Şair ve Patron kitap özeti

Özetini sunduğumuz eser İlber Ortaylı’nın tanımlamasıyla “Türk edebiyatı sahasında çığır açıcı bir çalışmadır.” Osmanlı divan şairlerini ve şiirini sosyolojik bir yaklaşımla ele almakta, en eski arşiv malzemelerini kullanarak patronajın bu sanat tarzı üzerinde belirleyici etkisini analiz etmektedir. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Şair ve Patron kitap özeti

Giriş

Şair ve Patron kitap özetiOsmanlı İmparatorluğu’ndaki sanat ve iktidar ilişkisini Max Weber’in “Patrimonyal devlet yapısı” tanımlamasından yola çıkarak inceleyen İnalcık, patrimonyal bir yapıya sahip toplumlarda bilim adamı ve sanatçının üretimini “Mutlak egemen”  bir hükümdarın nasıl belirlediğini açıklamaktadır. Bununla birlikte, yer yer Batı toplumundan alıntılar yapıp mukayeselerde bulunan yazar, hami ile himaye edilenin arasında nasıl bir münasebet olduğunu, bu hamilik sayesinde sanatın nasıl muhafaza edilip farklı bir kültür hâline geldiğini gözler önüne seriyor.

Bizim “Himaye”, Batı’nın “Patronaj” dediği müessese, yani geçmişte devletin sahiplerinin, büyüklerinin ve hem gücü hem de serveti olan sanat meraklılarının sanatçıyı himayeleri altına almaları, maddî ve manevî destek verip, eser ortaya koymalarına katkıda bulunmaları demektir.

Avrupa’da geçmiş devrin papaları, herhangi bir yerin kralları, prensleri, dükler; bizde de sultanlar, paşalar, beyler ve zenginler olmasa idi ortada bugün “klasik sanat” diye bir şey mevcut olamazdı! Batı dünyasında Leonardo’dan Bach’a, Türkiye’de de Nedim’den İsmail Dede Efendi’ye kadar bir hayli önemli isim, eserlerini bu himaye sayesinde verebilmiştir.

Peki, nedir bu himaye? Himaye eden ile edilen arasında nasıl bir diyaloğa sebep olur? Özetini sunacağımız eser, bu soruların ışığında “Patronaj” kavramını ele alıyor. Sahasının belki de ilk eseri olan kitap, inceliği kadar niteliğiyle de kendisini ispat ediyor.

Kitap özetinden bölümler:

Marifet İltifata Tabidir, Müşterisiz Meta Zayidir

Genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir toplumda hâkim olan sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifa eder. Osmanlı toplumu gibi “Patrimonyal” türde bir toplumda, başka deyimle, sosyal onur, statü ve mertebelerin hâkim-i mutlak bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda bu gerçek daha da belirgindir.

Matbaanın geniş kitlelere okuma imkânı verdiği, böylece edebî ve ilmî eserlerin, yazarına geçimi için yeterince gelir kaynağı sağladığı dönem gelinceye kadar, bilgin ve sanatkâr, hükümdarın ve seçkin sınıfın desteğine muhtaç idi. “Sahib-i Mülk” hükümdar; bilgin ve sanatkarın en önde gelen velinimeti, hamisi idi. Max Weber’in belirttiği gibi, Orta Çağ’da, Doğu’da ve Batı’da, monarşilerde devlet; “Patrimonyal” yapıda olup hakimiyet, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun “Lutf u inayet”ine erişenler, toplumun en şerefli ve zengin tabakasını oluştururdu. Hanedanlar arasında rekabet ve üstünlük yarışı, yalnız muhteşem saraylar, hadem ve haşemde değil; ilim ve sanatın hamiliğinde de kendini gösterirdi.

Patrimonyal devlette yüksek kültür, yalnız “Yüksek Saray Kültürü” olarak var olmuştur. Hükümdar sarayı ve ekâbir sarayları, toplumda şeref ve itibarın, servet ve becerinin tek kaynağı ve sığınağı idi. Osmanlı’da, en yüksek mimar, sarayın mimarbaşısı, en iyi kuyumcu, sarayın kuyumcu basışı ve en gözde şair, padişahın ilgi ve lutfuna layık görülen “Sultanu’ş-şuara” idi.

