Giriş
Jerome David Salinger, 1951'de yayımladığı bilinen ismi “Gönülçelen”, asıl ismi “Çavdar Tarlasında Çocuklar” romanıyla ünlenmiş ve toplumun ilgisinden kaçarak bir ömür geçirmiş Amerikalı yazardır. Lise yıllarında hikâye yazmaya başlayan J.D. Salinger’in çeşitli dergilerde öyküleri yayımlanır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla savaşa katılan yazar, savaşta bu çok ünlü romanının ilk altı bölümünü yazmıştır.
“Çavdar Tarlasında Çocuklar”, yayınlandığı dönem için hem içerdiği cinsellik ve argodan dolayı en fazla yasaklanan hem de kamu okullarında ikinci en fazla okutulan kitap olması özellikleriyle büyük yankı uyandırmıştır.
Kitabın baş kahramanı on yedi yaşındaki Holden, insanların iki yüzlü sahtekâr ve samimiyetsiz olduğunu düşünmekte ve yaşadığı ortama ayak uyduramamaktadır. Daha doğrusu ayak uydurmak istemiyordur çünkü etrafındaki herkes yapmacık ve sahtekardır. Bir piyanisti bile yeteneğini insanlara sattığı için sahtekârlıkla suçlar. Kitapta, dördüncü kez okuldan atıldıktan sonraki üç günde New York'ta yaşadığı deneyimleri kendi ağzıyla okuyucuya anlatmaktadır.
Kendine has bakış açısıyla dünyayı yorumlayan Holden, avukat bile olmak istemez çünkü insanların onu sırf kendi olduğu için mi yoksa onları ceza almaktan kurtaran biri olduğu için mi sevip sevmeyeceğini ayırt etmek istiyordur. Holden, olaylara karamsar bakar, her şeyden nefret eder ama lösemiden kaybettiği kardeşi Allie’ye duyduğu sevgiyi ve özlemi yitirmez. Etrafında yer alan herkese karşı soğuk, itici bir tavır takınan Holden, bir tek küçük kız kardeşi Phoebe’yi yapmacıklıkla suçlamaz.
Birinci şahsın ağzından dinlediğimiz düşüncelerde Holden’ın yetişkinlerin sahteliklerinden duyduğu nefretini görüyor ve kurduğu hayallere şahit oluyoruz. Çavdar tarlasında oyun oynayan çocukları, uçurumdan aşağı düşmemeleri için koruyan kişi olmanın hayaliyle...
Okuldan Kaçış
Anlatacaklarımı dinleyecekseniz sanırım önce nerede doğduğumu, nerede yaşadığımı, çocukluğumda neler yaptığımı, annemle babamın nerede tanıştıklarını falan da bilmek istersiniz... Ama ben anlatmayacağım. Çünkü sıkılıyorum böyle şeylerden. Hem anlatsam bizimkiler delirir herhâlde. Ayrıca özgeçmişimi olduğu gibi size anlatacak değilim. Tüm bunlar yerine size sadece geçen sene Noel’de başıma gelen saçmalıkları anlatacağım.
Pennsylvania’daki Pencey Hazırlık Okulu’nu bilirsiniz. Bir dönem de dört dersten kaldığım ve kendimi yeterince derslerine vermeyen bir öğrenci olduğum için atılmıştım. Noel tatilinden sonra okula dönemeyecektim. Beni sık sık uyarmışlardı çalışayım diye ama ben boş verdim. Zaten burada sürekli adam atarlar. Gerçekten atarlar.
Okuldan ayrılmadan önce tarih öğretmenim Spencer, hasta olduğu için okulda olmadığını ve eve gitmeden önce onu mutlaka görmem gerektiğini yazan bir not bırakmıştı. “Onu bir daha göremeyebilirim.” düşüncesiyle evine gittim. Bayan Spencer kapıyı açtı, “Seni görmek ne güzel!” dedi. Beni severdi ya da bana öyle geliyor.
İçeriye Bay Spencer’ın odasına girdiğim anda geldiğime pişman olmuştum. Spencerlar, yetmişli yaşlarındaydı. Odanın her yeri ilaç doluydu ve oda burun damlası kokuyordu. Biraz muhabbetten sonra bana her zaman duyabileceğim türden öğütler vermeye başladılar. Bayan Spencer, bu atılışımdan önce üç okuldan daha atıldığımı öğrenince öğütlerin dozajını da arttırarak geleceğim hakkında endişelenmem gerektiğini ve daha bir sürü şeyler zırvaladı. Öğütlerden bunalıp artık dayanamayacak noktaya geldiğim zaman ona, spor salonu kapanmadan gidip öteberilerimi almam gerektiğini söyleyip oradan kaçtım.
