini hiçbir zaman “Doğulu, doğuda” biçiminde tasvir etmemişlerdir. Doğu, Asya’nın küçük bir uzantısı olan Avrupa’nın kendisini “Batı” olarak tanımlamasından sonra ortaya çıkan bir tanımlamadır. Tam da bu nedenden ötürü insanlık tarihinin merkezinde yer alan bir coğrafya, bugün “Ortadoğu” olarak nitelendirilmektedir. Aynı şekilde Japonya’yı “Uzakdoğu” olarak saptayan coğrafi tasnif, ters mantıkla Amerika’yı “Uzakbatı” olarak tanımlamamaktadır.

Bu çalışma, Batı’nın İslâm algısının sorunsalları üzerine eğildiği ölçüde, İslâm dünyasındaki Batı tasavvurunun sorunsalları üzerine de eğilmektedir. İslâm ve Batı ilişkilerini savaşlar ve çatışmalar tarihi olarak tek boyutlu biçimde ele almayan bu çalışmada İslâm ve Batı etkileşiminin geçmişten günümüze kadarki serüveni görülebilir.

İslâm ve Batı kelimeleri kültür, tarih ve medeniyet birikimini ifade etmektedir.

İslâm ve Batı kelimeleri; tarihten dine, kültürden sanata, felsefeden bilime ve siyasete kadar pek çok unsuru ifade etmektedir. Bugün İslâm denince zihinlerde; Kâbe’den camilere, intihar saldırılarından örtülü insanlara değin kavramın kendisiyle doğrudan ilişkili olmayan yığınla imgeler canlanmaktadır. Batı denildiğinde ise teknolojiden gelişmiş şehirlere, kiliseden pop kültürüne kadar birbirinden farklı imajlar gözümüzün önüne gelir. Bu kelimelerin soyut ve indirgemeci yönünü ön plana çıkarmaya çabalamak, gerçeklikten uzaklaşılmasına, aynı zamanda karmaşık, devingen, birbirine bağlı unsurların tam manasıyla anlaşılamamasına neden olmaktadır.

İslâm, İslâm dininin kendisi için kullanılan ve Kuran’da da geçen, “Allah’a teslim olmak yoluyla barış ve huzura kavuşmak” anlamına gelen bir kelimedir. Dini anlamda ise Kuran’ın öğütlediği inanç ve yaşam biçimini karşılamaktadır. Tarihi ve kültürel anlamda ise bu inanç ilkelerinin zaman ve mekân boyutunda farklı biçimlerde ortaya çıkışını ifade etmektedir. İslâm medeniyeti ve kültürü ise yaşam biçimi hâline getirilen iman ve ahlâk ilkelerinin Müslüman aktörler elinde zamana ve mekâna nüfuz etmiş, somutlaşmış hâlidir. İslâm dünya görüşünün maddi ve tarihi kimliğe bürünmüş hâlini belirten İslâm medeniyeti, hem bir inanç sistemini hem de kültür ve medeniyeti ifade etmektedir. Geçmiş zamanlardan itibaren İslâm kelimesi din ve medeniyet olarak iki yapıya vurgu yapmaktadır.

Batı kavramı ise medeniyet ve coğrafyayı dile getirmektedir. “Güneşin battığı yer” anlamında kullanılan “occident” kelimesi, 16.yüzyıldan itibaren kullanılmış olsa da “Batı” kelimesinin modern manası, 18.yüzyıla tekabül etmektedir. “Occident” kelimesiyle “Asya’nın batısı” ifade edilmektedir. Coğrafi anlamının dışında Batı kelimesinin dini bir anlamı da bulunmaktadır. Hristiyanlığın ana yurdu olarak görülen Batı, köken itibarıyla pagan bir geçmişi taşımaktadır. Kudüs’te yani Doğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, Avrupa’da yaygınlık gösterdikten sonra Batı’nın dini olarak görülmeye başlanmıştır. Hâlbuki Ortadoğu kökenli olan Hristiyanlığın Batı’ya hasredilmesiyle Doğu Hristiyanlığı ihmâl edilmektedir. Modern manada Batı kavramı ise Avrupa’da yerleşmiş olan bir kültürden öte belli bir yaşam biçimini, dünya görüşünü, siyasal sistemi, ekonomik düzeni ve kültür formunu ifade etmektedir. Dolayısıyla bugün için İstanbul sokaklarında, Delhi meydanlarında, Tahran caddelerinde, Tokyo metrosunda Batı’yı görmek mümkündür.

İslâm ve Batı kavramları bugün için dini ve kültürel yapısını da kapsamak üzere birbirinden farklı zamansal ve mekânsal veçheleri işaret etmektedir. Bu coğrafyalarda ortaya çıkan kültür ve sanat formları, üretim ve tüketim biçimleri, mimari tarzları, lengüistik gelenekler önemli farklılıklar arz eder. Aynı dini ve kültürel geleneğin oluşturduğu tarihi ve coğrafi farklılıklar, bu medeniyet biçimlerinin iç zenginliğini göstermektedir.

