Giriş
19. yüzyıl Victoria döneminin özelliklerini yansıtan dekorlar içinde geçen “Jane Eyre”, bu dönemin en başarılı yapıtlarından biri olmuştur. Roman, oldukça yıpratıcı bir çocukluk ve gençlik dönemi geçiren Jane Eyre’nin mutlu bir sona ulaşması üzerine inşa edilmiştir.
“Jane Eyre”, İngiliz yazar Charlotte Bronte’nin 1847 yılında yayımlanan romanıdır. Charlotte, edebiyat dünyasında iz bırakan Bronte kardeşlerin en büyüğüdür. Kısa süreli yaşamlarında erkek isimleri kullanarak eserler yayımlayan kardeşler, kadınların edebiyat dünyasındaki öncü isimlerindendir. Charlotte, otuz dokuz yaşında gözlerini kapamıştır dünyaya. Yazarın kendi yaşamından izler taşıyan bu roman, içerdiği gotik ve romantik unsurlarla yıllara meydan okuyan bir başyapıt niteliği taşımaktadır.
Roman farklı sınıftan iki kişi arasındaki aşkı, zor günler geçiren Jane’nin mutlu sona ulaşması konusunu, toplumda yaşanan dini baskı, sınıf ayrımı ve erkek üstünlüğü temaları içinde ele alınmıştır.
Kitap özetinden bölümler:
Okul Yolu
O gün yürüyüş yapmam olanaksızdı. Kasvetli bulutlar damlalarını yeryüzüne bırakmışlardı. Zaten soğuk havalarda yürüyüş yapmayı hiç sevmezdim. Eve gelmiştim. John, Eliza ve Georgiana oturma odasındaki ateşin başına toplanmışlar, annelerinin etrafını sarmışlardı. Bayan Reed, çocuklarının yanında mutlu görünüyordu. Ben onların yanına yaklaşamazdım, bana yasaklamıştı. Oturma odasının yanında küçük bir oda vardı. Oraya geçip perdenin arasına gizlenerek kitabımı okumaya başladım. “İngiltere Kuşlarının Tarihçesi”ni okuyor, kitaptaki bölgeleri zihnimde canlandırıyordum. Kitaptaki her resim benim için yeni bir öykü demekti, mutluydum. Ben mutlu bir şekilde okumaya devam ederken John’un sesi duyuldu: “Ekşi surat, neredesin?” Sonra bana doğru yaklaştı ve perdenin ardından çıkmamı istedi. John, benden dört yaş büyüktü, on dört yaşında bir okul çocuğuydu. Sinirli bir yapısı vardı. Annesi ve kız kardeşlerinden hoşlanmaz, benden ise nefret ederdi. Genellikle onu buyruklarına uyardım, perdenin ardından kalkıp karşısına dikildim. “Bizim kitabımıza okumaya hakkın yok senin.” dedi ve yüzüme bir tokat patlattı. Tokat canımı acıtmıştı, dayanamadım ve “Zalim çocuk!” diyerek üstüne atıldım. Gürültümüz kısa sürede ev ahalisi tarafından duyuldu. Bayan Reed odaya geldi, dadı Bessie’den beni üst kattaki kırmızı odaya kapatmasını istedi.
Şimdi kırmızı odada kendimi kaybetmiş durumdaydım. Issız ve soğuk odada tek başıma bırakılmıştım. Dayım Bay Reed öleli dokuz yıl olmuştu. Belki o yaşasaydı bu yaşadıklarım başıma gelmezdi. O, son nefesini şu an bulunduğum odada vermişti. Gün ışığı kırmızı odadan çekilmişti. Ansızın bir ışık görür gibi oldum, hortlağın bana yaklaştığını sandım. Kilitli kapıya koştum ve korktuğumu, beni buradan çıkarmaları gerektiğini söyledim. Fakat kapıyı açan olmadı. Gecenin geri kalan kısmını anımsayamıyorum. Bir tür kriz geçirip kendimi kaybetmişim.