Bilgin ve sanatkâr; hükümdarın prestijini, sarayın nam u şanını yüceltmek için gerekli unsurlar sayılırdı. Bilgi ve sanatın koruyucusu olan hükümdarın, hakem sıfatını hakkıyla yerine getirebilmesi için kendisinin de, ilim ve sanattan payı olması gerekirdi. Yüksek bir estetik ve sanat felsefesine sahip Mediciler olmasa idi, Floransa’nın büyük sanatkârları elbette yetişmezdi. Divan sahibi şair hükümdarlar olmasa idi, Türk edebiyatının büyük dehaları belki ortaya çıkmazdı. O dönemde, şaheserlerin çoğu, önemli ölçüde, seçkin sınıfın iltifatı, yüksek kültür ve duygu inceliği, sanatkârı korumaktaki ilgi ve heyecan ile açıklanabilir.

Sanata Hürmet Sanatkâra Hürmetle Olur

“Kültür Patronajı”, Orta Çağ İran’ı ve Orta Asya’da çok gerilere giden bir gelenekti. Subtelny’e göre, bu bölgede daha sonra “Patronaj”, Türk-Moğol devletlerinde askerî sınıf için yeni medeniyeti benimseme süreci olmuştur. 15. yüzyılda Semerkant, Herat, Tebriz, İstanbul ve Delhi’de ortak yüksek saray kültürü sayesinde sanatkâr, bir memleketten ötekine gittiği zaman aynı himaye ve anlayışı, aynı sıcak ve coşkulu karşılamayı buluyordu.

Osmanlı sultanı, özellikle Orta Asya ve Azerbaycan’da Türkçe ve Farsça’ya hâkim münşileri, şairleri, âlimleri kendi payitahtına çekebilmek için büyük fedakârlıklara hazırdı. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid, zamanın İranlı büyük şair ve mutasavvıfı Molla Cami’yi İstanbul’a getirmek için çok çaba harcamışlardır.

İran ve Orta Asya’yı idaresi altında tutan Timurîler devletinin merkezi Herat; ikisi de büyük sanat patronu olan Ebu Said Mirza ve Hüseyin Baykara’nın saltanat yıllarında İran-Türk dünyasının görülmemiş parlak bir medeniyet merkezi olarak yükselmiştir. Bu dönemde biri İran, öteki Türk kültürünü temsil eden iki büyük edebiyat ve düşünce devi, Abdurrahman Cami ve Ali Şir Nevayi, Osmanlı edebiyatı için örnek kabul edilmişlerdir.

Örneğin, Fatih ve II. Bayezid, Hüseyin Baykara ile mektuplaşıyorlardı. Sultan Bayezid, Hüseyin Baykara’ya gönderdiği mektupta “Muhabbet-i kadimi”den söz ediyor ve mektuplaşmanın devamı arzusunu bildiriyordu. Hüseyin Baykara cevabında Osmanlı Sultanına “Halifetullah fi’l-enam”, ve “Al-gazi fi sebilillâh” diye hitap ediyordu ve dostluğun pekiştirilmesi, haberleşmenin sürdürülmesi arzusunu ifade ediyordu. Yine Yavuz Selim, Tebriz ve Kahire’yi aldığında yüzlerce sanatkârı İstanbul’a getirtti.

Osmanlı “Patrimonyal saray kültürü”nün gelişmesinde, şiir ve inşa alanında, hüsn-i hat ve nakkaşlıkta, para ve mevki vaatleriyle celp olunan veya “Sürgün” edilen sanatkârların payı büyüktür. Öyle ki yerli Osmanlı-Türk sanatkârları, “Arap ve Acem”e verilen bu ayrıcalıktan dolayı şikâyetlerini açıkça dile getirmekten çekinmemişlerdir.