Batı medeniyetinin kökleri için Greko-Roman kültürü ile Yahudi-Hristiyan geleneğine bakmak gerekir. Bilim, felsefe, rasyonel düşünce, mitoloji, siyaset ve daha birçok alanda etkin olan Yunan kültür ve düşüncesi, Batı medeniyetinin Hristiyanlık öncesi dönemini kapsamaktadır. Aynı şekilde Hristiyanlık da Batı medeniyetini dini, felsefi, siyasi ve kültürel alanlarda belirleyen ana kaynaklardan biri olmuştur. Bu doğrultuda pagan Yunan kültürünün merkezi Atina, Hristiyanlığın çıktığı yer Kudüs ve Hristiyanlığın imparatorluk düzeyinde kabul edildiği yer olan Roma, Batı medeniyetinin beslendiği yerler olmuştur.

İslâm medeniyetinin köklerini ise Arap Yarımadası’nda aramak gerekir. Sasani ve Bizans gibi iki baskın gücün ortasında olmasına rağmen ikisinden de uzak mesafede duran bu coğrafya, İslâm medeniyetinin hâkim bir güç altında yeşermemesini sağlamıştır. İslâm medeniyetinin temel kaynakları aynı zamanda İslâm dininin de temel kaynakları olan; Kuran-ı Kerim ve Hz. Peygamber’dir. Bu iki unsur; İslâm medeniyetinin yaşam biçimini, ahlâk düzenini, mimarisini, felsefesini biçimlendirmiştir.

Dini, siyasi ve kültürel anlamda kısa zamanda gelişme ve yaygınlık gösteren İslâm, Hristiyanlık tarafından tehdit olarak görülmüştür.

İbrahimî geleneğin son halkası olduğunu ifade eden İslâm, Yahudilik ve Hristiyanlıkla ortak noktaları olmasına karşın bu iki dine yönelik önemli eleştirilerde bulunmaktaydı. İslâm’ın kısa sürede Hristiyan olan topraklarda yayılması, ona yönelik bir rekabet duygusunun geliştirilmesine neden oldu. Bu rekabet duygusu, zamanla kendisini siyasi tehdit düşüncesine dönüştürdü. İslâm; Kuzey Afrika’dan Afganistan’a, İran’dan Anadolu’ya kadar kısa sürede geniş coğrafyalarda yaygınlık gösterirken aynı zamanda Hristiyanlığın temsili olan Bizans’ın da zayıflamasına neden olmaktaydı. İslâm orduları, topraklarını genişletirken bu coğrafyalarda kültür ve medeniyet faaliyetlerini de geliştirme imkânı bulmuştur. İslâm kültür ve medeniyeti, ilim faaliyetleriyle özellikle X. yüzyıldan sonra Avrupa’da da yaygınlık göstermiştir. Endülüs’te Yahudi ve Hristiyan aileler çocuklarının iyi bir eğitim alması için Müslüman medreselerini ve araştırma merkezlerini tercih emişlerdir. Böylesi bir iklimde gelişme kat eden İslâm medeniyeti, Hristiyan dünya tarafından hem dini hem siyasi hem de kültürel tehdit olarak algılanmıştır.

VIII. ve IX. yüzyıllarda ilk kez İslâm karşıtı teolojik polemikler görülmektedir. Emevi sultanının sarayında görevli olarak çalışan Yuhanna ed-Dımaşki (Johhanes Damascenus), Ortaçağ boyunca devam edecek olan teolojik İslâm algısının ilk önemli temsilcisidir. Kendisi ayrı bir din olarak görmediği İslâm’ı, Hristiyanlığın içinden çıkan sapık bir mezhep olarak ifade etmektedir. Ortaçağ boyunca bu düşünce, Avrupa’da hâkimiyet kurmasına rağmen Arap Hristiyanları arasında rağbet görmemiştir. Aksine Arap Hristiyanları, Frenkler olarak anılan Haçlılarla İslâm karşıtı bir tavrın içerisine girmemiştir. Arap Hristiyanlarının bu yaklaşıma sahip olmasının en büyük nedeni, hiç kuşkusuz Müslüman idarecilerin onlara yönelik göstermiş olduğu hoşgörüdür.

İslâm, Yahudi ve Hristiyanların tevhid inancını kabul etmemekle birlikte onlara karşı hukuki ve dini özgürlükler vermiş ve bu özgürlükleri güvence altına almıştır. Bu statü ve özgürlüklerden ötürü de İslâm’ın Hristiyan bölgelerinde yayılması hızlı bir şekilde olmuştur. “Seçilmiş topluluk, ruhban sınıfları” gibi kendisini yüceltirken kendisi dışındakileri dışlayan inanç ve yaklaşımları barındırmayan İslâm, bu yapısından ötürü “avamın dini” olarak görülmüştür.

İslâm’ın hızlı bir şekilde gerçekleşen coğrafi ve siyasi yayılımı, Batı Hristiyan dünyasında infiallere neden olmuştur. Öyle ki kıyametin yaklaştığı inancını dâhi kuvvetlendirmiştir. Evvelde Hristiyan devletlerin himayesi altında olan yerlerin Müslüman idarecilerin eline geçmesi, Katolik kilisesinin Avrupa’daki yöneticiler üzerinde baskı kurmasına zemin hazırlamıştır. İslâm’ın bir “kılıç dini” olduğu, şiddet yoluyla yayıldığı inancı ve söylemi bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Böylelikle güneyden gelen İslâm tehdidi bahanesiyle Haçlı seferleri gerçekleşmiştir. Şiddet söyleminin yanında cinsellik, büyü, sihir söylemiyle de İslâm aleyhinde tahrifat yapılmıştır.