Hayatta karşılaşabileceğiniz en iyi yalancı ben olabilirim. Yani gazete almaya giderken biri bana “Nereye?” diye sorsa gözümü kırpmadan, “Operaya gidiyorum.” diyebilirim. Spor salonu hikâyesi de tamamen yalandı tabii.
Yurda geldim. Yapacak bir şey yoktu, ben de kütüphaneden aldığım yanlış kitabı okumaya başladım. Lanet kütüphaneci, bana yanlış kitabı vermiş; ben de odaya gelene kadar fark etmemiştim. Ben yanlış kitabımı okurken yan odada kalan Ackley, odaya damladı. Hep yanlışlıkla gelir gibi yapardı. Sizin için geldiğini düşünmenizi istemezdi. Her zamanki gibi odaya gelip kitap okumamı mahvetti. “Ackley, geldiğinden beri aynı cümleyi yirmi kere okudum.” falan dememe rağmen saçma sapan sorular sormaya devam etti. İstediğimde çok iğneleyici olabilirdim ama ne gezer, o salak anlamamıştı bile. Odanın içinde gezip sinirleneceğim şeyler yapmaya devam ederken oda arkadaşım Stradlater, içeri girdi. Stradlater de kendini beğenmişin tekiydi ve tek işi sürekli kızlarla takılmaktı ama Ackley ondan çekindiği için kendi kendine bir şeyler mırıldanıp odadan çıktı. İşte bu yüzden Stradlater’in geldiğine sevinmiştim. Benden İngilizceden geçebilmesi için kompozisyon yazmamı istedi. Evet, ben okuldan atılıyordum ve adamın benden istediği şey, dersini vermek için kompozisyon yazmamdı. Böyle bencil insanlar adamı delirtirdi doğrusu. Dışarıda bir kızın onu beklediğini söyleyip çıktı neyse ki. Böyle insanları, kesinlikle haddinden fazla çekemiyorsunuz.
Yapacak bir şey bulamayınca, “Bari kompozisyonu yazayım.” dedim. Stradlater, “Bir şeyleri betimle mesela, bir ev, bir oda.” demişti. Fakat ben lanet bir oda ya da ev betimlemek istemiyordum. Ben de kardeşim, Allie’nin beyzbol eldivenini betimledim. Tam betimlenecek bir eldivendi. Solaklar için üretilen özel eldivenlerdendi bir kere ve her yerine yeşil mürekkeple şiir yazmıştı, Allie. Tepesinde eli sopalı bir vurucu olmadığı zamanlarda okumak için yazmıştı.
Kardeşim Allie
Kardeşim öldü, lösemiden. Benden iki yaş küçüktü ama benden bin kat daha zekiydi. Sadece zeki de değil çok da efendiydi, kimseye sinirlenmezdi. Tanrım, öyle iyi biriydi ki. Öldüğü gece garajda yattım ve tüm o lanet camları da yumruğumla kırdım. Aslında arabamızın camlarını da kırmaya çalışmıştım hıncımı almak için ama ellerim çoktan kesildiği için onları kıramamıştım. Elim şimdi arada bir sancıyor ve artık yumruğumu sıkamıyorum ama çok da önemi yok, lanet bir cerrah ya da kemancı olmayacağıma göre.
Neyse, kompozisyonu yazdım ve çok da hoşuma gitti. Gece dönen Stradlater, kompozisyonu okudu ve “Neden lanet bir beysbol eldiveni yazdın?” diye sordum. O an sinirden çıldırdım. Elinden kağıdı alıp yırttım. Bunu neden yaptığımı sordu ama cevap verecek değildim. Okuldan atılmama hiç şaşırmadığını söyleyince de daha fazla bu adi insanlar arasında durmak istemediğimi anladım. Eşyalarımı topladım ve gecenin köründe odamdan çıktım. Merdivenlerin başına geldiğimde nedenini bilmediğim bir şekilde ağlıyordum. Avazım çıktığı kadar, “Uyuyun bakalım, geri zekâlılar!” diye bağırdım. Eminim ki o katta uyuyan bütün herkes uyanmıştır. Merdivenlerden hızlıca aşağı indim. Bir salak, merdivenlere fıstık kabukları atmış, az daha düşüyordum.
Günlerden Cumartesi’ydi ve aileme okuldan atıldığımı bildiren mektup en erken Salı ya da Çarşamba günü gidecekti. Ben de büyükannemin yolladığı paraların bana yeteceğini bildiğim için New York’a gidip üç günlüğüne kendime kafa tatili vermeye karar verdim. Hem annemin mektubu sindirmesi için vakti olacaktı hem de benim moralim biraz daha yerinde olacaktı. Gece trene atladım ve New York’a doğru yola çıktım.
