Giriş
“Kitab-ül Hiyel” İhsan Oktay Anar’ın 1996 yılında basılan ikinci kitabıdır. Kitab-ül Hiyel ya da günümüz Türkçesi ile ifade edersek Hileler Kitabı; Puslu Kıtalar Atlası ile okuyucuyu ciddi anlamda şaşırtmış olan yazarın “eski mucitlerin hayat hikâyelerini” anlattığı eseridir. Yāsef Çelebi, Calūd, Uzun İhsan Efendi gibi birçok hiyelkâr ve mucit, İhsan Oktay Anar’ın geniş hayal gücüyle harmanlamış bir şekilde verilir.
Okuyanların kolayca başkalarına anlatamayacağı bu eser, yazarın diğer kitapları gibi bilim kurgu edebiyatının alt kollarından biri olan alternatif tarih tarzında yazılmıştır. Anlatılan olaylar tarihte hiç yaşanmamış olmasına rağmen büyük bir inandırıcılıkla ve dönemin koşullarına el verdiğince sadık kalınarak yazılmıştır.
Kitap özetinden bölümler:
Yāfes Çelebi
Yāfes Çelebi, Kuledibi’nde bulunan Tamburlu kıraathanesinde arifler ve güngörmüş âlimlerin sohbet konusuydu. İstanbullu bir topçu olan Yāsef Çelebi’yi tanımayan yoktu. Kılınç dövme sanatıyla yakından ilgiliydi ve Zekeriya usta tarafından çıraklığa kabul edilmişti. Gün geçtikçe artan “yetenekleri” herkes tarafından duyulunca esnafların şeyhi onu görmek istedi. Ustasıyla beraber elini öpmeye gittiği şeyhten dükkân açma icazeti aldı. Kendisinin ilk özgün tasarımı olan makas benzeri bir mekanizmaya sahip bir kılıncı dükkânının duvarına asmıştı. Şimdiye kadar görülmemiş bir silah olan bu alet hem merak konusu olmuş hem de herkesi tedirgin etmişti. İki elle tutulan silah, kabzası çekildiğinde makas gibi ikiye ayrılabiliyor, bu durum da rakibi indirmekte büyük kolaylık sağlıyordu. Bu sıra dışı icadının yaratabileceği rekabetten korkan meslektaşlarından biri durumu şeyhe bildirdi. Şeyh silahı görür görmez bayıldı. Sol tarafına inme inen şeyhin durumu tedirginliği ve kargaşayı iyice arttırdı. Yāsef Çelebi’nin dükkân için gerekli olan izin belgesi böylece iptal edildi.
Bir süre Galata’da avare avare dolaştı. Meyhanelerde, külhanlarda yatıp kalktığı rivayet edilir. O sıralar bir de müzik kutusu çizdiği aktarılmıştır. Yeraltından çıkardığı madenleri yumuşatarak şekil verdiğini, onlardan top, tüfek ve kılınç yaparak sattığını hayal edip duruyordu. Aklının bir köşesi daima farklı tasarımlarla doluydu. Bu sırada Tatavlalı divanelerden biri, Deli Metri adındaki bir filozofa ait bir kitabı okumasını tavsiye eder. Madrabazlar da Cezeri’ye ait olduğunu iddia ettikleri makine çizimlerinin olduğu bir kitabı on beş akçeye ona satarlar. Kucağında Ahmed bin Musa’nın hiyel kitabıyla uyuduğunu görenler ise ona acıyıp kuşağına akçe sıkıştırırlar. Bu paranın yarısıyla Mebhanika adlı bir kitap geri kalanıyla da meze almıştır.
Yāsef Çelebi, Deli Abuzer Beşe tarafından dökümcü kalfası olarak işe alındı. Esasen amacı hiyel ilmini öğrenmekti. Frenk mühendisinin aracılığıyla da mühendishaneye girdi. Frenk onun hamisi konumundaydı. Laboratuvarında çeşitli deneyler yapıyordu. Bazılarına göre suda patlayan madde bizzat onun tarafından bulunmuştu. Bazıları ise sahaftan aldığı Cezeri’ye ait kayıp bir hiyel kitabında bunun yazıldığını söylüyordu. Kendisini çalışmalarına fazla kaptıran Yāsef Çelebi, laboratuvarda geçirdiği uzun zamanlardan şüphelenen Frenk tarafından gözetlenmeye başlandı. Bodasayı bir volta pili yardımıyla suda çözdüğü vakit Frenk’te kapının ardından onu izliyordu. Maddeden küçük bir parçayı suya attığı zaman patlaya patlaya suda çözülmesi Frenk’i hayli şaşırttı. Bu olayın sırrını öğrenmek istedi. Ancak sırrı onunla paylaşmak istemeyen Yāsef Çelebi zaman kazanmak adına üç gün mühlet talep etti ve Frenk’in paltosunun cebine barut doldurup taktığı fitilin ucuna da patlayan maddeden yerleştirdi. Sırrını söyleyeceğini belirterek Frenk’i meyhaneye davet etti. Yağmurlu bir günde atıyla meyhaneye doğru yola çıkan Frenk, cebindeki fitilin suyla teması sonucunda infilak etti. Hamisinin ölmesiyle tek başına kalan Yāsef Çelebi, üstüne bir de derslerindeki başarısızlığı nedeniyle mühendishaneden atıldı.
Debbābe
Yāsef Çelebi mühendishaneden kovulduktan sonra bir yandan Galata, Kasımpaşa ve Tophane çevresinde dolaşır bir yandan da elindeki Debbābe çizimi üzerinden olmadık hayallere dalardı. Basit yapıdaki bu araç, dingille birleştirilen yan yana iki fıçıdan ibaretti ve fıçılara gire on, on beş asker içerden onları sürüyordu. Aklındaki bu tasarımını Zencefil Çelebi adındaki bir zata anlattığı söylenir. Zencefil Çelebi’nin o günlerde dillerden düşmeyen bir sevdası vardı. Güzel bir dilbere sevdalanan oğlunun hastalanacağından korkan babası da kızı istemeye karar vermişti. Kızın babası kızını vermeyi kabul etti, fakat düğünün padişahlara yakışır bir düğün olması, oğlanın da hac vazifesini yapması gibi pek çok şartı vardı. Zencefil Çelebi’nin babası oğlunu kaybetme korkusundan her bir isteği kabul etti. Zencefil Çelebi de düğün için gerekli olan parayı biriktirmek adına Şam’a gitti.
Burada kumaş ticareti ile uğraşıp gereken parayı biriktirdi ve yurda geri döndü. İçinde oluşan tedirginliği atmak adına önce Galata’da bir meyhaneye gitti. Yāsef Çelebi ile de burada tanıştı. Yāsef Çelebi içkisine ortak ettiği bu adama, gerçekleştiği takdirde padişahtan çuvallar dolusu altın alabileceği debbābe ismini verdiği korkunç bir muharebe aracı tasarladığını söyledi. Sonunda ikna çabası olumlu sonuç verdi; Zencefil Çelebi’nin vazgeçmemesi için erkenden dökümcü ustasıyla işe başladı. Dökümün başarısız olması üzerine para verilip tekrar döküme başlandı. Gittikçe tükenen paralar hata yapmayı da imkânsız hale getiriyordu. Aradan geçen bir aylık süre sonunda Zencefil Çelebi’nin parası tükendi ama Debbābe’nin ortağı olma düşüncesi endişelerini azaltmaya yetiyordu. Bu esnada Debbābe’nin Babıali yoluyla padişaha bildirilmesi görevi, Zencefil Çelebi’ye verildi. Dilekçesini yazıp kalem efendilerine verdiğinde karşısına yeni bir sorun çıktı. Debbābe’nin, Galata kadısının huzurunda ispatı gerekliydi. Bu engel aşıldı ancak çözüm için akçe miktarı gittikçe artan yeni sorunlar ortaya çıkmaya devam etti. Uzun bir aradan sonra sadrazama ulaşıldı. Tam o sırada beklenmedik şekilde Yāsef Çelebi kendi hissesini de ortağına vermeyi kabul etti. Zencefil Çelebi’nin zengin ve tanınır biri olmasına çok kısa bir zaman kalmıştı. Babıali’ye gittiğinde ise sevinci kursağında kaldı çünkü eline verilen evrakla artık bu işin bittiğini anlamıştı: Dilekçesi Bayezid’de bulunan Hiyel Kalem’inin reisi Uzun İhsan Efendi’ye teslim edilmişti.
