Oğuz Atay'ın, 'Bir Bilim Adamının Romanı' kitap özeti

"Bir Bilim Adamının Romanı, birçok imkânsızlık içinde iki savaş gördüğü hayatını bilime adayan Mustafa İnan’ın hikâyesi... Oğlu Hüseyin İnan’ın kaleme aldığı sonsözde belirtildiğine göre bu roman, taşrada yaşayan gençlere örnek gösterilip yüreklendirilmeleri için TÜBİTAK tarafından ortaya atılan bir fikirmiş. Romanı oluşturan belgeler Jale İnan tarafından toplanmış; o günlerde Tutunamayanlar ile TRT Roman Ödülü’nü kazanan eski öğrencisi Oğuz Atay’a ise başarılarla dolu bu hayatı romanlaştırmak kalmış." Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz..

Oğuz Atay'ın, 'Bir Bilim Adamının Romanı' kitap özeti

Giriş

Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar”dan sonra üçüncü romanını “Bir Bilim Adamının Romanı” adıyla 1975 yılında yayımlamıştır.

“Bir Bilim Adamının Romanı”, Oğuz Atay’ın İstanbul Teknik Üniversitesi’nden hocası Mustafa İnan’ın hayatını konu almaktadır. İki bölümden oluşan biyografik romanın ilk bölümünde Mustafa İnan’ın çocukluk ve öğrencilik yılları anlatılmakta; ikinci bölümde ise eşi Profesör Doktor Jale İnan ile evliliği ve eğitimciliği ele alınmaktadır. Dönemin siyasal ve sosyal olaylarına da değinilen kitapta, “Albüm” başlığı adı altında Mustafa İnan’ın hayatına dair bazı fotoğrafların yer verildiği bir bölümle nihayete ermektedir.

Kitap özetinden bölümler:

Hemşerim

Taşradan gelen esmer, orta boylu genç adam Ankara Fen Fakültesi’nin kapısındaydı. Kendisine “hemşerim” diye seslenen koyu üniformalı görevliden giriş sınavı sonuçlarının asılı olduğu yeri öğrendi. Genç adam, listelerin başının kalabalık olduğunu görünce tenha bir yere geçip cebinden çıkardığı sigarayı yaktı. Tekrar listelerin olduğu yere dönmek istediğinde ise fakültenin içinde kayboldu ve yeni bir kalabalığa rastladı. Kalabalığa karışıp içeride ne olduğunu anlamaya çalışırken orta yaşlı bir adam ona “Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun ödülleri dağıtılıyor.” dedi. Delikanlı ve orta yaşlı profesör tören hakkında konuşmaya başladılar. Törende Jale İnan’a, dört yıl önce hastalanıp vefat eden eşi Mustafa İnan adına 1971 Yılı Hizmet Ödülü takdim ediliyordu. Profesör, delikanlının şivesini Mustafa İnan’a benzetince hemen ondan bahsetmeye koyuldu. İnan’ın, önce liseyi daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ni birincilikle bitirdiğini, İsviçre’de doktora yaptığını ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde rektörlüğe kadar yükselmiş bir bilim adamı, bir ekol olduğunu anlatmakla başladı ve sözlerine devam etti:

“24 Ağustos 1911’de Adana’da Hüseyin Avni Bey’in karısı Rabia Hanım, bir erkek çocuk dünyaya getirmişti. Çift daha önce sekiz çocuğunun altısını toprağa verdiği için hiçbir sevinç gösterisi yapmayarak oğullarının yaşamasını ümit etmeye başladı. Maddî durumlarının sıkıntılı olması sebebiyle kimse bu tepkisizliğe şaşırmadı. İşte o çocuk, Zürich Teknik Üniversitesi’nin laboratuvarlarında yıllarca deney yaptıktan sonra Yüksek Mühendis Mektebi’ne (İTÜ) dönmüş, küçük mekanik odasında asistanlarıyla beraber çalışmaya başlamıştı. Mühendislik problemlerini sadece çözmekle kalmıyor, nasıl çözüleceğini de öğrencilerine itinayla aktarıyordu. Yeri geldiğinde hocaların bile kendisinden yeni şeyler öğrendiği bir dehası vardı.”

Anlatılanları dinledikçe taşralı genç heyecanlanıyor, profesör ise bilime kazandırılacak yeni bir genç bulmuş olma ümidiyle sözlerine devam ediyordu.

Riyaziyeci Mustafa

Yine bir gün profesörün odasında bazı belgeleri karıştırırlarken Mustafa İnan’ın doktora ön sözünde 2 Nisan 1911 doğumlu olduğunun yazdığını gördüler. Jale İnan’dan alınan bilgiye göre ise eşi, 24 Ağustos 1911 doğumluydu. Doğum tarihindeki bu belirsizlik dikkatlerini çekmişti. Profesör, önceki sohbetlerinde kaldıkları yerden anlatmaya devam etti. “Mustafa İnan’ın babası Hüseyin Avni Bey, Malatya’nın Hacı Müminler ailesinden geliyor. Çok dindar olan bu aileye, soyadı kanunu ile birlikte onlar pek memnun olmasalar da “mümin”in Türkçe karşılığı olan “inan”  soyadı verilmiş. Sonraları, ailenin en açık fikirlisi olan Hüseyin Avni Bey, Malatya’dan kaçmış, İstanbul’da askerlik yapmış, bu sırada telsiz telgraf kullanmayı öğrenmiş ve Adana’ya yerleşmiş. Rabia Hanım’la evlenip telsiz posta memurluğu yapmaya başlamış. Çiftin önce Emine ve Zübeyde adlı kızları doğmuş. Daha sonra Mustafa ardından da Güzide, Mehmet ve Sami…  Mustafa, dört yaşındayken damdan düşmüş ve bu kazadan sonra toparlanması çok zor olmuş. Hatta zayıf bünyeli bir adam olduğundan bu kazanın etkilerini ömrü boyunca taşıdığı da söylenebilir.

1918’de Fransızlar Adana’yı işgal ettiğinde ailenin geçim sıkıntısı artmış. O dönem Hüseyin Avni Bey, posta treniyle Konya’ya gidince Rabia Hanım, kocasının bıraktığı birkaç kuruş ile ne yapacağını bilemez hâlde öylece kalmış. Büyük kızı Emine, kocasıyla Adana’dan giderken annesine biraz para bırakınca onlar da kaçış hazırlıklarına başlamışlar. Yanlarına aldıkları birkaç parça çamaşır ve biraz yiyecekle çıktıkları zorlu yolculuğun ardından Konya’ya varmışlar. Konya’da yaşadıkları iki buçuk yıl süresince Mustafa ve kardeşleri mektebe gitmiş, camileri dolaşıp Farsça vaazlar dinlemişler. Mustafa’ın Divan Edebiyatı’na sevgisi de bu zamandan kalmış olsa gerek. Cumhuriyet’in ilanıyla yeniden Adana’ya döndüklerinde babası, Mustafa’nın adam olmayacağını düşündüğünden bari bir iş öğrensin diye yaz tatilinde kuyumcuya çırak olarak vermiş. Mustafa, birçok farklı işe ilgi duyuyor olması sebebiyle kuyumculuğu kolayca öğrenmiş.” Profesör sözlerine ara vererek genç adama dönüp “İnsan, herhangi bir iş için bu benim neyime yarayacak diye düşünürse aklını işine veremez.” diye ekledi. Artık onu öğrencisi olarak kabul etmişti. “Mustafa İnan’ın Hayatı” konulu yaz semineri için birlikte çalışıyorlardı. Profesör anlatacak genç adam da hızlıca not tutacaktı.

“Mustafa’nın öğretmenliğinin ortaokul yıllarında başladığını söylemek mümkün; o zamanlar öğrendiklerini, anlayabilecekleri şekilde arkadaşlarına anlatırdı. Yıllar sonra İTÜ’de mekanik derslerini de aynı şekilde anlatarak öğrencilerine heyecan vermeye devam etti. Mustafa Hoca, sınıfa notlarla gidip onları okuyarak öğrencileri uyutmazdı. Zaten kendisi de ortaokul öğrencisiyken bile defter tutmazdı, hafızası oldukça güçlüydü. Hüseyin Avni Bey, erkenden yatıp uyuduğu ve hiç ders çalışmadığı için bu çocuk adam olmayacak diye endişelenirken Mustafa’nın sabahları okula gittiğinde yatılı öğrenciler kahvaltı ederken onların kitaplarından ders çalıştığından habersizdi.

Mustafa bir yaz tatilinde kervanla Malatya’ya gönderildi. Babası, kardeşlerini ardında bırakarak göçtüğü Malatya’ya oğlunun bir kez olsun gitmesini istemişti. Orada amcaları ona çok iyi baktılar, ilk başta Malatya’da kalmak istediyse de annesini çok özlediği için vazgeçti ve Adana’ya geri dönüp eğitimine devam etti. Parasız yatılıda okurken kendi gibi olan arkadaşlarına sahip çıkar, derslerinde yardım ederdi.”

Sözlerine ara veren profesör, genç adama teyp kasetlerini göstererek önce onları dinleyip sonra mektuplarla bir araya getireceklerini ve böylece romanı yazacaklarını ifade etti. Bütün bilgileri toparlayıp anlaşılır hale getireceklerdi.

“Mustafa sessiz sakin bir çocuktu. Adana Lisesi’ndeki arkadaşları onu kızdırmak için lakaplar taksalar da o bunlara aldırış etmeyince lakap takmanın bir tadı kalmadı. Sonunda adı ‘Riyaziyeci Mustafa’ olarak kaldı. Sürekli baş ağrıları ve halsizlikle uğraşan Mustafa, buna rağmen dışa dönük ve mizah duygusu yüksek biriydi ve etrafındakileri eğlendirilebiliyordu. Daima karşısındakine bir şeyler öğretirdi, fakat bunu arkadaşça yaptığı için muhatapları ilk başta bir şeyler öğrendiklerini fark etmezlerdi. Bildiklerini aktarma işini sohbet eder gibi yapardı. Ölümünden sonra oğlu Hüseyin İnan ile evlenen eski asistanı Esin de fakülteye ilk girdiği zamanlar Mustafa Hoca’nın kendisine çok yardımı dokunduğunu anlatır.”

Adanalı Mustafa

Profesör, genç adamı araştırmaları bitene kadar misafir edeceğini söyledi. Zaten delikanlı da işi bitmeden dönmek istemiyordu. Geldikleri noktada daha Mustafa Hoca liseyi bitirmemişti. Kaldıkları yerden devam ettiler. Profesör anlatıyor, genç yazıyordu. “Mustafa on sekiz yaşına geldiğinde babasını kaybedince kendisini bir anda az miktardaki emekli aylığıyla geçinebilmesi çok zor olan ailesine bakma telaşında buldu. Artık tek gayesi üç sene içinde öğretmen olup hayata atılarak annesine ve kardeşlerine bakabilmekti. Hem böylece öğretmenlik tutkusunu da yaşayacaktı. Bu nedenle Fen Fakültesi’ne yazıldı. Mühendislik Mektebi’ne yazılıp iki sene fazla okuyarak üniversite hocası olması için ona yalvardım. En sonunda kendisine bilimin kapılarını açacak olan Mühendislik Mektebi’ne girmeye karar verdi. Mektebe kesin kayıt yaptırmak öyle kolay değildi, önce giriş imtihanını kazanması gerekiyordu. Kayıt için gittiğinde İstanbullu öğrenciler ona bu okula girmenin zorluğunu anlatmış ve her babayiğidin harcı değildir diye eklemişlerdi, belli ki onu küçük görmüşlerdi. Sınav kâğıdını kırk beş dakika erken verdiğini gören gözetmen şaşırıp kâğıdını inceleyince şaşkınlığı daha da arttı. Adını ve nereli olduğunu sorarak kâğıda kocaman ADANALI MUSTAFA yazdı. Adanalı Mustafa sınavda birinci oldu, aslında o sınava birileriyle yarışmak için değil sadece deneyip başarmak için girmişti.

Mustafa İnan’ın Mühendislik Mektebi’ne girdiği dönem, en doğru yol göstericinin bilim olduğuna inanıldığı bir dönemdi. Üniversite reformuyla kürsüler kurulmaya başlanmış; Darülfünun üniversite, müderrisler ise profesör olmuştu. Mustafa da doğadaki matematiksel sistemi öğrenmek için sınırlı imkânları ardında bırakarak batıya gelmişti ve taşranın kaderini değiştirmek istiyordu. Yine parasız yatılı olarak başladığı yüksekokulda da herkesle arkadaşlık ediyor ve yardımcı oluyordu. Hatta sınıf arkadaşı Aram Manavyan’ın anlattığına göre bir hoca ilk gün sınıfa gelip dersi aranızdan birisi anlatsın deyince Mustafa gönüllü olmuş ve başarılı olunca da sene boyu dersi o anlatmıştı. Mustafa, sadece bilime değil edebiyata ve tiyatroya da ilgiliydi; yaşamayı seviyordu. Onun geniş kültürü ve bilgisi karşısında, ‘Bu öğrenci varken ben hocalık yapamam.’ diye istifa eden profesörler, Mustafa soruya ne cevap verirse versin tam puan veren hocalar olduğu şeklinde efsaneler yayılıyordu. Sınıf arkadaşlarından İbrahim Batukan, ‘Mustafa erkenden uyanıp duş alır, giyinir, kahvaltısını eder ve daha herkes uyurken ders çalışmaya başlamış olurdu. Herkes efsanelere takıldığı için Mustafa’nın gerçekten çok çalıştığına ve gerçek yaşamına dikkat eden olmazdı.’ Demişti.” Profesör, “Aslında efsaneleştirmelere karşı değilim, yeter ki bahsedilen kişi bunu hak ediyor olsun. Mustafa yardımseverliğiyle kendi efsanesini yazdı.” diye de ekledi.

Sonuç

Bir Bilim Adamının Romanı, birçok imkânsızlık içinde iki savaş gördüğü hayatını bilime adayan Mustafa İnan’ın hikâyesi... Oğlu Hüseyin İnan’ın kaleme aldığı sonsözde belirtildiğine göre bu roman, taşrada yaşayan gençlere örnek gösterilip yüreklendirilmeleri için TÜBİTAK tarafından ortaya atılan bir fikirmiş. Romanı oluşturan belgeler Jale İnan tarafından toplanmış; o günlerde Tutunamayanlar ile TRT Roman Ödülü’nü kazanan eski öğrencisi Oğuz Atay’a ise başarılarla dolu bu hayatı romanlaştırmak kalmış.

Mustafa İnan, hayatını Türk bilimine adamış, yurtdışına yerleşip araştırmalarını daha iyi şartlarda yapabilme imkânına sahipken çok değer verdiği ülkesinde kalarak sıfırdan bir ekol oluşturmayı tercih etmiş kıymetli bir bilim adamıdır. Kaderin, bu değerli hocaya oynadığı oyun ise son nefesini her zaman ileriye götürmek uğruna çabaladığı vatanında verememek olmuş.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE