Orhan Pamuk'un 'Cevdet Bey ve Oğulları' kitap özeti

"Üç dönemin sırasıyla ele alındığı romanda Türkiye’nin yirminci yüzyıldaki ilerleme sürecine yakından şahit oluyoruz. Yazar, tarihi olayları ve modernleşme sürecini yarattığı karakterler üzerinden başarıyla irdeliyor. Orhan Pamuk, karakterlerini seçerken kendi çevresinden etkilenmiş, bu süreci bir nevi kendi dünyasından yola çıkarak ortaya koymuştur. Romanda oluşturduğu karakterlerin modernleşme sürecine ayak uyduramadığını ya da ayak uydurmak için kendilerini değiştirmeleri gerektiğini görüyoruz." Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Orhan Pamuk'un 'Cevdet Bey ve Oğulları' kitap özeti

Giriş

Günümüzde postmodernist yazarlar arasında kabul edilen Orhan Pamuk, bu tarza geçmeden önce iki geleneksel roman kaleme almıştır. “Cevdet Bey ve Oğulları”, bu romanlardan ilki olmakla beraber yazarın da yayımlanan ilk eseridir. Yazar, bu romanıyla “Milliyet Roman Armağanı”na ve “Orhan Kemal Roman Ödülü” ne uzanmıştır.

Romanda, Nişantaşılı bir ailenin üç döneme yayılan panoramik tablosu sunuluyor. Yazar bizleri sırasıyla 20. yüzyılın başlarına, ortalarına ve son çeyreğine götürerek burjuva bir ailenin üzerinden Türkiye’nin modernleşme sürecine farklı bir açıdan bakmamız sağlıyor.

Kitap özetinden bölümler:

İki Ruh

Uyandığında sırılsıklamdı Cevdet Bey, tıpkı rüyadaki gibi sırılsıklamdı. Otuz yedi yaşının içerisindeydi, yakında evlenecekti. Pencereden içeri güneşin ışığı sızıyordu, gün doğmuştu. O günkü işlerini hatırladı, geç kalmamalıydı. Bunu göz önünde bulundurarak hızlıca hazırlanmaya başladı.

Evden kahvaltı etmeden çıktı. Yardımcısı Zeliha Hanım, yemeğin hazır olduğunu söyledi ama bekleyemezdi, arabacısı kapının önündeydi. Masanın üzerinden bir reçelli ekmek aldı, dışarıya çıkıp arabasına bindi. İlk olarak Sirkeci’deki dükkâna uğrayacaktı. Yolculuk sırasında evlilik için iki aylığına kiraladığı araba üzerine düşüncelere daldı. Evlilik işi ona pahalıya mal olacak, elinde avucunda ne varsa gidecekti. Sonra abisi geldi aklına, Beyoğlu’ndaki pansiyonda hasta bir hâlde yatıyordu. Bir de gündemdeki konular vardı. Üç gün evvel, Abdülhamid’e saldırı düzenlemişti. Sonra nişanlısı düştü aklına, on yedi gün olmuştu nişanlanalı. O böyle düşüncelere dalmışken araba dükkânın önüne varmıştı.

Dükkâna girdi ama çok kalmayıp ana caddede yürümeye başladı. Çevredekiler aralarında yeni olan bu Müslümanı hayretle izleyip gülümsüyorlardı. “Lambacı Cevdet Bey” olarak tanınıyordu. Caddede önüne çıkan tüccarları selamlayıp dükkâna geri döndü. Dükkânının girişinde şu yazı bulunuyordu: “CEVDET BEY VE OĞULLARI, İHRACAT-NALBURİYE-İTHALAT” Henüz ihracata girişmemişti; oğula da sahip değildi ama ileride olacaktı. Daha dükkâna gireli pek olmamıştı ki bir çocuk elinde zarfla içeriye girdi. Cevdet Bey, abisinin Ermeni sevgilisinden gelen mektubu açtı. Mektupta, “Abinizin durumu ağırdır. Ziyarete gelirseniz çok memnun olacağız.” yazıyordu. Mektubu okur okumaz aklına annesinin hastalığıyla abisininkini karşılaştırmak geldi. İkisi de veremdiler. Her ikisi de hastalıkları boyunca etraflarındaki her şeyden yakınmışlardı. Sonra gördüğü rüyayı anımsadı. Kendisini en çok küçümseyenlerin başında abisi vardı. Tıbbiyeyi bitirip Paris’e seyahat ettiğinde Jöntürk olmuştu abisi. Bu yüzden küçümsüyordu kardeşini. O gürültü çıkarmayı seviyordu ve Cevdet Bey’e ses çıkarmadığı için kızıyordu. Ama Cevdet Bey’in kendine göre başka sorumlulukları vardı.

