İhsan Oktay Anar 'Amat' kitap özeti

olaylar ve beklenmedik sonuçlarla süslediği eserinde “İlahi Komedya” ve “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” gibi metinlere güçlü göndermeler yer almaktadır. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

İhsan Oktay Anar 'Amat' kitap özeti

Giriş

Amat”, edebiyatımızın son döneminin öne çıkan yazarlarından İhsan Oktay Anar’ın 2005 yılında yayımlanan dördüncü eseridir. İhsan Oktay Anar’ın; fantastik unsurlar, ilginç olaylar ve beklenmedik sonuçlarla süslediği eserinde “İlahi Komedya” ve “Evliya Çelebi Seyahatnamesi” gibi metinlere güçlü göndermeler yer almaktadır.

“Amat”ı esrarengiz deniz seferi hikâyelerinden yola çıkarak kaleme alan yazar, romanda iyilik ve kötülüğün ezeli çatışması içinde sınırsız güç ve ölümsüzlük peşinde koşan kişilerin acıklı sonlarını başarıyla işlemektedir.

Kitap özetinden bölümler:

Deli Marangoz

Milattan sonra 1670 senesinin Şevval ayında Kostantiniye kenti, yukarının karanlığı altında uyumaktaydı. Doğu’dan esen rüzgâr kasvetli bulutları da içine alarak dört bir yana saçılıyordu. Kasvetli bulutlar dolunayı kapatsa da Galata, karanlığa hapsolmamıştı. Bunun nedeni mahzenlerde çift kilitlerle korunan yüzlerce altının ışıltısıydı. Her nerede olursa olsun servet servetti. Deli marangozun dışında bu semtte servetin izini sürmeyen tek bir kişiden söz edilemezdi.

Kurşunlu Mahzen Kâtibi Musa Efendi’nin “Tezakirü’l Mücrimin” eserinde yazılana göre o zamanlar bu semtte Avram Efendi isimde bir hekim yaşamaktaydı. O gece birkaç kişi nidalar eşliğinde onun kapısını çaldılar. Doktor kapıyı açtığında ona, Kayıkçı Recep’in gözlerindeki gariplikten ötürü kör olmak üzere olduğunu bildirdiler. Doktor sese kulak verip aşağıya indiğinde adamın göz bebeklerinin yerinden çıkmış olduklarını gördü. Doktor adamı görür görmez emin oldu ki bu adam gördüğü bir şeyden çok etkilenmişti. Bunu kayıkçıya sorduklarında adam az evvel deli marangoza rastladığını söyledi. Herkes çok şaşırmıştı. Hemen kayıkçının tarif ettiği noktaya doğru deli marangozu görmek üzere ilerlediler. Az sonra deli marangozun kaldırım taşlarının üzerinde yürüdüğünü gördüler. Marangoz, birkaç kişinin kendisini izlediği hissine kapılıp arkasına döndüğünde, bir anda sokak boşalıverdi.

Ölügözlü Cuma Bey’in “Kamûsül’l Desais” eserine göre Mehmet Paşa Hamamı’nda Ohannes isminde bir tellak yaşamaktaydı. O gece İç Azap Kapısı’nda deli marangozla rastlaştı. Günaha ve pis kokuya düşkün olan tellağın gözleri birden ışıldadı. Deli marangoza eğer kendisini temizlik için teslim ederse bunun çok büyük bir iyilik olacağını söyledi. Marangoz teklifi kabul etti ve beraberce Cadıkazık Hamamı’na vardılar. Tellak marangozun vücudunun her bir noktasını keseleyip temizledikten sonra kirli elbiselerini de kazana atıp görünürdeki kirliliği kaybetmiş oldu. Geriye yalnızca günahlardan temizlenme kalmıştı. Timsali bir para karşılığında o da kısa sürede halledildi. Ardından yiyip içmek için meyhaneci Barba’ya geçtiler. Bir güzel yiyip içip dans ettiler. Kalkma vakti geldiğinde deli marangoz 247 ökçe ödedi meyhaneciye. Bu sayı Navarin’deki gizemli gemici mezarlığındaki meşe ağaçlarının sayısıyla eşdeğerdi. O gece yatsı namazından çıkanlar, nur yüzlü pak bir adamın tersaneye doğru ilerlediğine şahid oldular. Deli marangoz peşinden gelen yardımcısı Eşek İsrafil’i de yanına alarak iskeleye ulaştı. Gündoğuma 7 saat kala kalyonun güvertesine çıkmak için harekete geçtiler. Düşmemek için İsrafil’in kuşağından destek alan gizemli adam güverteye ulaştı. Bunun anlamının ilahi düzenin bozulması olduğu bilgisine hiç kimse sahip değildi.