İslâm aleyhine üretilen tüm karalamalara rağmen İslâm medeniyeti; bilim, düşünce, sanat alanında köklü eserler vermiştir. Özellikle Endülüs’te ve İslâm topraklarında büyük düşünce ve bilim merkezleri kurulmuştur. Arapça bilim ve felsefe eserleri Latinceye tercüme edilmiş, İbni Rüşd, İbn Sina başta olmak üzere İslâm düşünürleri, Avrupa’da zikredilir olmuştur. Tüm bu kültürel gelişmişliğin karşısında Avrupalılar bir din olarak İslâm’ı ve bir kültür ve medeniyet olarak İslâm’dan kesin olarak ayırmayı tercih etmişlerdir. İslâm’a karşı olan hükümlerini korumuşlar, buna karşın İslâm medeniyetine olan hayranlıklarını ise sürekli dile getirmişlerdir.

         

Siyasi ve dini gücü elde etmeyi planlayan Papalık, İslâm ve Batı arasında bugün dahi etkisini devam ettiren Haçlı seferlerini düzenlemiştir.

Kabaca 1000-1500 yıllarını kapsayan klasik ve geç Ortaçağ’da İslâm-Batı ilişkileri birkaç koldan ilerlemiştir. Kuzey ve Batı Avrupa, İslâm dünyasına kapılarını kapattığı hâlde bilim ve felsefe alanlarında Müslüman düşünürlerden derin bir şekilde etkilenmiştir. Güney İspanya ve Sicilya’da gerçekleşen “convivencia” tecrübesi Müslüman, Yahudi ve Hristiyanları bir araya getirmiş ve ortak bir kültürün inşasına olanak sağlamıştır. Buna karşın XI. yüzyılın sonundan XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren Haçlı seferleri, Avrupalı Hristiyanları İslâm topraklarına getirmiş, Müslümanları da Frenkleri savaş meydanında tanıma imkânı vermiştir. İki yüzyıllık bu mücadele, iki kültür üzerinde derin etkiler bırakmış ve bunun izleri bugün dahi görülür olmuştur.

1095 yılında Papa II. Urban’ın Fransa’da Hristiyanlara yaptığı çağrıda, kutsal topraklar olarak kabul ettiği Avrupa’yı barbar Müslümanların elinden kurtarılması gerektiğini söylemiştir. Aynı konuşmasında Papa, sadece Avrupa’nın değil aynı zamanda Hristiyanlık için büyük önemi bulunan Kudüs’ün de ele geçirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Hristiyanların inancına göre Hz. İsa Kudüs’te doğmuş ve ilk kilisede orada inşa edilmiştir. Papa, kutsal toprakları ele geçirme çağrısına gerekçe olarak ise Fatımî Sultanı Hâkim’in Kudüs’te yaptıklarını gösterir. Sultan Hâkim, Hz.İsa’nın medfun olduğuna inanılan yere yapılan Kutsal Mezar Kilisesi’ni yıktırmış ve Hristiyanlar üzerinde baskı uygulamıştır. İslâm kaynaklarında farklı bir kişilik olarak tasvir edilen Hâkim, öte yandan yıktırdığı bazı kiliseleri birkaç yıl içinde yeniden yaptırmış ve Hristiyan halka karşı hoşgörülü politika izlemiştir. Hiç şüphesiz Papalık, Fatımî sultanının çelişkilerini büyük bir fırsat olarak görmüştür.

Haçlı seferleri, salt dini gerekçelerle gerçekleştirilmemiştir. Papalığın dini otoritesinin yanında siyasi otoritesini perçinleme arzusu da vardır. Dini ve siyasi otoritenin etkin kılınması içinse Batı ve Doğu Hristiyanlarının bir araya getirilmesi gerekmekteydi. Fakat işler sanıldığı gibi gitmemiştir. Nesturiler ve Monofizitler başta olmak üzere Doğu Hristiyanları, Haçlı seferlerine katılmayı kabul etmemişlerdir.

1095 ve 1270 yılları arasında gerçekleştirilen Haçlı seferlerinden sekiz tanesinin önemi daha fazladır. İlk sefer olan 1095-1099 tarihleri arasında Haçlılar, ilk ve en büyük zaferini ilan ederler. Bu sefer sonucunda Kudüs, Suriye ve Filistin ele geçirilmiştir; fakat bu hâkimiyet uzun sürmez. Kudüs 1187 yılında Hıttin Savaşı’nda Selahaddin-i Eyyubi tarafından ele geçirilir ve Müslümanların hâkimiyeti altına girer. Yaklaşık 200 yıl farklı zaman dilimlerinde sürdürülen seferlerde Kudüs bir kez daha kısa süreli ele geçirilse de sonuç değişmemiş ve Müslümanların elinde kalmıştır. Bu seferlerde büyük yenilgiler almaya başlayan Haçlılar, sadece İslâm topraklarına değil Bizans idaresindeki İstanbul’a da zarar vermişlerdir.

Haçlı seferleri sırasında İslâm ve Batı ilişkisinde önemli yer eden bir olayın zikredilmesi gerekir. Kudüs fatihi olarak anılan Selahaddin-i Eyyubî, şehri aldıktan sonra kendisine karşı savaşan Hristiyan askerler de dâhil olmak üzere herkesin can ve mal güvenliğini garanti altında aldığını beliren “eman” yayınlar. Haçlılar tarafından kovulan bir Yahudi hahamını Kudüs’e davet eder. Kudüs gibi üç din için de büyük anlamı bulunan sembolik bir yerde, üç din arasında barış ve adaleti tesis etmeye çalışan Selahaddin-i Eyyubi, bu çabasıyla taraflı tarafsız herkesten büyük takdir toplar.

         

Odağına ilmi koyan Endülüs İslâm kültürü, Doğu ve Batı dünyasının barış içinde yaşayabileceğini tüm dünyaya göstermiştir.

Kudüs fatihi Selahaddin-i Eyyubî’nin oluşturduğu barış iklimini güçlendiren ve İslâm’ın hoşgörü yönünü gösteren bir diğer yer ise İspanya’nın güneyi ve Sicilya adasında yeşeren Endülüs İslâm kültürüdür. Doğu ve Batı gibi iki dünyanın barış içinde yaşayabileceğini gösteren Endülüslüler, İslâm ve Batı ilişkisinin savaş ve çatışmalardan ibaret olmadığını gösterir. 711 ve 1492 yılları arasında bugünkü İspanya’nın güneyi ve Sicilya adasını içine alan coğrafyada yeşeren Endülüs İslâm kültürü; bilim, sanat ve düşünce alanlarında büyük eserlerin verilmesini sağlamıştır. Güney Avrupa olarak adlandırılan coğrafyanın Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye), Granada (Gırnata) şehirlerinde İslâm felsefe ve bilimi zirveye ulaşmıştır. İbni Hazm, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbnü’l Arabî, İbni Seb gibi âlim ve düşünürler, Endülüs İslâm topraklarında yetişmiş ve sadece İslâm ve Doğu medeniyetine değil aynı zamanda Batı medeniyetine de büyük katkılar sağlamıştır.

Endülüs’te sanat ve mimari alanlarında yeni tarz ve teknikler geliştirilmiş ve Arap mimarisinin etkisine rağmen “Endülüs sanatı” diye adlandırılabilecek başlı başına bir estetik biçim vücuda gelmiştir. Kurtuba Camii ve Gırnata Sarayı bugün dahi Güney Avrupa’nın en önemli ve gözde mimari eserlerindendir. Endülüs sanatı sadece mimariyle sınırlı kalmamıştır. Hat, müzik, minyatür ve birçok sanat alanında da özgün sentezler ortaya çıkmıştır.

Endülüslü Arap ve Arap olmayan Müslümanlarla Avrupalılar arasında tarihte benzeri nadiren görülen bir etkileşim yaşanmıştır. Yaklaşık dört yüz yıl boyunca Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler barış içinde, özgür aynı zamanda rekabetçi bir ortamda ortak bir kültürün inşasına katkı sağlamıştır. Müslüman bilim ve araştırma kurumları, Avrupa’nın en gözde bilimsel merkezleri hâline gelince Endülüs bir cazibe merkezi olarak çeşitli coğrafyalardan önemli bilim, düşünce, sanat insanlarını kendisine çekmeyi bilmiştir. Yetenekli âlimler ve düşünürler geldikleri Sevilla, Kurtuba, Gırnata gibi şehirlerin temizliğini, bahçe düzenlemelerini, gece lambalarını, altın-kiremit renkli surlarını, sokaklarını, havuzlarını gördükçe mest olmuşlardır. Gördükleri tablo karşısında Endülüs’ü, Ortaçağ karanlığında çevresini aydınlatan bir gece lambası şeklinde tasvir etmişlerdir.

Endülüs İslâm tarihi 711 ve 1492 yılları arasında siyasi tarih açısından çalkantılı bir dönemi barındırsa da çok dinli, zengin bir kültür ve medeniyetin kurulmasına ve yaşanmasına olanak sağlamıştır. Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların bir arada yaşadığı, birbirlerine katkı sunduğu, ortak kültürün inşasını mümkün kıldığı din ve medeniyet tecrübesinin yaşandığı dönem “convivencia” olarak adlandırılır. Kültürel çoğulculuğun esas alındığı “convivencia” kısaca bir arada yaşama tecrübesidir. Farklı din ve kültürler, en güçlü yanlarını ortaya koyarak bir bütünün parçası hâline gelmekte ve farklılıklar çatışma değil zenginleşme olarak değerlendirilmektedir. Cami, kilise, havralar bir arada bulunmakta, felsefe ve bilim alanlarında farklı dinlerin mensupları tarafından fikir alışverişi yapılmakta, kitaplar Arapça, İbranice, Latince, İspanyolca yazılmaktadır.

Bu dönemde Arapçadan yapılan tercümeler sayesinde Eflatun ve Aristo başta olmak üzere klasik Yunan düşüncesi, Avrupa’da tekrar canlanmaktadır. Yunanca asılları kaybolan eserlerin muhafaza edilen Arapça tercümeleri, Latince tercümeler için başvuru kaynağı olmuştur. Yapılan Latince tercümeler ise Rönesans düşüncesinin oluşmasına büyük katkılar sunmuştur. Bunların dışında Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Bacce gibi Müslüman düşünürlerin de eserleri yaygın şekilde okunmaktadır.

         

Ortaçağ sonrasında bilimsel, kültürel anlamda dönüşümler geçiren Avrupa, İslâm dünyasına yönelik stratejini de değiştirme yoluna gitmiştir.