Ertesi gün gözlerimi açtığımda eczacı Bay Lloyd başımdaydı. Beni muayene etmiş, kendime getirmişti. Şimdi bir şeyler yemem gerektiğini söyleyip odadan ayrıldı. Yemeğimi yedim ve Bessie’ye okumayı çok sevdiğim “Gulliver’in Seyahatleri”ni bana getirmesi için yalvardım. Dadı, kitabı getirdi. Ama o gün kitabı okurken kitaptakiler beni heyecanlandırmadı, bilakis her şey kasvetli göründü gözüme. Çok fazla okumadan kitabın kapağını kapattım. Aynı gün eczacı durumumu kontrol etmek için bir daha geldi. Ona anne babamın öldüğünü, yengemin beni kırmızı odaya kapattığını anlattım. Okula gidip gitmek istemediğimi sordu bana. Düşünmeye başladım, okulun ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Sonra, “Evet, hem de çok isterim.” deyiverdim.
Günler, haftalar çabucak gelip geçti. Benim aklımdan çıkmayan kırmızı odada geçirdiğim o geceyi herkes unutmuştu. Yengem, okulla ilgili hiç konuşmamıştı ama artık benimle aynı evde yaşamaya tahammül edemeyeceğini biliyordum. Ocak ayını on beşinin sabahıydı. Evin önünde bir araba durdu, içinden bir adam indi. Adamın adı Brucklehurst’du, okulda görev yapıyordu. Yengem, beni incelemesi için ona başvurmuştu. Bay Brucklehurst, yaşımı ve adımı sordu. “Jane Eyre, on yaşımdayım.” dedim. Bana “Çocuk Rehberi” diye bir kitap verdi. Sonra yengem odama dönmemi istedi. Yakın zamanda okula gönderileceğimi anladım. Bu yengeme karşı kazandığım ilk zaferdi.
Lowood Günleri
On dokuz ocak sabahı evden ve Gateshead’den ayrılıp okulun yolunu tuttum. Okulun bulunduğu alana vardığımda önce yatağım gösterildi, sonra yemek verildi. Ardından sınıfım gösterildi, ilk dersime girdim. Ben girer girmez sınıfta bir curcuna koptu. Fakat öğretmen kısa süre içinde disiplini sağladı, böyle bir şeye alışık olmadığım için şaşırmıştım. Ders arasında bahçeye çıktım. Dolaşmaya başladım, bahçe kapısının üstündeki yazı dikkatimi çekti: “Lowood Tesisleri” Yakınımdaki taş sıranın üzerinde kitap okuyan bir kız gözüme ilişti. Ona yaklaşıp kapıdaki yazının ne anlama geldiğini sordum. “İçindeki bulunduğun hayır yuvasının adıdır o. Senin, benim ve buradaki herkesin bağışla geçindiği kurum.” dedi. Sonra onunla tanıştık, adı Helen’di. Okuduğu kitap hakkında, öğretmenler hakkında konuşarak sohbetimizi derinleştirdik.
Okul müdiresi Bayan Temple’ın buradaki en bilgili ve en iyi kişi olduğunu söyledi bana. Bu sırada öğle yemeği zili çaldı. Yemekhaneye geçip yemeğimizi yedik. Ardından öğleden sonraki dersler başladı. Tarih dersinde öğretmen, bahçede tanıştığım kızı cezalandırdı, sınıfın ortasında ayakta bekletti. Bu ceza yüz kızartıcı, zavallıca göründü bana. Saat beşi geçtiğinde bir yemek daha verildi. Sonra yine derse girdik. Akşam olduğunda yataklarımıza geçtik, dualarımızı okuduktan sonra yattık. Lowood’daki ilk günüm işte böyle sonlandı.
Lowood’da geçirdiğim ilk günün düzeni ilerleyen günlerde de sürdü. Helen’le dostluğumuz günden güne ilerledi. Birbirimize dertlerimizi açabiliyorduk. Orada iyi anlaştığım bir diğer kişi de Bayan Temple oldu. Daima bana iyi davrandı, sıkıntılarımı çözmeye çalıştı. Buranın yoksunluklarına rağmen Gateshead Konağı aklıma bile gelmiyordu. Fakat bu yoksunluklar kimi zamanlar etkisini göstermiyor değildi. Bir mayıs ayıydı, karlar çözülmeye başlamıştı. Okulumuz dere yatağında, ormanlık bir alandaydı. Daima yarı aç gezen öğrenciler, soğuğun etkisiyle bir bir yatağa düşmeye başlamışlardı. Seksen kızın yarısından fazlası hastalandı. Bunun sunucunda disiplin azaldı, sınıflar bölündü. Biz sağlıklıların hayat şartları iyileşmişti, daha çok yemek yiyebiliyorduk ama arkadaşlarımız hastaydı. En yakın arkadaşım Helen de hastalananlar arasındaydı. Hastalar, sağlıklı olanlardan ayrı tutulduğu için onu göremiyordum, durumundan haberdar değildim. Bir gün dayanamayıp hastabakıcıya onun durumunu sordum ve kötü olduğunu öğrendim. Anladım ki Helen bu dünyadan göçmek üzereydi. Gece yarısı gizlice onun yattığı odaya girdim. Sabaha değin yan yana uyuduk. Sabah olduğunda ben uyanmıştım, Helen ise ölmüştü. Mezarı Brocklebridge kilisesinin yanı başında. Başucundaki taşta “Dirileceğim.” yazıyor.
Lowood’da sekiz yıl boyunca tekdüze bir yaşam sürdüm ama mutluydum. Altı yıl öğrenciliğimdeki başarının ardından öğretmenlikle görevlendirildim. Bu süreçte Bayan Temple okul müdireliğine devam etti. Sonra bir gün evlenip gitti. O günden sonra yalnız kaldığım için benim açımdan da huzurlu yaşamım sona erdi. Yaşamımı böyle devam ettiremezdim, bir gazeteye mürebbiyelik için ilan verdim. Birkaç gün sonra ilanım sonuç verdi. Thornfield’de bir çiftlik sahibinden mektup aldım ve hayatımı orada devam ettirmeye karar verdim. Okuldan ayrılacağım gün yıllardır görmediğim Bessie ziyaretime geldi. Çok özlemiştim, sarıldım ona. Evlenmişti, Jane adında bir kız çocuğu bile vardı. Birkaç saatliğine oturup eski günleri andık. Konuşma arasında yedi yıl önce, ben evden ayrıldıktan sonra, amcamın Reed’leri ziyaretinden bahsetti. Dediğine göre amcam beni aramış ama bulamamış. Sonra da işi için başka bir memlekete gitmiş. Hasret giderdikten sonra ikimiz de bizi gitmek istediğimiz yere götürecek olan arabalara bindik. O Gateshead’e, bense yeni hayatıma doğru yol alacaktım.
Yeni Öğrenci, Kır Gezileri
Thornfield’e vardığımda beni evin kâhyası karşıladı. Ders vereceğim öğrencim Adele ile beni tanıştırdı, evi gezdirdi. Adele, Fransa’da doğup büyümüştü. Bu yüzden arada Fransızca konuşuyordu. Neyse ki ben Fransızca eğitimi almıştım, sıkıntı yaşamayacaktım. Evin asıl sahibi Bay Rochester’dı. İşlerinden dolayı eve ara sıra uğruyordu. Bu yüzden onunla tanışmam biraz geç olacaktı. Eve yerleştim ve zaman kaybetmeden derslere başladık. Adele, çalışmaya pek meraklı bir öğrenci değildi ama sözümden çıkmıyordu. Konağın diğer sakinleri de iyi insanlardı, burada rahat bir hayata kavuşacağımı düşünüyordum. Konağın çevresinin manzarası da çok güzeldi. Her gün düzenli aralıklarla gezintiye çıkıyor, manzaranın keyfini çıkarıyordum. Gezintiler ve öğrencim Adele’le birlikte zaman su gibi akıp geçiyordu.
Ekim, kasım ve aralık hızlıca gelip geçti. Bir ocak günü kırlarda geziye çıkmıştım. Thornfield’den bir buçuk kilometre ötede bir kır yolunda dolaşıyordum. Birden atın üstünde bir adam, yanında köpeğiyle hızla karşıdan gelmeye başladı. Adam tam yanıma yaklaştığı sırada dengesini kaybedip attan düştü. Onun yanına yaklaştım, iyi olup olmadığını sorup Thornfield’den yardım getirebileceğimi söyledim. “Demek orada oturuyorsunuz. Orada göreviniz nedir?” diye sordu. Mürebbiye olduğumu söyledim. Ardından iyi olduğunu söyledi ve benden az ötede onu bekleyen atını getirmemi rica etti. Biraz ürkerek de olsa ata yaklaştım ve yularından yakalayıp ona getirdim. Teşekkür etti ve atına atlayarak yol aldı. O gittikten sonra ben de geri dönüş yoluna koyuldum. Konağa yaklaştığımda kır yolunda rastladığım atın ve köpeğin konağın önünde beklediklerini gördüm.