Uçtaki Harfler

O gece tayfanın geri kalanları yükleme yaparken Göbelez Baba adında yaşlı bir adam ve Kazdağlı lakaplı bir genç brandaların üzerinde sohbet ediyorlardı. Arkadaşlarını bir nevi enayi yerine koyan bu iki tembel adamın bahsettikleri başlıca konu salı gününün, seyahate çıkacakları günün, kan günü olmasıydı. Onlar sohbete dalmışken seyir zabiti Abuzer Reis, birden yanlarında bitiverdi. Onları çalışmaları için küfürler eşliğinde güverteye indirdi. Yaşlı adam uzun süreli oturmanın verdiği uyuşukluğu üzerinden atmak isterken fener ışığının altında büyük çizmeli bir adam olduğunu gördü. Bu adam Süleyman Reis’in ta kendisiydi. Kırbaç Süleyman olarak da tanınan bu adam, Ali Reis’le birlikte kaptandan sonra gelebilecek iki adaydan biriydi.

Her reis gibi asık suratlı olan Süleyman Reis, 14-15 yaşındaki bir miçodan kaptanın isminin Diyavol Paşa olduğunu öğrendikten sonra onun kamarasının yolunu tuttu. Kaptanın kamarası karabinayla, haritalarla, çeşitli fenerlerle doluydu. İlkin kaptan, kendisinin kaptan olmasıyla ilgili bir sorun olup olmadığını sordu ona. Süleyman Reis, şu anlık olmadığını söyledi. “Burada benim arzum üzerine bulunmaktasın. Oysa ben kendi hür iradenle burada bulunmanı isterim. Eğer gitmek istiyorsan suçlanmayacaksın, çekinme. Düşünmen için sana süre tanıyorum.” dedi kaptan. Süleyman Reis de geminin ucundaki ahşap balkona geçip Kostantiniye’yi seyre dalarak düşünmeye başladı. Akıllı olan hiç kimse birkaç akçe ve beş kuruşluk ganimet için uzun ve tehlikeli deniz yolculuğundan kurtulma fırsatını tepmezdi. Fakat hemen kamaraya dönüp cevabını da bildiremezdi. Bu yüzden orada rafta bulunmakta olan kitapları incelemeye başladı. Ve raftan aldığı ikinci kitabın rastgele bir sayfasında kendisiyle ilgili şu kehaneti okudu: “İyiler ahiretin güzellikleriyle ödüllendirirler. Kötüler ise hayvanlar gibi yokluğa karışmaya mahkûmdurlar.” Buna göre falı görüp isyan eden Süleyman Reis kitabı bir köşeye fırlatmıştı. “Tezkir” adlı esere göre ise rafta yer alan Fisagor’un “Elvahü’l Cevahir” adlı eserinde “Ölümsüzlüğün Sırrı” altındaki cümleleri okuduktan sonra isyanı azalmıştı. Yine bu kitaba göre raftaki kitapların tümü ölümsüzlükle ilgiliydi. Ve Süleyman Reis’in hür iradesiyle gemide kalmasının nedeni ölmemeye ant içmesiydi.