New York’a gelince çok soğuk olduğu için bir taksiye atladım. Adama yanlışlıkla bizim evin adresini vermişim. Bir otelde kalacağımı hatırlayınca taksiciye geri dönmesini söyledim ama adam uyanık çıkarak “Dokuzuncu caddeye kadar gitmem gerek, buradan dönmem mümkün değil.” dedi. Tartışacak hâlim yoktu. Central Park’taki göldeki ördekleri bilip bilmediğini sordum. Adam manasızca bana dönüp baktı. Devam ettim, “Ördekler kışın göl donduğunda nereye gidiyor biliyor musunuz?” diye sordum. Gerçekten de merak ediyordum. Adam tekrar dönüp “Benimle kafa mı buluyorsun?” dedi. Bilmiyorum da diyebilirdi sadece. Kafayı kırdığımı düşünmüş olacak ki beni istediğim yere götürüp bıraktı.
Otelde Geçirdiğim Gece
Otele kaydımı yaptırıp odaya çıktım. Lanet bir odaydı ama moralim bozuk olduğu için pek umursamadım. O odanın camından otelin diğer odalarını görebiliyordum ve gördüğüm bütün odalarda da sapıklar vardı. Bu oteldeki aklı başında tek insan bendim herhâlde. Aşağı inip lobide oturdum ancak yalnızlıktan sıkılmıştım ve arayacak birilerini düşünüyordum. Cüzdanımdan çıkan numarayı aradım.
Numarayı partide tanıştığım biri vermişti. Aradım ve kız onu uykudan uyandırdığım için bana bayağı sert konuştu. “Bir şeyler içelim.” dedim ama saat çok geç olduğu için kabul etmedi. Ben de abim Hollywood’a gitmeden önce abimle beraber takıldığımız mekâna gitmek için taksiye atladım. Taksiye bindiğimde hâlâ ördeklerin kışın nereye gittiğini merak ettiğim için bu taksiciye de sordum. Bilmediğini söyledi ama balıklar göl donsa da orada durmaya devam edermiş. Tanrı aşkına balıkları mı sordum ki ben şimdi.
Mekâna girdim ve bir kenara ilişip bir şeyler içmek için yürüyordum ki birisi beni durdurdu. Valencia, çok eskiden abim sayesinde tanıdığım biriydi. Ayaküstü birkaç şey konuştuk, bana abimi sordu ve sonra yanındaki denizci herifle tanıştırdı beni. Orada onunla karşılaştığım için ne kadar bozulduğumu bilemezsiniz. Bu kızı hiç sevmiyordum, abim de sevmezdi. Ve bu denizci de onunla çıkmasına rağmen kesin sevmiyordu onu. Böyle kızları kimse sevmez, onlara sadece üzülürsünüz. Bana, “Çıktığın biri var mı?” diye sordu, ben de biriyle buluşacağımı söyleyip ondan kurtuldum. Sırf onun yüzünden piyanist Ernie’yi bile dinleyemeden mekândan çıkmak zorunda kaldım. İnsanlar böyledir işte, hep güzel şeyleri mahvederler. Başka bir yere gitmek istemediğimi düşünüp otele geri döndüm.
Odama çıkarken asansörcü çocuk Maurice, bana asansörde tuhaf sorular sormaya başladı. Hoşça vakit geçirip geçirmek istemediğimi sorduktan sonra bu sorunun aslında, “Manita ister misin?” demek olduğunu açıkladı. Boş bulunup “Ben mi?” diye sordum. Çok utanç vericiydi, birinin size gelip böyle bir şey sorması. Yaşımı sorduğumda yirmi iki olduğunu söyledim. Sonuçta boyum uzun olduğu için büyük gösteriyordum, bu yalan çok sorun olmazdı. “İyi peki, istiyor musun?” dedi. “Tamam” dedim. Normalde asla yapacağım bir şey değildi ama moralim o kadar bozuktu ki düşünemiyordum bile.
Sonuç
“Çavdar Tarlasında Çocuklar”, on altı yaşındaki Holden isimli bir gencin, okuldan atılmasıyla başlayan üç gününü anlatır.
Holden oldukça buhranlı bir gençlik dönemi geçiren genç bir delikanlıdır. Gittiği pek çok okul gibi son okulundan da atılır ve New York’a geri döner. Ancak okuldan atıldığını bilmeyen anne ve babasının karşısına çıkmak yerine şehirde birkaç akşam tek başına dolanmayı düşünür.
Kitap boyunca Holden’ın kendi içerisinde yaptığı konuşmalar, onun hem ruh hâlini hem de olayların perde arkasını okuyucuya aktarır.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.