Bay Rochester, o gün yorgun olduğu için erken yatmıştı. Bu yüzden onunla ancak bir sonraki gün tanışabildik. Bana hayatım hakkında birçok soru sordu, hobilerimi öğrenmek istedi. Ona şimdiye kadarki yaşamımı kısaca anlattım. Piyano çalmayı ve resim yapmayı sevdiğimi söyledim. Biraz huysuz bir adama benziyordu, ona karşı soru yöneltme cesaretini o gün gösteremedim. Zaten çok da acele etmek istemiyordum, ne de olsa onun hakkında zamanla fikir sahibi olabilecektim.
Beklediğim gibi de oldu. Bir keresinde evde Rochester’ın misafiri vardı. Rochester, benden misafire göstermek için resimlerimi istedi ve ona sergiledi. Sonraki günlerde de beni daha yakından tanımaya başladı. Evde tek başına sıkıldığından, gevezelik etmek istediğinde sık sık beni çağırıyordu. Evdeki diğer görevlilerle konuşmayı tercih etmiyordu. Bir gün beni çağırttığında Adele’in hikâyesini anlattı bana. Adele’in annesi Celine Varens adında bir Fransız opera dansözüymüş. Rochester, ona âşıkmış bir zamanlar. Sonra onu bir başkasıyla görmüş ve ilişkisini sonlandırmış. Adele, bu olaydan altı ay önce dünyaya gelmiş. Celine, onun Rochester’ın kızı olduğunda ısrar etmiş. Ancak Rochester, kızda kendinden hiçbir eser görememiş ve bu ihtimali reddetmiş. Bu olaydan birkaç yıl sonra Celine, kızını bir başına bırakarak bir adamla İtalya’ya kaçmış. Rochester, kızın yalnız kalmasına dayanamamış ve onu yanına almaya karar vermiş. Ama hâlâ onun kendi kızı olduğunu düşünmüyordu. Rochester’la yaptığımız konuşmalarda ben genellikle dinleyen taraf oluyordum. Onun anlattıklarını dinlemek zevk veriyordu bana. Hayatımdaki boşlukların dolduğunu hissediyordum.
Bir gece şamdanımı söndürüp yatağıma girmiştim. Uykuyla uyanıklık arasındaki evredeydim. Birden kapının dışında birinin gülerek ve elini duvara sürterek geçtiğini hissettim. Bu gülüş konağın dikiş işlerini üstlenen Grace Poole’un gülüşüne benziyordu. Korkmuştum, “Kim o?” diye seslendim ama yanıt alamadım. Yatağımdan kalktım ve dışarıyı kontrole çıktım. Rochester’ın odasının kapısı aralıktı, içeriden dumanlar bulut gibi taşmaktaydı. Hızla odasına girdim ve onu uyandırmaya çalıştım ama bir türlü uyanmadı. Bunun üzerine bir kova su getirdim ve yanan yerin üzerine boşalttım. Bu esnada Rochester uyandı, şaşırmış gibiydi. Ona yaşananları heyecanlı bir şekilde, kısaca anlattım, Grace’den bahsettim. Beni sakinleştirdi ve bu gece yaşananların aramızda kalması gerektiğini söyledi. “Tamam, efendim. İyi geceler.” deyip odama döndüm.
Sonuç
Anlatıcının bakış açısıyla kaleme alınan romanda Charlotte Bronte, Jane Eyre üzerinden yaşamında derin izler bırakan olayları anlatıyor bizlere. Jane Eyre’in trajik çocukluğundan mutlu bir evliliğe erişinceye değin yaşadıklarını duygularımıza hitap eden bir üslup ile gözler önüne seriyor.
Jane Eyre, kahramanın başına gelen tüm olaylara rağmen iyimser bir roman. Genellikle başkarakterin hikâyesi üzerinden işlenen romanda yazar, diğer karakterlerin yan hikâyelerini de ustalıkla işliyor. Romanın, Bronte kardeşlerin “Biz de varız!” diyerek çağlarına meydan okudukları dönemden günümüze değin canlılığını yitirmemesi şüphesiz yazarın ustalığında ve birebir insanı anlatmasında yatıyor.
Her türlü tutuculuğun kol gezdiği Victoria döneminde geçen “Jane Eyre”, çoğunluk tarafından kadın hak ve özgürlüklerine sahip çıkan ilk romanlardan biri olarak kabul edilir. Yazarı Charlotte Bronte’nin yaşamından izler de taşıyan roman, zorluklar içinde büyüyen yapayalnız bir genç kızın güçlü bir kadına dönüşmesinin öyküsüdür.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.