Bu haberden sonra üzgün bir şekilde döndüğü mahallesinde acı bir haber daha aldı. Mahalledeki kocakarılar sevdiği kızın bir başkasıyla evlendirildiğini söylediler. Bundan sonrasında ise rivayetlere göre Zencefil Çelebi, kendisinin Sultan Mahmud olduğunu iddia eden Zincirli Mahmud’un zamanında divane taifesi içinde müjdecibaşılık yapmış, buradaki başarısıyla reisül-küttap olmaya hak kazanmıştı. Zincirli Mahmud’un vefatından sonra yerine geçen Kasımpaşalı Mecid tarafından görevinden alınmış, Tophane’de çürümekte olan debbābe’yle beraber malına mülküne de el konulmuştu.
Hiyelkâr
Yāsef Çelebi, geçimini sağlamak için yeni bir iş arıyordu. Leyden şişesi yapıp satmaya karar verdi. Uzun uğraşlar sonucunda Çeşmibülbülden aldığı şişelerin içine elektrik doldurdu. Öyle bir hale geldiler ki şişelere dokunanı elektrik çarpıyordu. Yāsef Çelebi zihninde oluşan fikirleri uygulamak üzere eline aldığı şişeyle meyhaneye gitti. Hayatını zorlaştıran Yeniçeri Deli Abuzer Beşe’de oradaydı. Elindeki şişeyle onun yanına oturdu, hiçbir şey söylemeden şişeyi Abuzer Beşe’ye uzattı. Kendisine şarap getirildiğini zannedip şişeyi aldı ve kapağını açmasıyla çarpılması bir oldu. Çarpılmanın etkisiyle şekli değişen adamı görenler gözlerine inanamadı. Bunun üzerine Yāsef Çelebi, şişenin içinde cin olduğundan, kendisine saygı gösterilmediği takdirde cinin kendilerini de çarpabileceğinden bahsetti. Kendisine bundan böyle “çelebi” denilmesini istediğini de belirtti. Meyhanedekilerden biri cinden, Abuzer Beşe’ye ne yapmasını istediğini sordu. Yāsef Çelebi’nin cevabı bir kez daha herkesi hayrete düşürdü. Onun kırk gün sonra kadına dönüşeceğini söylüyordu. Bu olay günlerce meyhanenin ilk gündemi oldu. Herkes yeniçerinin kadın olacağı günü bekliyordu.
Artık hem “çelebi” olarak anılıyordu hem de cebine para girmeye başlamıştı. Şişeleri satmaya devam eden Yāsef Çelebi, şişelerdeki cinlerin Abuzer’i çarpan Züverda adlı cinin soyundan geldiğini söylüyordu. Genç kuşağın itaatsiz olmasından, başıboş gezmelerinden dem vurarak eğer dilekleri gerçekleşmezse sorumluluğu almayacağını da belirtiyordu. Cinlerin, şişenin sahiplerinin isteklerini gerçekleştirmediğinden şikâyetçi olanlar arttıkça müşteriler azalmaya başladı. Otuz yaşında olan Yāsef Çelebi, artık daha düzgün bir iş bulması gerektiğini düşünüyordu. Bu seferki ilhamı ise çok başkaydı. Karaköy’de dolaşırken kulağına kemanla çalınan tuhaf bir nağme geldi. Nağmeyi çalan gemici çaldığı bestenin isminin “Hırsız Saksağan” olduğunu söyledi. Bu nağmeden ilham alan Yāsef Çelebi gece boyunca düşündü. Sabah erkenden kırları dolaşmaya çıktı. Saksağan yuvaları arıyordu. Bir hafta sonunda yeteri kadar yuva bulmuştu. Yuvalara tırmanıp saksağanların oradan buradan çaldığı şeyleri aşırmaya başladı. Sultan Süleyman zamanından kalma altın sikke ve hakiki incileri satarak bir süre geçimini sağladı. Rivayetlere göre tasarladığı toplarda bu dönemin ürünüydüler. Toplara Düşahī ve Zülkarneyn isimlerini verdi. Topların çok güçlü olduğunu düşünüyordu ve bu toplar sayesinde saygınlık kazanabileceği inancındaydı. Yeni icadı için sermaye aramayı düşünüyor fakat aklına Zencefil Çelebi geldikçe tedirgin oluyordu. Bir gün yine saksağan yuvalarının yanına gittiğinde eli silahlı muhafızları gördü. İçeri kimseyi sokmayan muhafızlar uçuruma düşen binlerce altını arıyor, ancak hiçbirinin aklına saksağanlardan şüphe etmek gelmiyordu. Yāsef Çelebi tek tek yuvalara tırmanıp bulabildiği kadar altını aldı. Bu garip mesleğe bir süre daha devam ettikten sonra saygınlık kazanmak için evini değiştirip birkaç da hiyel kitabı edindi.
Hayatını değiştirmeye karar verdiği bu dönemde yeniçerilerin Sultan Selim’e başkaldırdığını işitince bir dilekçe hazırladı. Bu dilekçeden ziyade bir nutuk niteliğindeydi, bunun için belagat kitabı dahi okuyup bitirmişti. Amacı padişahla yüz yüze görüşüp hiyel ilminin önemi anlatmaktı. O zamanlarda Galata ve İstanbullu Laz yamaklar ve onların kılığına giren kabadayıların korkusundan kimse dışarı çıkamaz olmuştu. Sonunda etrafının sakinlemesiyle Yāsef Çelebi’de uzun bir aradan sonra ilk defa dışarı çıkabildi. Fakat öğrendiği ilk şey padişahın katledildiği ve yerine dördüncü Mustafa’nın geçtiğiydi. Yazdığı dilekçeyi Divan- Hümayun vasıtasıyla saraya ileten Yāsef Çelebi padişahla görüşmeyi ummuştu fakat dileği gerçekleşmedi. Dilekçesinin Bayezid’de bulunan Hiyel Kalemi’ne gönderildiğini öğrendi. Silah tasarımlarını üretebilmesi için gerekli olan onayı almak üzere Hiyel Kalemi’nin reisi olan Uzun İhsan Efendi’nin evine gitti.
Yāsef Çelebi’nin kendisiyle görüşmek için verdiği altınlar Uzun İhsan Efendi’nin dikkatini çekti. Vurduğu saksağanın ağzından çıktığını söyleyen Yāsef Çelebi’ye pek de inanmadı. Görüşme esnasında oluşan soğukluktan evraklarının gecikeceğini anlayan Yāsef Çelebi şüphesinde haklı çıktı. Bir süre bunun üzüntüsünü yaşadıktan sonra “Kallab” adıyla yeni bir silah tasarladı. Akla hayale sığmayan bu icadın beratını almayı bu sefer gerçekten çok istiyordu. Padişahın, Alemdar Mustafa Paşa tarafından tahtan indirildiği bu dönemde yeni ordu düzeni kurulması planlanıyordu. Bu nedenle de yeni silahlar gerekliydi. Devlet dairesine gittiğinde icatlarının sadrazama en kısa zamanda iletileceği söylendi. Günlerden bir gün kapısı çaldı. Paşa Kapısı’na beklendiği bildirildi. Uzun İhsan Efendi tarafından verilmeyen belge ve ücret artık verilecekti. Bunun hayaliyle uykuya daldı. Sabah uyandığında duyduğu top seslerini merak ederek evden dışarı çıktı. Yeniçeriler, Paşa Kapısı’nı ateşe vermiş, enkazdan da Alemdar Mustafa Paşa’nın cesedi çıkmıştı.
Sonuç
İhsan Oktay Anar, eserinde Yāsef Çelebi’den başlayarak üç farklı hiyelkârın tasarımlarını, arayışını ve bu arayışta yaşadıklarını anlatır. Yāsef Çelebi, mühendisliğe merakı olan mekanik ve matematik alanında birçok şeyi öğrenip savaş aracı yapmayı ve padişahın onayına sunmayı amaçlayan biri olarak karşımıza çıkar. İkinci hiyelkâr Calūd, Yāsef Çelebi tarafından satın alınan bir köledir. Öğrendiği hiyel ilmiyle devri daim makinasını yapıp sonsuz iktidarı ele getirmeyi amaçlar. Üzeyir Bey ise Calūd’un yetimhaneden kendisinin icatlarını gerçekleştirmesi için aldığı biridir. Üzeyir Bey’in yaşadığı çelişkiler ve karmaşalar onun hiyelkârlıktan hayalkârlığa geçmesini sağlar.
Bu üç mucit planladıkları tasarımları gerçekleştirilmeye çalışırken başlarından geçen olaylar, romanın ana konusunu oluşturur. Mucitler tarafından tasarlanan makineler çizimlerle de detaylı şekilde okuyucuya sunulmaktadır. Eserini makine ve mekanik bilgileriyle kurgulayan yazar, teknolojik çalışmaların ve icatların insanoğlu üzerinde bıraktığı hırsı anlatır.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.