Arabasına binip abisinin bulunduğu pansiyona vardı. Abisini kötü buldu, hastalığı iyice ilerlemişti. Ama henüz bir doktor bakmamıştı ona. Çünkü abisi Nusret, doktora karşıydı, onların hiçbir şeyden anlamadığını düşünüyordu. Cevdet Bey, hızla caddeye çıkıp rastladığı ilk eczacıyı pansiyona getirdi. Eczacı geldi, tüm laflarına rağmen Nusret’e aldırmayarak onu muayene etti. Umut yoktu, Nusret yakında ölecekti. Kendisi de bunu sezer gibiydi. Bundan yola çıkarak Cevdet Bey’e seslendi: “Oğlum teyzesinin yanında kalıyor. Kırk yılın başında kiraladığın araba bir işe yarasın da onu bana getiriver.” Cevdet Bey, üzerindeki suçluluk duygusuyla hemen harekete geçip Ziya’yı babasının yanına getirip bıraktı. Sonra evleneceği kız Nigan’ın babası Şükrü Paşa’nın konağına geçmek üzere arabasına bindi.

Oraya giderken hep hissettiği suçluluk duygusuyla vardı konağa. Paşa’nın yanına oturdu, kahveler içilmeye başlandı. Nigan’ı şimdiye değin yalnızca iki kere görmüştü. O gün görüp göremeyeceği de belli değildi. Şükrü Paşa ilk olarak ihtilalle ilgili öğütler sıraladı: “Bomba olayıyla ilgili bir şey bilsen bile sesini çıkarma. Kimseye güvenme! Maazallah içeriye alınıverirsin.” dedi. Sonra tavlanın başına geçtiler, uzun süre kalkamadılar. Tavla bitti bitmesine ama onu Seyfi Paşa’nın ziyareti izledi. Aile yakınları olan bu adam, konağın kızlarını geziye çıkarmak için gelmiş, gelmişken bir iki kelam etmeye başlamıştı. Konuşma bitecek gibi değildi. Cevdet Bey, sorumluluklarını hatırladı, gitmesi gerekti. Konaktakilerle alelacele vedalaşıp kendini sokağa attı.

Şimdi hastanın yanında, pansiyondaydı. Nusret, yolun sonuna geldiğinin farkındaydı. Cevdet Bey’e yaklaştı, “Ben ölürsem Ziya’yı senin yetiştirmeni istiyorum. Senden bireyci olmayı öğrenecektir. Onu kendi hâline bırak. Bırak ki akıl yoluyla doğrulara kendi ulaşsın, hayattaki seçimlerini ona göre yapsın. Bana ona bakacağına dair söz ver.” dedi. Cevdet Bey, onun gözlerinin içine baktı, “Söz.” dedi. Vakit geç olmuştu yarın yeniden geleceğini söyleyip pansiyondan ayrıldı. Bu sözü söylerken içten içe abisine öfkeleniyordu. Acaba yarından sonrası için mi söz verseydi. Bütün gün yapması gereken işler aksamış, günü âdeta boşa geçmişti. Arabasıyla mahallesine vardığında ise şunlar geçiyordu kafasından: “Bir insanın iki ruhu olmalı ki ticaretle neşeyi beraber yürütebilsin. Bu ikisini bir arada yürütmeyi başarmak gerek. Benim yaşamım bu şekilde olmalı. Bunu tadacak ve yaşayacağım.”

Bir Fatih

“Avrupa bundan sonra bizim için bir hedef noktası olacaktır. Artık devletimiz de dünya da eskisi gibi değil.” dedi Sait Bey. 1936 Şubatında bir trendeydiler. Ömer bir şeyler düşünüyor, söylemeye çalışıyordu: “İstanbul’a gidiyorum…” Sait Bey’le dün bu vagonda tanışmışlardı. Ömer, niçin İstanbul’a döndüğünü bilmiyordu. Ama hedefleri büyüktü, orada bambaşka işlere imza atacaktı. Tıpkı “Goriot Baba”daki Rastignac gibi bir fatih olacaktı. Sait Bey, hayatta acemi olan düşünceli genci izliyor, gençliğini yâd ediyordu. Uzun yolculuk boyunca bu tarz muhabbetlerini sürdürdüler. Tren İstanbul’a yaklaşırken birbirlerine tekrar görüşme dileklerini ileterek ayrıldılar. Ömer, trenden inip gümrüğe girdiğinde kendi kendine söylendi: “Ben Fatih’im.”

Nigan Hanım, masanın başına oturmuş, bekliyordu. Cevdet Bey’le evleneli otuz yıl olmuş, birlikte sayısız bayram görmüşlerdi. O gün, Nişantaşı’ndaki evlerinde, 1936 yılının kurban bayramı günündeydiler. İki oğulları, kızları, gelinleri ve iki küçük torunlarıyla bir aradaydılar. Hava kapalı olduğu için bayramı sıcacık evlerinde geçiriyorlardı. Yemekte, bayram sabahının tatlı konuşmalarının yerini yakında Avrupa’da çıkması beklenen savaş aldı. Bu sırada küçük oğul Refik’in Avrupa’dan yeni dönen arkadaşı Ömer de kısa da olsa anıldı. Yıl boyunca beklenen yemek bu şekilde sonlanıyordu işte. Bugün de bayram da geçecek, yine başka günlerin yolu gözlenecekti.

Öğleden sonra Ömer, eski arkadaşını ziyarete geldi. Birlikte Refik’in çalışma odasına çıktılar. Dört yıl olmuştu gideli, etrafını gizli bir yabancılıkla izliyordu. Arkadaşının kütüphanesindeki kitapların fazlalığı dikkatini çekti, bunu ona da söyledi. “Ya epeyce kitabım var. Ama okumaya pek vaktim olmuyor.” dedi Refik. “Evlendin ya, tabii olmaz.” diyerek yanıtladı onu Ömer. Sonrasında onlara şair ve mühendis arkadaşları Muhittin de katıldı, o günü beraber geçirdiler. Gece vakti ev ahalisinin tümü yattığında bile muhabbetlerine devam ediyorlardı. Bir ara uykusundan uyanan Cevdet Bey, gençlerin yanına vardı. “Akşamınız hayırlı ola gençler. Ne konuşuyorsunuz bakalım.” dedi. Hayatta ne yapacaklarına kafa yorduklarını ama net bir karara varamadıklarını belirtti Ömer. “Bunun cevabı çok basit.” dedi Cevdet Bey. “Bir işle uğraşmalı, yiyip içmeli, sevmeli, gülüp ağlamalı…”

Ömer, Sivas-Erzurum hattındaki bir şirketle iş için anlaşmıştı. Önce çalışıp para kazanacak, sonra milletvekili Muhtar Bey’in kızı Nazlı’yla evlenecekti. Bunu yakın arkadaşlarına, teyzesine ve Nazlı’ya bildirip yola çıktı. Yeniliklerin, inkılapların başlangıcına atıyordu kendini. Ne zaman döneceğini bilmiyordu. Ama yolculuk sırasında ve orada geçirdiği günler boyunca hep Nazlı’yı düşüneceğini biliyordu.

Olmak ya da Olmamak

Ömer gideli yedi olmuş, bu süreçte sürekli mektup yazmıştı Nazlı’ya. İlk mektuplarında daha çok yaşadığı çevreden ve işinden bahsetmiş, son mektuplarında ise daha çok kendinden söz açmaya başlamıştı. 30 Ekim günü Nazlı, dışarıdan eve geldiğinde kendisine gelen mektubu heyecanla açıp okudu. Onunla bir an önce evlenmek istediğini yazmıştı Ömer. Çok heyecanlandı, ne yapacağını bilemedi. Bu yüzden tekrar tekrar okudu mektubu. En sonunda onu sevdiğinde ve onun kendisine mutlu bir hayat sunacağında karar kıldı. Onu çok sevmesinin yanında Avrupa’dan yeni dönmüş genç bir mühendisti Ömer. Vakit kaybetmeden ona yanıtının olumlu olduğunu bildirmeliydi.

Cevdet Bey, iş yerinde otururken uzun süredir görmediği yeğeni çıkageldi. Ziya uzun süredir askerdi, şimdi ise ordudan ayrılma kararı almış, amcasından ticarete atılmak için para istemeye gelmişti. Cevdet Bey’in, babası sayesinde işini ilerlettiğini bu nedenle de amcasının kendisine borçlu olduğunu düşünüyordu. Neticede Meşrutiyet ve Cumhuriyet ilan edilmese Cevdet Bey, asla işini geliştiremezdi. Bir de amcasının onu başından savmak için askerî okula verdiğini kanısındaydı. “Seni hiçbir vakit kendi çocuklarımdan ayırmamışımdır. Üstelik askerlik işini sen kendin seçmedin mi? Para konusuna gelirsek şu anda durumum iyi değil.” dedi. Bu yanıt Ziya’yı sinirlendirdi. Eğer parasını alamazsa onu âdeta bir hayalet gibi izleyeceğini söyledi amcasına. Cevdet Bey, ona iyice yaklaştı, yeğeni içki kokuyordu. “Çık dışarı! Başka zaman gel.” diye bağırdı. Ziya, ağır adımlarla oradan ayrıldı.

1937 yılının baharıydı. Muhittin, üç yıl sonra otuz yaşına basacaktı. Bu süreci iyi değerlendirmeli, hedeflerine ulaşmalıydı. Mühendis Mektebi’nde öğrenciydi ve şiirler yazıyordu. Arkadaşlarına bir Dostoyevski olduğunu ilan ederdi çoğu zaman. “Otuzuncu yaş, üç sene!” diye düşünerek Ömer’in nişanına varmak üzere sokakta ilerliyordu. Nişan evine vardığında Refik’le karısı Perihan karşıladı onu. Perihan’ın şişkin karnı dikkatinden kaçmadı. Çok geçmeden Nazlı’yla Ömer el ele salona giriş yaptılar. İçerideki herkes sırayla onlarla öpüştü. Muhittin, arkadaşını öperken duygulanmadan edemedi, “İyi başladın Rastignac, gerisini de getireceğine inancım tam.” dedi. Ömer onu güler yüzle karşılayıp şunu demekle yetindi: “İyi başladım demek…” Öpüşme merasiminin ardından tatlı bir uğultu hâkimdi şimdi salona. Muhittin düşünüyordu: “Ben de onlar gibi olup aralarına girmeliyim. Onların arasına nasıl girebilirdi ki! “Hayır, yapamam!”

Sonuç

Üç dönemin sırasıyla ele alındığı romanda Türkiye’nin yirminci yüzyıldaki ilerleme sürecine yakından şahit oluyoruz. Yazar, tarihi olayları ve modernleşme sürecini yarattığı karakterler üzerinden başarıyla irdeliyor. Orhan Pamuk, karakterlerini seçerken kendi çevresinden etkilenmiş, bu süreci bir nevi kendi dünyasından yola çıkarak ortaya koymuştur. Romanda oluşturduğu karakterlerin modernleşme sürecine ayak uyduramadığını ya da ayak uydurmak için kendilerini değiştirmeleri gerektiğini görüyoruz.

Yazar, bu romanıyla çok başarılı bir panoramik roman örneği ortaya koymuş, kısa süre içerisinde edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırmıştır. Bir ilk roman olan bu eser, Orhan Pamuk’un Türk ve dünya edebiyatına yapacağı etkinin ayak sesi gibidir.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

 

YORUM EKLE