'Kırmızı Pazartesi' kitap özeti

Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

'Kırmızı Pazartesi' kitap özeti

Giriş

Büyük yazar Gabriel Garcia Marquez, yedinci romanı “Kırmızı Pazartesi”yi 1981 yılında okuyucusu ile buluşturdu. Yazarın bu romanı, hem ülkesi Kolombiya’da hem de dünyanın dört bir yanında sarsıcı etkiler doğurdu. “Kırmızı Pazartesi”, herkesin işleneceği konusunda tereddüt etmediği fakat engel olmak için de hiçbir şey yapmadığı bir cinayetin hikâyesi…

Marquez, çocukluk dönemini geçirdiği kasabada yıllar önce gerçekleşmiş bir cinayet olayını eşsiz anlatımıyla ortaya koyuyor. Her ne kadar romanın kahramanı Santiago Nasar’ın bir cinayete kurban gideceği en başından beri belli olsa da kitap sürükleyiciliğinden bir şey kaybetmiyor. Ayrıca bu eseri bir cinayetin arka planı ve iç yüzü çerçevesinde dar bir pencereden yorumlamak da hatalı olacaktır. Çünkü roman, bir cinayet vakası karşısında toplumun ortak refleksleri üzerine sosyolojik bir değerlendirme alanı da açıyor. Bu sayede toplumsal ruh çözümlemesi niteliğine de bürünüveriyor.

1928 yılında Kolombiya’nın Aracataca şehrinde doğan Marquez, hukuk ve gazetecilik eğitimini yarıda bırakarak uzun dönem gazetecilik yaptı. Bu sırada öyküler de yazmaya başlayan Marquez, ilk olarak “Yaprak Fırtınası”nı yayımladı. “Albaya Mektup Yok”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kırmızı Pazartesi” gibi önemli eserleri ortaya koyan Marquez, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldü. 2014 yılında, seksen yedi yaşında hayata veda etti.

Kitap özetinden bölümler:

Santiago Nasar’ın Hayatının Son Anları

Santiago Nasar, öldürüleceği günün sabahında, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için erkenden uyanmıştı. Rüyasında koca koca incir ağaçlarının arasından geçtiğini görmüştü, incecik çiseleyen yağmur altında bir an için mutlu olmuştu. Bu rüyayı kötüye yormamıştı.

Üstünü başını değiştirmeden çok az uyumuş, kötü bir gece geçirmişti. Uyandığında başı ağrıyordu, bunun gece yarısından sonraya kadar sürmüş olan düğün eğlencesinden kaynaklandığını düşündü.

Evinden çıktığı andan başlayıp boğazlanana kadar geçen sürede karşılaştığı herkes, onu uyku mahmurluğu içinde fakat keyifli olarak hatırlıyordu. Çoğunluğun anlattıklarına bakılırsa o gün bulanık ve kapalı bir hava vardı. Tıpkı Santiago Nasar’ın uykusunda gördüğüne benzer ince bir yağmur çiseliyordu.

Santiago Nasar, her ikisi de kolalı olmayan beyaz ketenden bir pantolon ve gömlek giymişti. Eğer o gün piskopos gelecek olmasaydı, babasından miras kalan sığır çiftliğine her Pazartesi giderken giydiği haki giysisini ve binici çizmelerini giyerdi.

Her zaman tıpkı babası gibi yastık kılıfının arasına sakladığı silahı ile beraber uyurdu. Ama o gün evden çıkarken mermileri silahından çıkarmış ve komodinin çekmecesine bırakmıştı.

Santiago Nasar, ocak ayının son haftası 21 yaşını tamamlamıştı. İnce ve uzundu, soluk benizliydi. Mantık evliliği yapan ve hayatı boyunca hiç mutlu olmayan annesinin tek çocuğuydu. Babasını üç sene önce ansızın kaybetmişti. Ve o günden sonra da anasının yanında babasına benzemeye çalışmıştı.

Ateşli silahları kullanmayı, at binmeyi, cesaretli olmayı ona hep babası öğretmişti. Babasının ölümü üzerine çiftlik işlerini sürdürebilmek için okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Neşeli, barışçıl ve açık yürekliydi Santiago.

Onu öldürecekleri gün annesi, oğlunun günleri karıştırdığı için beyazlar giydiğini düşünmüştü. O günün pazartesi günü olduğunu hatırlattı ona. Ama oğlu, olur da piskoposun yüzüğünü öpme şansı bulursa diye böyle şık giyindiğini söylemişti. Annesi, piskopos gemiden inmeyecektir bile, her zamanki gibi görev gereği hayır dua edecek, geldiği gibi dönüp gidecektir. Bu kasabadan nefret eder o, demişti ona.