Diğer taraftan, bir yerde kendini gösteren bir bilgin ve sanatkârda, şan u şeref ve refahını, büyük ve zengin hükümdarların sarayında, “Lutf u inayet”inde arardı. Patronaj, himaye, böylece, iki yanlı işler; hem saray, hem de seçkin bilgin ve sanatkâr için nam u şan kazanmanın tek yolu kabul edilirdi.

Doğu’da ve Batı’da, patrimonyal hanedan devletlerinde, servet ve nam u şan kaynağı, sarayın yanı sıra hükümdara mensup toprak sahibi rical ve ekâbirdi. Batı’da, Rönesans İtalya’sında, servet kaynağı toprak ve tarım yerine ticaret ve sanayi alanlarına kayınca, yeni-zengin burjuva sınıfı feodal patrimonyal efendilerin yerini almaya başladı. Aşikâr olarak böyle bir gelişme, Doğu’da gerçekleşememiştir.

İtalya’da, komün-şehir devletleri böyle bir gelişmeye sahne olurken, Doğu’da merkeziyetçi patrimonyal devlet yapısı gittikçe daha güçlü duruma erişiyor, bilgin ve sanatkâr, her zamandan ziyade saraya ve rical-i devlete bağımlı hâle geliyordu.

Sultanların Sanat Anlayışı

Osmanlı sultanları, belli zamanlarda topladıkları ulema ve şuara meclislerinde hakem rolünü oynamak kabiliyetini, şehzadelik döneminde seçkin hocalardan aldıkları yüksek kültüre borçlu idiler. II. Murad’dan beri sultanların, şiirlerini toplayan birer divan tertip edecek kadar şairlik istidadı kazandıkları bilinmektedir. Bir kelime ile belli bir sanat zevki ve anlayışına sahip patronun himayesi altında sanatkâr, ona göre eser vermeye özenirdi. “Muhteşem Süleyman” döneminde Osmanlı klasik kültürü yüksek sanat eserleri vermişse, bunda bu Padişah’ın yüksek sanat anlayışının önemli bir payı vardır. Hatta diyebiliriz ki sanat ve bilim eserinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini, çok kez hükümdar belirlerdi.

Bir eserin “Makbul ve muteber olması” her şeyden önce sultanın iltifatına bağlı idi. Osmanlı’da, kimse padişahın sarayından yahut camiinden daha büyük ve şaşaalı bir yapı yaptıramazdı. “Sultanu’ş-Şuara” seçilmek, “İnam” almak için şairin, ilkin şuara meclisine çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir edilip bağışa layık görülmesi gerekli idi. Diğer taraftan, yüksek mevkilere çıkan şairler (mesela Necati) kendileri patron durumuna gelip, birçok seçkin şairi yanlarında bulundurmuşlardır.

Lakin patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynakladığı için, buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, haset, entrika, yaltaklık egemendi ve toplumun ahlakını yahut ahlaksızlığını oluştururdu. Osmanlı Vakayinameleri ve Şuara Tezkireleri bu acımasız rekabet ve çekişmelerin hikâyeleriyle doludur.

Mesela Fuzulî, büyüklerin yanına varamamanın tesellisini, “Haset ehli”nden uzak kalmakta bulur. Hükümdara yaklaşmanın, onun “Hüsn-i nazarı” ile “Manzur” olmanın tek yolu, yakınlarından birinin himaye ve aracılığını sağlamaktır.

Fakat bu bir rekabeti de doğurmuştur aynı zamanda. Sanatçılar, patronun gözüne girmek için başkalarından daha mükemmeli ortaya koyma çabasındadırlar, Böylece “Patronaj”, sanat bakımından gerçekten olumlu bir rol oynar. Ama bu sonuç; ancak patronun kendisinin sanat anlayışındaki düzeye, sanat zevkine bağlıdır. Öbür yandan patron, padişah olsun, devlet büyüklerinden biri olsun, musahibini seçerken kamuoyunun duyarlılığını daima hesaba katmak zorundadır. Osmanlı tarihinde, işler kötüye gittiğinde, çoğu kez padişahın kendisi değil, yakınında bulunup hayat tarzını etkileyen, ona önemli kararlarda nasihat veren musahib sorumlu tutulur.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE