Giriş
“Sırça Köşk”, Sabahattin Ali’nin 1947 yılında yayınladığı on üç öykü ve dört masaldan oluşan eseridir. Yazarın “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan” ve “Kürk Mantolu Madonna” gibi eserlerindeki başarısı öykü ve masallarında da devam etmektedir. Yer yer toplumun aksayan yanlarının ve yönetenlere eleştirilerin sunulduğu eser, bir yandan öyküye gerçekçi ve yeni bir soluk getirirken bir yandan da masallarla hayal gücünün sınırlarını zorlamaktadır. Kitaba adını veren “Sırça Köşk” masalı diğerlerinden daha önce yazıldığı hâlde kitabın en sonunda yer alır ve dört masal arasından en uzunudur.
Kitap özetinden bölümler:
Beyaz Bir Gemi
Tevfik Aravurgun, bir ressamdı. Rıhtımda otururken yüz metre ileride beyaz bir gemi gördü. Beyaz bir martıyı andıran bu geminin resmini yapmaya karar verdi ve işe koyuldu. Bir saat sürdü resmi tamamlamak. Eserinden memnundu, yaptığı resmi geminin sahibine götürüp bu hediye etmek istediğini söyleyecekti. Ama asıl niyeti elbette hediye etmek değil bir şeyler koparmaktı. Sırf keyfi için yatla gezmeye çıkan bir zengin için gemisinin resmini çizeni ödüllendirmek pek de zor bir iş sayılmazdı. Gemiye yaklaştığında İngiliz bayrağı olduğunu görünce biraz umudu kırıldı. Ama yine de devam etti. Kendisini karşılayan genç, deminden beri ona baktığını ve dürbünle baktığında resmi gördüğünü söyledi. Adam kendisine birlikte bir öğlen yemeği teklif etti, ressam sevinerek kabul etti zira kaç gündür doğru dürüst bir şey yemiyordu. Tevfik, karnını bir güzel doyurduktan ve genç kaptanla İstanbul üzerine sohbetler ettikten sonra gitmeye hazırlandı. Genç adam kendisine teşekkürler edip bir zarf uzattı, ressam her ne kadar hemen açıp bakmak istese de bunun uygun olmayacağını düşünüp köşeyi dönene kadar bekledi. Elleri titreyerek zarfı açtığında beşer İngiliz lirası olduğunu gördü, tam miktarını bir anlayana sormalıydı muhakkak.
Bu olaydan sonra bütün ressamlar rıhtıma inerek aynı beyaz geminin resimlerini yapmaya başladılar, tabii birbirlerine göstermeden. Ancak bu durum uzun sürmedi çünkü gemi burnunu Marmara’ya çevirip gitti. Ressamlarsa beyaz bir yat beklemeye başladı, bekleyiş uzun sürse de gelen giden olmadı. Pek çok kişi vazgeçti beklemekten, sabırlı olup devam edenlerden biriyse yine ressam Tevfik’ti.
Bir eylül sabahı yanında iki ressamla birlikte beklerlerken bir yatın yanaştığını gördüler. Şaşkınlığı üzerlerinden atmalarıyla resme başlamaları bir oldu. Hepsi biliyordu resmin güzelliğinden ziyade hızlı bitirmenin önemli olduğunu. Zaten hepsinin tuvalinde manzara hazırdı, tek gereken yatı çizmeyi tamamlamaktı. Tevfik yarım saatten az bir sürede bitirerek resmi ilk tamamlayan oldu ve hemen gemiye doğru yola koyuldu. Çok geçmeden diğer iki ressam da bitirip peşine sıralandılar. Tevfik önde diğerleri arkada geminin merdivenlerini çıktılar. Karşılarına çıkan tayfa Lazca ne istediklerini sordu, beklentileri İngiliz ya da Fransız birisiyle karşılaşmak olan ressamlar şaşırdı. Yatın sahibini sorup çizdikleri resimleri gösterdiler ama “Ne yatı, serseri misiniz siz?” şeklinde bir azarla karşılandılar. Bu gemi kimsenin değil, devletindi. Üstelik yat da değil tahlisiye gemisiydi.
Üç ressam da biraz uzaklaşıp baktıklarında hakikaten de yata benzer hiçbir yanı olmadığını gördüler. Arkadaşları onlarla alay etmesin diye bu olayı kimselere söylemediler, peki neydi onlara biçimsiz bir tahlisiye gemisini zarif bir yat gibi gösteren şey?
Böbrek
Avni Akbulut, Niğde’nin eski nüfus memuruydu. Sirkeci’de Güzel Nevşehir otelinin dar kapısından arkasında bir hamalla girdiğinde hamalın elinde yiyecek sepeti vardı. Bir oda talep etti ancak tek yataklı oda kalmamıştı. Dilerse on iki numaradaki adamın yanına yerleşebilirdi, bu sayede fiyat da daha uygun olurdu. Kabul etti Avni Bey.
Odaya çıkıp üzerinde elbiselerle yatağa öylece uzandığında odada kendisinden başka kimse yoktu. Bazı seslerle uyandığında ise kaç saat uyuduğundan habersiz, akşam olduğunu fark etti. Ellili yaşlarında sakallı ve kıyafetlerinden anlaşıldığı üzere Anadolulu olan adam, kendisinin uyandığını görünce ona “Hoş geldiniz.” dedi. Sohbet etmeye başladılar.
Avni Bey sohbet sırasında hastalığından bahsetti. Üç seneden beri böbrek ağrısı çekiyordu, Kayseri Hastanesi’nde çekilen röntgene göre böbreğinde büyük bir taş vardı. Ameliyat olmuştu ama bu defa da öbür böbrekte çıkmıştı taş. Hem de iki tane. Kayseri’deki doktorlara inanamadığı için de İstanbul’a gelmişti işte. Tanıdığı bir doktor da İstanbul’daki hocasına mektup gönderip Avni Bey’i muayene etmesini istemişti.
Sakallı adamsa geçenlerde memleketinden gelen birkaç akrabası hasta olduğu için onları doktor doktor gezdirirken doktorların iyisini kötüsünü öğrenmişti. Avni Bey’e hangi doktora gideceğini sordu, Avni Bey profesörün adını söyleyince o doktorun bir kasaptan farksız olduğunu, daha bir buçuk ay önce kendi kardeşini öldürdüğünü, bıçak altına yatırdığı kişiyi sağ bırakmadığını söyledi. Üstelik ona göre soyguncuydu da.
Avni Bey’i korkutmuştu duydukları. Peki, var mıydı bu sakallı adamın bildiği iyi bir doktor? Vardı elbet, Müslümanın Müslümana yardım etmesi de şarttı üstelik. Sağlık Yurdu’nun sahibi İrfan Bey’i tavsiye etti ona, ertesi gün de bu doktora gitmek için birlikte yola çıktılar. Giderlerken Avni Bey’e ne kadar parası olduğunu sordu adam, çünkü malum tedavi belli bir külfet gerektirirdi. Yüz elli lira cevabı onu memnun etmedi zira bu parayla pansuman bile yaptırılmazdı İstanbul’da. Avni Bey ise tanıdıklardan parayı denkleştirebileceğini söyledi, yeter ki şu dertten kurtulsundu.
Doktor, Avni Bey’i bir güzel muayene etti. Yirmi gün kadar bir süre muayene ve tedavi devam etti. Bu süreçte oda arkadaşı Avni Bey’i hiç yalnız bırakmadı, tüm doktorlarla konuştu, tahliller için koşturdu, raporları okuyup anlamaya çalıştı. Bu süreç üç hafta kadar sürdükten ve Avni Bey yüklüce bir para harcadıktan sonra oda arkadaşı ansızın ortadan kayboldu. Doktor İrfan da ilaçlara devam etmesi gerektiğinden başka bir şey söylemeyince Avni Bey nasıl bir şeyin içine düştüğünü anladı. İlaçların faydasını göremediğiyle kalmamış, bir de parasını kaptırmıştı bu insanlara.
Şimdi elinde yol parasıyla birlikte yüz yirmi beş lirası, bir de kendisine profesör için verilen tavsiye mektubu vardı. Böbreğinde iki taş ile memlekete geri dönmek pek akıllıca olmadığından ertesi gün doktoru bulmak için yollara düştü. Uzunca bir süre sıra bekledi, bir ara açıkgözlülük ederek doktorun odasına girmeyi başardı. Doktor kendisini gördüğünde ona bir şey söylemeden elindeki mektubu uzattı, doktor mektubun altındaki imzayı hatırlamak isterken de ona derdini anlattı. Hastanın ameliyat olması gerekiyordu ama boş yatak yoktu, üstelik sıranın gelmesi aylar sürerdi çünkü zaten sırada bekleyen çok fazla insan vardı. Böbrekteki taşlar bekletilmemeli ve ivedilikle alınmalıydı. Ne yapacağını bilmeden odada öylece beklerken bir hademe ona doktorun özel muayenehanesine gitmesini tavsiye edip adres verdi.
Muayenehaneye gittiğinde doktor onu öncekinin aksine çok daha detaylı muayene etti. Diğer hastanede yer olmadığını ve burada yapılacak tedavinin masraflı olabileceğini hatırlatarak Avni Bey’den kararını vermesini istedi. Avni Bey hemen Niğde’ye mektup yazdı, elma bahçesini satıp parasını kendisine yollamalarını istedi. Paranın gelmesi on iki gün sürdü, bu süreyi otelde değil hastanede geçirdi Avni Bey. Para gelince hemen ameliyata alındı, ameliyatın ardından on beş güne çıkabileceği haberini aldı. Avni Bey iki taşı da çıkarıp çıkarmadıklarını sordu, doktor şaşırdı. İkinci bir taşı fark etmemişti bile. Kayseri’nin röntgenine güven olmaz deyip bu konuyu geçiştirmeye çalışsa da bir ay sonra yeniden başlayan ağrılar durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi. Yeniden röntgen çekildi. Doktor, Avni Bey’in bünyesinin taş yapmaya çok müsait olduğunu ileri sürüp yeni bir ameliyatı gerekli gördü.
Bu ameliyatın parası için ikinci bir bağ satıldı, parası bu kez yirmi güne geldi. İkinci ameliyata girerken bir deri bir kemik kalmış Avni Bey’in gözleri düzgün görmüyor, kulakları duymuyordu. Bir saate yakın süren ameliyatta doktor köşkünün banyosunun fayans rengine karar vermeye çalışadursun, taşı aldıkları yerden bir kan sızıntısı gelmeye başladı. Bir türlü durmuyordu üstelik. Mecburen böbreği aldılar çünkü kanamayı durdurmadan sarmak hastayı ölüme götürürdü.
Avni Bey bir süre hastanede kaldıktan sonra doktor ona neredeyse iyileştiğini ve tek böbrekle yaşamanın pek de öyle korkulacak bir şey olmadığını söyledi. Ama Avni Bey kabul etmedi bunu, onu bu hâlde sokağa atamazlardı. Ya tam iyi edeceklerdi kendisini ya da ölecekti. Bir gün doktor, hemşire ve asistanıyla birlikte odaya girdi. Kapanmamış olan yaraya baktı, Avni Bey’e dönerek “Sizi yarın fakülte hastanesine kaldıracağız, hastalığın bu aşaması öğrenciler için pek enteresandır.” dedi.
Bahtiyar Köpek
Yufka yürekli dostlarım hep acı şeyler yazmamdan hoşlanmıyorlar. Hep açlardan, dertlilerden, kötü ve sakat şeylerden mi bahsedecekmişim? Dünya toprağı için birbirini öldürenlerden, hakkını alamayan ya da doktor bulamayanlardan mesela? Bu memlekette yüzü gülen mutlu insan yok mu?
Olmaz olur mu? Sadece insan değil üstelik bu memlekette bahtiyar köpekler bile var. Bu sayede açlıktan ve karanlıktan değil, tokluktan ve sevgiden de bahsetmeye karar verdim.
Oturduğum semtin sokaklarında her biri bir çocuğun liseyi bitirmesine fırsat verecek kadar masrafla yetiştirilmiş bodur çamlar var. Sabahları kaldırımda karşılaştığım şık giyimli anneler ve iyi beslendiğinden yanakları al al olmuş gürbüz çocuklar var. Ancak her birinin yüzünde nedeni belirsiz bir can sıkıntısı…
Uşak olduğu belli olan bir genç bu kaldırımda her sabah bir köpek gezdirir. Köpek, tasması boynunda tıpış tıpış yürür. Adam köpek durduğunda durur, keyfi yeniden gelip yürümeye başladığında yürür. Kendini köpeğe göre ayarlamıştır yani. Hava serinse köpeğin sırtına bir hırka giydirilir. Hava güneşliyse köpeğin tüyleri pırıl pırıl parlar. Köpek tuvalet ihtiyacını gidermek için bir ağacın kenarına yanaştığında genç uşak onu hürmetle bekler. Bu köpek, yoldan geçen başka köpeklere kulak asmaz, hatta onunla dövüşmek isteyen olsa bile aldırmadan yoluna gider. Onu koruyan ve onun yerine cevap verense uşaktır. Köpeği gezdiren uşağı bir gün kasapta gördüğümde köpek için kuzunun karaciğerini istiyordu. Meğer bu hırkalı köpek bir parça akciğer karışsa, yemeği olduğu gibi bırakırmış. Karaciğer güzelce pişirilmeli, ona öyle servis edilmeliymiş.
Başka bir gün kucağında battaniyeyle gördüm uşağı. İçinden gelen seslere bakılırsa köpeğe sarmışlardı bu battaniyeyi. Köpeğe bir şey olup olmadığını sordum, meğer üç beş kere öksürdü diye evin hanımı telaş yapmış. Zaten her bahar olurmuş böyle. Baytara götürülmesini istemiş. Bir başka defa uşağı beyaz tüylü bir köpeği bahçeye alırken gördüm. Köpeği mi değiştirdiler acaba diye düşündüm, meğer diğer köpeğin kızgınlık zamanı olduğundan canı dişi istermiş. Bu beyaz köpek ihtiyaca binaen getirtilmiş. Kendi köpeklerine layık bir köpek bulmak kolay olmamış, zira soysuz köpekle olursa huyu bozulurmuş. Köpeklerin sahipleri konuşmuş, bu işi münasip bulmuşlar. Bir o buraya getirilecekmiş, bir bu oraya. Ve nazlı bir gelin edasıyla süzülen köpekle birlikte bahçeye girdiler.
Ben yaşayan her şeyi çok severim, kötü şeyler anlatmak da bana göre değil. Millet bu köpeğin onda biri kadar rahata erse ben kötü şeylerden bir daha söz açar mıyım hiç?
Sonuç
Sabahattin Ali, düzene ve toplumun bozulan yönlerine dair eleştirilerini işlediği bu eseriyle büyük ses getirmiştir. Kiminin adam öldürdüğü için katil sayıldığı, kimininse adı katile çıktığı için adam öldürdüğü bu dünyada toplumun birey ve bireyin toplum üzerindeki etkisini gözler önüne sermektedir. Bu memlekette yüzü gülen bahtiyar insan yok mu diyerek savunduğu değerlerin fark edilmesini sağlamaktadır. Son olarak sakın tepenize sırça köşk kurdurmayın, diye gençleri uyarmakta ve eğer kurulursa da yıkılmaz sanmayın, diye öğütlemektedir.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.