Annesinin tüm bu söylediklerini Santiago Nasar da gayet iyi biliyordu. Fakat kilisenin debdebesi ister istemez büyülüyordu onu. Annesi yanına şemsiyesini de almasını söylemiş ama Santiago ona eliyle bir veda işareti yaptıktan sonra uzaklaşmıştı. Bu onu son görüşüydü.

Santiago Nasar evinden çıktığında, vapurun düdük sesinin yoğunlaştığını gören pek çok insan telaşla limana doğru koşturuyordu. O saatte meydanda açık olan tek yer Santiago Nasar’ı öldürmek için bekleyen iki adamın içinde olduğu sütçü dükkânı idi. Onu öldürecek adamlar sımsıkı tuttukları bıçaklarını gazete kâğıtlarına sarmışlar ve dükkânda uyuyup kalmışlardı. 24 yaşında olan adamlar ikiz kardeşti. Birbirlerine çok benzeyen kardeşlerin isimleri Pedro ve Pablo Victoria idi.

Her ikisi de meydanı geçmek üzere olan Santiago Nasar’ı gözleri ile izliyordu. Sütçü dükkânının sahibesi Clotilde Armenta, ona daha çok acıyarak baktıklarını söylüyor. O gün gemiden inmemişti piskopos. Yetkililerle ve okul çocukları dışında da limanda pek çok insan beklemekte idi. Vapur tıpkı bir ejderha gibi homurdanarak kıyıya yaklaşmış, tam o esnada bando da piskoposluk marşını çalmaya başlamıştı.

Fakat kalabalığın hayal kırıklığına uğraması pek uzun sürmedi. Kıyıya yaklaşan vapur iskeledeki kalabalığın hizasına gelince piskopos istavroz çıkardı ve uzaklaştı.

Bayardo San Roman ve Talihsiz Düğün Gecesi

Angelo Vicario, yani dün geceki düğünde evlenmiş olan o güzel kız, anne ve babasının yanına yeniden gönderilmişti. Çünkü bir günlük kocası Bayardo San Roman tarafından bakire olmadığı fark edilmişti. Toplumun bildiği tek bir şey vardı, o da Angelo Vicario’nun ağabeylerinin onu öldürmek istedikleriydi.

Angela Vicario’nun bakire olmamasına kasabadaki kimse ihtimal vermezdi. Zira onun daha önce hiç sevgilisi olmadığı gibi sert bir annenin de yönetimi altında ablaları ile beraber büyümüştü.

Karısını ailesinin yanına geri gönderen Bayardo San Roman, düğünden yaklaşık altı ay kadar önce ağustos ayında gelmişti kasabaya. Otuz yaşlarında olmasına karşılık yaşını hiç göstermiyordu. İncecik beli ve ela gözleri vardı. Hiç kimse onun kasabaya ne yapmak için geldiğini kestirebilmiş değildi. Düğünden kısa bir süre önce bu konuyu kasabadan birisi ona sormaya cesaret etmiş, Bayardo ise “Kasaba kasaba gezerek evlenecek birini aradığını.” söylemişti.

Bayardo ile Vicario’nun nasıl tanıştığı hususu bir türlü aydınlatılamadı. Yalnızca bekâr erkeklerin kaldığı pansiyonun sahibesinin anlattığına bakılırsa; eylül sonlarında bir gün Bayardo San Roman, salondaki salıncaklı sandalyede öğle vakti uyurken Angela Vicario ve Angela Vicario’nun annesi ellerinde yapma çiçek dolu sepetle meydandan geçmekte imiş. O esnada gözleri aralanan Bayardo, geçenlerin kim olduğunu pansiyon sahibesine sorarak öğrenmiş.

Anne ve kız meydanın öbür ucuna ulaşana kadar da Bayardo onları izlemiş. Sonra da gözlerini tekrar yumarak başını sandalyeye geri yaslayıp uyumuş. Bir başka rivayete göre ise Bayardo ile Angela Vicario’nun ilk karşılaşması şu şekilde olmuştu:

Ekim ayındaki ulusal bayramda Angela Vicario hayır amaçlı bir eğlencede piyango çekilişlerini gerçekleştirmekteydi. Bayardo San Roman da eğlence alanına gelmiş, doğrudan piyango masasına uğramış ve Angela’ya sedef kakmalı gramofonun fiyatını sormuştu. Kız ise onun satılık olmadığını, piyango ikramiyesi olarak verildiğini söylemişti.

Herkesin heyecanla beklediği piyango çekilişi gerçekleşmiş ve Bayardo San Roman gramofonun sahibi olmuştu. Angela Vicario o gün akşam eve döndüğünde hediye kâğıdına sarılmış ve fiyonkla süslenmiş gramofonun evinde kendisini beklediğini gördü. Böyle bir hediyeyi kendisine vermesi için Bayardo San Roman’a hiçbir şekilde cesaret vermediğine anne ve babasını ikna etmesi epey zor oldu.

En nihayetinde kızın ikiz abileri Pablo ve Pedro gramofonu geri vermek üzere pansiyona doğru yola koyuldular. Bu işi o kadar tantanalı şekilde yaptılar ki kasabada olayı duymayan hiç kimse kalmadı.

Angela Vicario, kısıtlı imkânlara sahip ailenin en küçük kızıydı. Orta hâlli bir kuyumcu olan baba Poncio Vicario, namusuyla evini geçindirmek için altından onca güzel şey yaparken gözlerini bozmuştu.

Bayardo San Roman, kasaba halkı tarafından kendisi hakkında ileri sürülen tüm varsayımlara son noktayı koymak için bütün ailesini alıp kasabaya getirmişti. Dört kişiydiler; babası, annesi ve ortalığı karıştıran iki kız kardeşi.

Anne Alberta Simonds, gençlik zamanlarında Antiller’in en güzel 200 kızı arasından en güzeli seçilmişti. Fakat en büyük koz babaydı: General Petronio San Roman, önceki yüzyılda yaşanmış iç savaşın kahramanı, Tucurinca felaketinde Albay Aureliano’yu mağlup eden birliğin en büyük iftihar kaynaklarından biriydi. Babanın kim olduğunu öğrenen tüm kasaba halkı onu selamlamaya gitmişti.

Angela Vicario, Bayardo ile evlenmek istemiyordu. Bayardo onu baştan çıkarmak için bile uğraşmamış fakat hoşlukları ile Angela’nın ailesini büyülemeyi başarmıştı. Anne ve babanın dayandığı gerekçe ailenin başına konan bu talih kuşunu kaçırmaya hakkının olmadığına dairdi. Angela her ne kadar aralarında aşkın olmadığını söylemeye şöyle bir cesaret etmişse de annesi, “Aşk da öğrenilir.” diyerek onu geçiştirdi.

Düğün günü yaşanan tek aksiliğin müsebbibi de damat olmuştu. Damat Bayardo, Angela Vicario’yu almaya iki saat kadar geç gidince Angela da gelinliği giymeye yanaşmamıştı. Gerçi hiç gelmese daha çok sevinecekti. Bir kadın için gelinlik ile bekletilmekten daha utanç verici bir talihsizlik olamazdı, bu nedenle Angela doğal olarak tedbirli hareket etmişti.

Angela’nın bakire olmadığı hâlde saflığın simgesi olan duvağını ve portakal çiçeklerini takması büyük bir saygısızlık olarak yorumlanacaktı daha sonra. Düğün gecesi Angela’nın annesinin anlattığı kadarıyla şöyle:

Kapı çalındığı zaman baba Vicario uyuyormuş. Kapı ağır ağır tam üç defa, sanki kötü bir haber varmış gibi acayip bir sesle çalınmış. Kimseyi uyandırmamak için ışığı yakmadan açmış kapıyı. Sokak lambalarının ışığı altında, sırtında düğmeleri açılmamış ipekli gömleği, ayağında süslü pantolonuyla Bayardo San Roman’ı görmüş. O esnada Angela Vicario gölgede beklemekteymiş. Ancak Bayardo onu kolundan tutup ışığın altına getirince görebilmiş.

Bayardo San Roman içeri girmemiş, tek bir söz bile etmeden Angela’yı yavaşça evin içine doğru iteklemiş. Son derece keyifsiz fakat bir o kadar sevecen bir sesle “Her şey için teşekkürler anne, siz bir azizesiniz.” demiş ve uzaklaşmıştı.

İkiz kardeşler annelerinin acil çağrısı üzerine eve geldikleri zaman, Angela Vicario yemek odasındaki kanepelerden birinin üzerinde yüzükoyun yatar hâlde idi. Suratı yediği yumruklar nedeni ile mosmor olan Angela’nın ağlaması kesilmişti. İki kardeşten Pedro daha kararlı görünüyordu. Angela’yı belinden tuttuğu gibi kaldırmış “Hadi kızım anlat.” demişti ona, “Kim olduğunu söyle bize.”

Angela bir süre duraksadı, sonra Santiago Nasar dedi.

Cinayet Öncesi Yaşananlar

Avukat, işlenen cinayetin namus uğruna gerçekleştirildiğini, bu nedenle fiilin meşru savunma kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini hararetle savunmuş ve mahkeme heyetini ikna etmeyi başarmıştı. İkizler de davanın sonunda bin kez de olsa yine aynı cinayeti işleyeceklerini söylemekten geri durmamışlardı.

Öncesinden işleneceği bu denli belli olan başka bir cinayet olamazdı. Angela Vicario, Santiago Nasar’ın ismini ikiz abilerine verdikten sonra abileri doğruca kasaplık gereçlerini sakladıkları domuz ahırına gitmişler ve en iyi iki bıçağı seçmişlerdi. Her iki bıçağı da bir bez parçasına sarmaladıktan sonra kimi tezgâhların yeni yeni açılmaya başladığı erken saatlerde kasaplar çarşısına bilemeye götürmüşlerdi.

Pedro iki bıçağı sırayla bileğitaşına sürttü, Pablo da manivelayı çevirdi. En sonunda Pablo kendininkini lambaya doğru kaldırarak ne kadar parladığını incelemiş ve “Santiago Nasar’ı öldüreceğiz.” demişti. Bu cümleyi duyan diğer kasaplar hiç aldırış etmedi, çünkü ikiz kardeşler iyi insanlar olarak nam salmışlardı. Kasapların pek çoğu cinayet sonrası verdikleri ifadelerde “Biz o sözlerin sarhoş palavraları olduğunu sanmıştık.” dediler.

Pablo Vicario’nun tehdidinde gerçeklik payı olduğunu sezen tek kişi ise Faustino Santos olmuştu. Daha önce ölmeyi hak eden o kadar kişi varken niçin Santiago Nasar’ı öldürmeleri gerektiğini sormuştu ikiz kardeşlere. Pedro Vicario da “Santiago Nasar nedenini iyi bilir.” diyerek yanıtlamıştı bu soruyu.

Cinayetin işlendiği günün sabahı saat 04.10’da girmişlerdi Clotilde Armenta’nın sütçü dükkânına. Armenta sadece onları beğendiği için değil, aynı zamanda kendisine düğün pastası da gönderdikleri için minnettardı onlara. Bu yüzden de onlara bir şişe şekerkamışı romu ısmarladı. Birkaç yudumda şişeyi içip bitirmişler ama bana mısın dememişlerdi. Çünkü kafalarındaki saplantıya dalmışlardı ikiz kardeşler. Daha sonra aba ceketlerini çıkarıp sandalyelerinin arkasına astılar.

Clotilde Armenta, ikiz kardeşleri kararından vazgeçirmek adına bir şişe sığırkuyruğu rakısı da ikram etti onlara. Kadınların bu dünyada ne kadar yalnız olduğu düşüncesi de o anlarda egemen olmuştu zihnine.

İkizler özellikle de çarşıya indikleri cuma günlerinde günün ilk kahvesini içmek için Pablo Vicario’nun nişanlısı Prudencia Cotes’in evine uğrarlardı. Avlunun kapısını itekleyip açmışlar ve Prudencia Cotes’in annesini selamlamışlardı. Kahvenin henüz hazır olmadığını gören Pablo Vicario “Şimdi acelemiz var, sonraya kalsın.” demişti.

Kadın da “Tahmin edebiliyorum, namus meselesi beklemez.” demişti.

Ama ikiz kardeşler yine de beklemişlerdi. O anda Pedro Vicario, abisinin bilerek vakit kaybettiği düşüncesine kapıldı. Prudencia Cotes de namus cinayeti fiilinde ikiz kardeşlerle aynı düşünceleri taşıyordu. Hatta o kadar ki nişanlısı bu erkeklik görevini yerine getirmezse onunla evlenmeyecekti bile. Pablo Vicario hapisten çıkıp da gelene kadar üç sene boyunca umutsuzluğa kapılmadan onu bekleyecekti.

Sonuç

En basit tarifi ile “Kırmızı Pazartesi”, bir töre cinayeti romanıdır. Fakat romanı sadece bir cinayet hadisesi olarak yorumlamak romana haksızlık olur. Zira cinayetin arka planında yaşananlar ve verilen mesaj çok daha kapsamlıdır; bu gibi olaylar karşısında tüm toplum niçin sessizliğe gömülür, göz göre göre gelen ölüme ses çıkarmak niçin bu kadar zordur?

Yazarın amacı; vicdan, ön yargı, ötekileştirme, ataerkil toplum düzeni, namus, ahlâk, toplum-birey çatışması, toplumsal cinsiyet rolleri gibi konuları kurgusal bir metinle irdelemektir. Romanda yer alan erkek karakterlerin tasvir ediliş şekilleri, onların sadece erkek olmalarından kaynaklanan güç ve otoritelerini vurgulamak ve eleştirmek üzerinedir.

Cinayetin gerçekleşeceği daha ilk sayfalardan okura haber verilse de kurgunun kuvveti ve dilin edebiliği, okuru romanda tutmaya yetiyor.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

 

YORUM EKLE