Ortaçağ gibi Rönesans ve Aydınlanma da tarihsel çelişkinin bir arada bulunduğu bir dönemdir. Osmanlı ile Avrupa arasındaki ilişkiler, bu dönemde bütün yoğunluğuyla devam etmektedir. Üstelik bu ilişkiler, yeni tarihsel kırılmalara da kapı aralamaktadır. Avrupa’nın İslâm dünyasına yönelik siyasi tehdit algısı; XV. ve XVI. yüzyıllarda artarak devam etmektedir. Bu dönem içerisinde Osmanlılar; İstanbul’u, Belgrad’ı, Macaristan’ı ve Avrupa’nın birçok kilit noktasını fethetmiştir. Özellikle de Kanuni Sultan Süleyman dönemiyle birlikte Osmanlıların, Avrupalıların gözündeki yeri oldukça yüksek noktalara erişmiştir.

Söz konusu yüzyıllarda, Avrupa kendi içerisinde büyük dönüşümler ve değişimler geçirmiştir. Hristiyan düşüncesi zayıflamış, pagan Yunan düşüncesi ve Roma geleneği yeniden canlanmış, denizcilik ve coğrafi keşifler ile Afrika, Amerika, Hindistan gibi yeni diyarlara ulaşılmış, Copernicus gibi bilim insanlarının çalışmalarıyla devrim niteliğinde bilimsel ve felsefi gelişmeler ortaya çıkmış, Avrupa’nın siyasi ve dini yapısını derinden sarsan Protestanlık gibi yeni bir mezhep doğmuştur. Avrupa’nın hem fiziki hem de muhayyile gücü anlamında geleneksel sınırlarının dışına çıkarak yeni ufuklara açıldığı bu dönemde, Katolik kilisesinin mutlak hâkimiyetine yönelik ciddi bir karşı hareket bulunmaktadır. Kilisenin ve Papa’nın karşısında yer alan seküler Avrupalı düşünürler, erdemli ve mutlu olmak için bu iki güce ihtiyaç olmadığını belirtmektelerdi.

Yeni dönemde İslâm dünyasını askeri ve siyasi mücadelelerle alt edemeyeceğini anlayan Batı, İslâm’ı teolojik argümanlarla alt etmeyi hedefledi. Kendi düşüncelerine göre savaşı ve şiddeti öğütleyen İslâm karşısında Hristiyanlığın şansı bulunmamaktaydı. Bu fikirlerden hareketle Müslüman dünyayı ikna yoluyla Hristiyanlaştırma stratejisi benimsendi. Bu strateji doğrultusunda da Kuran’ın yeni tercümeleri yapıldı. Yapılan tercümeler yardımıyla Kuran’ın vahyedilmiş ilahi kitap olmadığına yönelik tez üretimlerine girişildi. Müslümanları ikna yoluyla Hristiyanlaştırmak için İspanyol Kardinal Segovialı John, her iki dinin temsilcilerinin de katılımıyla gerçekleştirilecek bir konferans önerdi. Bu konferans pratikte gerçekleştirilememiş olsa da hayali olarak birçok kitaba konu olmuştur. Hristiyan din adamlarının kaleme aldığı kitaplarda, Hristiyanlık haklı çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu kitaplar dışında z. Hz. İsa ile Hz. Muhammed’i karşılaştıran kitaplar da bulunmaktadır. XVII. yüzyılın önemli isimlerinden Pascal’ın yazdığı eserde; Hz. İsa kutsanırken Hz. Muhammed’e karşı ise tersi bir yaklaşım güdülür. Hz. Muhammed’i sahte peygamber olarak anlatan Pascal Hz. İsa’yı ise Allah’la konuşan, mucizeler gösteren tarih üstü bir insan olarak ele alır. Pascal kadar meşhur başka bir isim olan ve aydınlanma dönemiyle anılan Voltaire de benzer şekilde İslâm karşıtı edebi bir söylem kurar. O da Hz. Muhammed’i fanatiklik, sahtekârlık, şehvet düşkünlüğüyle ilişkilendirir. Aynı zamanda Türkleri de olumsuz bir imajla anlatır.

Ortaçağ sonrası dönemle ilgili olarak zikredilmesi gereken başka bir konu ise Papa II. Pius’un Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’e yazdığı mektuptur. İstanbul’un fethinden sonra papalığa geçen II. Pius, kaleme aldığı mektupta Osmanlı padişahını Hristiyanlığa davet eder. Dini olmaktan ziyade siyasi bir amaçla önerilen bu teklifle Fatih’ten Doğu ve Batı’nın imparatoru olması istenir. Zira Hristiyan olmuş bir Osmanlı sultanının Avrupa’da kabul görmesi muhakkaktır.

         

Modernite ile beraber Avrupa, kendisini üstün medeniyet olarak konumlandırmış ve İslâm dünyası başta olmak üzere kendisinin dışında kalanları, aşağılayan bir politika izlemiştir.

Modernite adı verilen yeni evren tasavvuru ve siyasi düzeni, Avrupa-Batı ve İslâm dünyası için birbirinden farklı süreçleri ifade eder. Avrupa merkezli bir küresel sistemin kurulmasını işaret eden modernite, Avrupalı olmayan topluluklar için “sistemin dışında bırakılmak” anlamına gelmektedir. İslâm dünyası, Hindistan, Afrika, Çin gibi Avrupalı olmayan topluluklar marjinalleştirilmekte, fiilen işgal ve sömürüye kadar giden bir süreci yaşamaktadır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanıp günümüzde de yoğun biçimde etkisini gösteren “Batı’nın yükselişi”, Batılı olmayan toplulukların modernleştirilmesine imkân tanımamaktadır; aksine onların sömürgeleştirilmesine neden olmaktadır.

“Medenileştirme misyonu/vazife-i temeddün” duygusuyla hareket eden Avrupalılar, başka toplumları sömürmenin ve kendine benzetmenin “beyaz adamın yükü” olduğuna inanmışlardır. Bu tarihi misyon, evrensel bir düzenin kurulması için zorunlu görülüyordu. Özellikle XIX. yüzyılda formüle edilen ırkçı ulus teorileri, ırk tasnifleri, antropoloji çalışmaları, tarih okumaları, felsefe sistemleri, siyasi ıstılahlar, kültür ve medeniyet tasarımları Avrupa merkezli yeni dünya görüşüne ve düzenine doğrudan veya dolaylı yollarla katkıda bulunmaktadır.

Avrupa’nın kendisini hâkim bir medeniyet olarak konumlandırması ve dayatması, hâliyle Avrupa dışı toplumlardan da kabul görmesine neden olmaktaydı. Ahmed Muhtar, Abdullah Cevdet ve birçok Müslüman aydını Garplılaşmayı, yegâne kurtuluş çaresi olarak görmekteydi. Bir yanıyla emperyalist Avrupa olarak anılan Batı medeniyeti diğer yanıyla da “uygar Avrupa” olarak anılmaktaydı ve uygarlaşmanın, modernleşmenin gereği olarak model alınması, zaruri olarak görülmekteydi.

Avrupa emperyalizmine karşı İslâm topluluklarında gösterilen tepkiler de bulunmaktadır. Avrupa kolonyalizmine karşı direnişin temel noktası; dindir. Vatan, millet, ulusal onur gibi idealler söz konusu dönem için dini kavramlar olarak ele alınmaktadır. Din, insanlara hem “güçlü bir ben” tasavvuru ve kimlik hem de etkin bir sosyal mobilizasyon imkânı tanır. Avrupa emperyalizmine din tabanlı gösterilen tepki, hiçbir zaman topyekûn ötekileştirici bir hâl almamıştır. Müslüman ülkelerde yaşayan gayrimüslim azınlıklar, bu direnişten veya cihad çağrılarından olumsuz olarak etkilenmemiştir. Cihad çağrılarının ve direnişin hedefi, Avrupalı liderler ve onların cepheye sürdüğü askerlerdir. Dönemin siyasi şartlarıyla ilişkili olarak klasik İslâm kültürünün ümmet, cihad, darülharp gibi ıstılahları yeni jeopolitik anlamlar kazanacak ve Avrupa kökenli milliyetçilik hareketlerine karşı ümmet kavramının önemi artacaktır. Bu kavramlar, Batı’ya karşı verilen siyasi, kültürel ve ekonomik bağımsızlık mücadelelerinde dayanak noktaları olacaktır.

         

İslâm dünyası ve Osmanlı’nın, “Avrupa’nın çok yönlü yeniliklerini yeterince takip edemediği görüşü” gerekçelendirilmeye ihtiyaç duymaktadır.

Geç dönem İslâm ve Osmanlı tarihi hakkındaki genel görüşlerden biri İslâm dünyasının XVII. yüzyıldan itibaren Batı’da gerçekleşen köklü değişim ve dönüşümleri yeterli düzeyde takip edememesi üzerine kuruludur. Modern Avrupa’nın elde ettiği ekonomik ve askeri güç karşısında aynı ölçüde yenilik ortaya koyamayan İslâm dünyası, giderek içine kapanmış ve medeniyet dinamizmini yitirmiştir. Avrupa’da Rönesans, reform, sanayi devrimi, bilimsel buluşlar, Fransız İhtilali, ulusal hareketler ve milliyetçi fikirler, anayasacılık, kıtalararası ticaret gibi çok yönlü gelişmeler yaşanırken İslâm dünyası ve Osmanlı bu gelişmelere ilgisiz kalmıştır. Bu doğrultuda İslâm dünyasının Avrupa’yı keşfi, aynı zamanda modernitenin keşfi olarak da kabul edilmektedir. Bu görüş bir yanıyla doğruluk payı taşısa da bu görüşü, bütün olarak kabul etmek mümkün değildir.

Osmanlı’nın Avrupa’yı yakından takip etmediği görüşünü yadsıyacak çok sayıda done bulunmaktadır. Resmi ve daimi elçiler, özel görevle gönderilen sefirler, muhbirler, seyyahlar aracılığıyla Osmanlı; Avrupa’daki bilimsel, askeri, siyasi, felsefi, bürokratik, teknolojik gelişmeleri yakından takip etmektedir. Asıl sorun; takip edilen yeniliklerin ve gelişmelerin tatbiki konusundadır. Çeşitli alanlarda gerçekleşen yeniliklerin adaptasyonu ve transferi konusunda temkinli bir tutum sergilenmiştir. Batı’daki sekülerizm, pozitivizm, milliyetçilik, sömürgecilik, kapitalizm gibi olguların İslâm dünyasında kabulü ve uygulanabilirliği sanıldığı kadar kolay görünmemektedir. Böylesi ani bir dönüşümün toplumsal dokuyu bozacağı ve faydadan çok zarar getireceği varsayılmıştır. Dolayısıyla İslâm dünyasının ve Osmanlı’nın Batı’daki gelişmeler karşısında adeta gaflet uykusunda olduğu yönündeki fikirler bütünüyle doğru kabul edilmemektedir.

XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Avrupa’nın büyük şehirlerine giden Müslüman elçi ve seyyahlar Avrupa hakkında izlenimlerini, Avrupa ülkelerinin durumunu ve yeni gelişmeleri en ince ayrıntısına değin kaleme almaktadır. Bu seyahatnameler aracılığıyla modern Avrupa hakkında yeni bir algı biçimi oluşturulmaktadır. Avrupa ülkelerine giden Müslüman sefirler ve seyyahlar yalnızca kendi gözlemlerini yazmakla kalmazlar; aynı zamanda kendi toplumları hakkında da önemli değerlendirmeler ve kıyaslamalar yaparlar. Bu kitaplarda hayranlık, taklit, uyarlama arzusunun ötesinde yeni arayışların olduğu gözlemlenmektedir. Müslüman gözlemci, şanlı bir tarihe sahip İslâm dünyası ile mağlup edilip şanlı geçmişinin gerisinde kalmış İslâm; bilimsel, ekonomik, askeri, teknolojik alanlarda büyük gelişmeler yaşamış olan Avrupa ile emperyalist hırsları kendi topraklarının dışına taşan bir Avrupa’yı deneyimleyip karşılaştırmaktadır. Bu iki taraflı ikilem, Batıcı ve Batı karşıtı ile gelenekselci ve modernist aydınların düşünce dünyalarını, farklı yönlerde derinlemesine etkileyecektir.

Günümüzü de kapsayan modern dönemlerde İslâm ve Batı arasındaki ilişkilerde ideolojik gayeler ve siyasal çıkarlar, tarihi gerçeklerin önüne geçmektedir.

Bin yılı aşkın bir zamana yayılan İslâm ve Batı toplumları arasındaki etkileşimin tarihi, modern zamanlarda farklı biçimlere bürümüştür. Ulus-devletler, bağımsızlık mücadeleleri, Birleşmiş Milletler, çok uluslu yapılar, uluslararası kuruluşlar ve örgütler eliyle iki toplum arasındaki ilişkinin seyri değişmiştir. Küreselleşmeyle birlikte etkileşim alanları, resmi-diplomatik alanların ötesine geçmiştir. Eğitim, iş gibi sebeplerle Batı’ya açılan Müslüman göçmenler, Avrupa ve Amerika’da kendilerine yeni bir yaşam alanı oluşturmuşlardır. Bin yılı aşkın geçmişe, bilgi ve belge birikimine, yeni iletişim araçlarına rağmen özellikle de medya eliyle iki dünya arasındaki ilişki, modern zamanlarda da tahrif edilmiş algı biçimlerine neden olabilmektedir. İslâm’ın Batılılarca şiddeti meşru gören bir din olduğuna dair algının devam etmesi gibi Müslümanların Batı ve Amerika karşıtı olan eğilimleri de devam etmektedir. İki tarafın da birbirini tehdit olarak görmesi durumu, henüz çözüme kavuşturulamamıştır.

Burada vurgulanması gereken bir husus da Batılıların; Müslüman devletlerin kültürel değerlerini, yaşayış biçimlerini İslâm referansıyla değerlendirmesidir. “İslâmî değerler demokrasiye aykırıdır.” şeklinde bir düşünce geliştirilirken kullanılan yöntemin dayanağı, Kuran ve sünnet veya ideal İslâm yaşantısı değildir; İslâm ülkeleridir. Bununla birlikte İslâm ülkelerinin değerlendirilmesi de tarafsız bir gözle gerçekleşmemektedir. Holllywood filmleri, medya ve popüler kültür araçlarıyla Müslüman karşıtı şüpheci tavır ve ideolojik söylemler oluşturulmaktadır. Hayali olduğu kabul edilen ürünler bile gerçekliği algılama biçimini doğrudan doğruya etkilemekte ve sakıncalı Müslüman ve İslâm imajına katkı sağlamaktadır. Müslüman toplumlar; baskıcı, teokratik, gerici, gelişmemiş, irrasyonel, kadın düşmanı, şehvet düşkünü vb. olarak tasvir edilmektedir. Bu tasvirler, iki dünya arasındaki ilişkinin hâlâ Ortaçağ’dan kalan söylemleri devam ettirdiğini göstermektedir.

Özellikle 11 Eylül olayından sonra Müslümanlar arasındaki Amerikan karşıtlığı had safhaya ulaşmıştır. Çeşitli dönemlerde Amerika ile nispeten iyi ilişkiler kuran Müslüman devletler dahi Amerika’yı, dünya barışının önünde bir engel olarak görmeye başlamıştır. Tüm bu fikirler, iki dünya arasındaki gerilimin giderek arttığını, şüphe ve husumetlerin derinleştiğini göstermektedir. Aynı şekilde Amerika ve Batı tarafından da İslâm tehdit unsuru olarak algılanmaya devam etmektedir. Soğuk Savaş sonrası kızıl tehlike ortadan kaldırılırken bu sefer de yeşil tehlike ortaya çıkmıştır ve İslâm, yayılmacı bir din ve militarist bir ideoloji ile ilişkilendirilmiştir. İslâm terörizmle özdeşleştirilmiş ve Müslümanlar potansiyel terörist olarak resmedilmiştir. Popüler kültürün yaygınlaştırdığı imajlar, köktenci, siyasal İslâm söylemleri, cihad ve darülharp gibi kavramlarla yapılmaya çalışılan İslâm tanımı; 21. yüzyılın başından itibaren Batı ve Amerika tarafından oluşturulmaktadır. Bu ve bunun gibi yapılan yakıştırmalar, İslâm’ın darüssulh ve darülahd yönünü görmeden verilen hükümler, zimmi hukukun İslâm topraklarındaki gayrimüslimlere tanıdığı hak ve özgürlükleri göz ardı eden yaklaşımlar açıkça göstermektedir ki ideolojik amaçlar, tarihi gerçeklerin önüne geçmektedir.

Sonuç

“Medeniyet kavramı; bir dünya görüşünün zaman ve mekân, yani tarih ve coğrafya boyutunda tezahür ve tecessüm etmiş hâlidir.” Bu geniş anlamıyla medeniyet; düşünce, bilim, sanat, mimari, yönetim, ekonomik üretim ve paylaşım, adetler, inançlar başta olmak üzere insan hayatına ilişkin maddi ve manevi bütün temel unsurları kapsar. İnsanlık, bütün bireylerin katıldığı ortak payda iken medeniyetler, farklı kimlik ve aidiyet çerçeveleri sunarlar. Medeniyet tecrübesi, evrensel bir ideali hedeflese bile kendisine özgü niteliklere de sahiptir.

Toplumlar, kendilerinden önceki düşünce birikimlerini eleştirel bir şekilde özümseyip yeni sentezler üretebildikleri ölçüde evrensel bir medeniyet tecrübesine sahip olabilmişlerdir. Kadim Mısır, Hint, Çin, Aztek ve İnka gibi yerel medeniyetlerin tersine İslâm ve Batı medeniyetleri, hem diğer kültür ve düşünce birikimlerini büyük ölçüde benimseyerek dönüştürmüş hem de evrensellik iddiasında bulunmuşlardır. İslâm ve Batı medeniyetleri arasında devam eden gerginliğin temel sebeplerinden biri de budur. Her iki medeniyet de etnik, kültürel ve dini mânâda yerel kalmayı reddetmekte, evrensel bir medeniyet grameri inşa etmeye çalışmaktadır. Bir başka ifadeyle İslâm ve Batı, evrensellik iddiasında bulunan iki medeniyettir.

Batı’nın İslâm’ı ve Doğu’yu “öteki” olarak gören algısı, İslâm’ın tarih sahnesine çıktığı 7.yüzyıla dayanmaktadır. İlerleyen yüzyıllarda da Avrupa medeniyeti, dini ve teolojik gerekçelerle İslâm’ı öteki görmeye devam etmiştir. Batı medeniyetinin İslâm algısının nedenlerine odaklanabilmek için onun Avrupa merkezli tarih anlayışına, hâkim medeniyet olma arzusuna ve Greko-Roman ve Yahudi-Hristiyan köklerine bakmak gerekir. Bu özellikler, İslâm dünyasını “öteki” kılarken bunun doğal bir nedeni olarak da Batı’nın “ben” tasavvurunu perçinlemektedir. İslâm dünyası için ise Batı, iki asırlık bir olgudur. Nitekim geçmiş yüzyıllarda yaşayan bir İslâm düşünürü için bugün modern anlamdaki Batı bir anlam ifade etmemekteydi. Aynı şekilde bugün, İslâm dünyasını tanımlamak için Doğu da pek bir anlama sahip değildi. Kuran’ın İslâm’ı “orta yol dini” olarak nitelendirmesi ve “orta ümmet” algısı, dünya coğrafyasının orta kuşağında yer alan İslâm dünyasının “Doğu ve Batı” ayrımına gitmemesinin nedenidir. İslâm düşünürünün tahayyülünde mekânsal algılama açısından Fransa ile Çin’in bir farkı bulunmamaktaydı. Nitekim yine Kuran’da “ne Doğu ne Batı” diye tasvir edilen evrensel hakikat tasavvuru da Doğu ve Batı kalıplarının ötesine geçen bir boyutu işaret etmektedir.

Sonuç itibariyle Batı’nın İslâm algısı, aslında kendisinin aynadaki yansımasıdır. “Öteki”nin dışlanması üzerine kurulan “ben” tasavvurları, “öteki”yle ilişkilerin çatışma ve savaş üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurmaktadır. Kendini hâlâ tarih ve medeniyetin merkezinde yegâne aktör olarak görmek isteyen bir Avrupa yahut Amerika’nın başkalarına yönelik barışçıl ve kuşatıcı bir tasavvur geliştirmesi kolay değildir. Tüm bu sorunların aşılması için çok kültürlülüğün ve ahlâkî temellere dayanan çoğulculuğun benimsenmesi ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Farklılıkların zenginlik olarak kabul edilmesi için “öteki”ni, “ben”i zenginleştiren ve güçlendiren bir unsur olarak görmek gerekmektedir. Bugün İslâm ve Batı arasında çözüm olarak yapılması gereken şey şudur: Tek tanrı inancı ve buna dayalı ahlâk sistemini benimseyen üç İbrahimî din üzerinden geleneğin sürekliliğini vurgulamak ve bu dinlere mensup insanları, ortak ahlâkî ve manevî değerlerde buluşmaya davet etmek. Ortak zemin arayışının doğal sonucu olarak teolojik farklılıklara odaklanıp onları çatışma gerekçesi olarak görmemek de gerekmektedir.

Ömer Avcı

YORUM EKLE

banner36