Kaptan Efendiden gerekli yüklerin yüklenmesi emrini alan Kırbaç Süleyman, gemideki rakibi Ali Reis’le bu görev sırasında tanıştı. İkisi birlikte yüklenecek malları inceleyip çalışanlara gerekli talimatları ilettiler. Onlar fıçıdaki barutun kalitesini inceledikleri sırada Haliç’in karşı kıyısından sandallarla onlara doğru hareket eden 50-55 kadar yeniçeri göründü. Allah’tan bile korkusu olmayan bu askerler, fal taşı gibi açık gözleriyle meşalelerin yandığı iskeleye ulaştılar. Sıraya dizildikten sonra içlerinden en kıdemlileri olan çorbacı ileri çıkıp arkalarındaki gemiyi işaret ederek dilinden şu sözleri döktü: “Sizler artık bu geminin tüfençliğini yapacaksınız. Kostantiniye’ye getirmeniz gereken tek şey kan! Onurlu görevinizin ardından gerekli ganimetlerinizi teslim alacaksınız.” Sonra sayıma geçildi, askerlerin ismi tek tek okunarak yoklama tamamlandı. Az sonra Kırbaç Süleyman’ın sesi duyuldu: “Haydi yiğitler! Artık gemiye, evinize, binme vakti.” Sabah ezanı okunurken Kanlı Salı Günü’nde, gemi taşıdığı günah yükünün etkisiyle inleyerek yarı aydınlıkta yol almaya başladı. Yarı karanlıkta gemiyi dışarıdan yalnızca bir kayıkçı seçebildi. Gemilerin birer ismi olmadığı o dönemde, geminin uç aynalığındaki Arapça harfleri birleştirerek şu kelimeyi güç de olsa çıkarabildi: “AMAT”

Tayfa

Eski devirde gemideki tayfanın rahat bir şekilde yaşadığını söylemek doğru olmazdı. Çoğu zaman tayfa, kendilerine sunulan şartların adaletten yoksun olduğunu düşünürdü. Rüzgârın uğultusu ve kuşların cıvıltısı eşliğinde yirmi yeniçeri nöbete dikilmişken diğerleri şimdi uykudaydı. Kaptan kamarasının yanındaki yer odabaşı, topcubaşı ve Abuzer Reis gibi görevlilerin uyku alanıydı. Gemi kâtibinin yeri ise geminin uç kısmının altındaki koridordaydı. Çok tertipli bir adam olan kâtibin başlıca görevleri hesap kitap işleriyle uğraşmak ve hazinenin anahtarlarını üzerinde taşımaktı. Geminin sabit donanımı sağlamak için nöbetçiler temelde iki vardiyalı sistemle çalışırlardı. İki vardiya arasında daima bir çekişme olurdu. Gemi kâtibi için de çekişme hâli geçerliydi. Birinci vardiyadakiler onu bir evliyayla eşdeğer tutarken ikincidekiler bir uğursuz olarak görürlerdi. Amat’ın iskeleden ayrılışından yaklaşık altı saat sonra tayfadan birkaç kişi kâtibin izni dâhilinde seyir güvertesine çıkıp ona sevgi ve güvenlerini sunmuşlardı bile. Bu esnada vardiya değişimini bildiren kampana çaldı. İlk neferler dinlenmeye çekilirken ikinci vardiyadakiler görevlerinin başına geçtiler.

Erken vakitte yola çıktıkları hâlde daha 30 fersah ancak uzaklaşabilmişlerdi. Geminin içinde bir düzensizlik durumu var gibiydi. Dümen vardiyasının tüm çabasına karşın gemi kıble yönüne bakma eğilimi gösteriyordu. Kaptan Efendimiz bu sorunu çözmek için Süleyman Reis’i görevlendirmişti. Kırbaç Süleyman gerekli incelemeleri yaptığında geminin sol kaburgalarından birinin diğerlerine oranla daha büyük olduğunun ayrımına vardı. Bunun çözümünün kaburgadan bir parça alınması olduğunu bilen reis, deli marangozu yanına çağırıp ondan alınan parçadan bir kadın heykeli yontmasını istedi. Deli marangoz, kadının nasıl olması gerektiğini sorduğunda Kırbaç Süleyman, çeşitli eserlere göre şu tarifi vermişti: “Saçları siyah, kaşları hilal gibi olsun. Ela gözleri tıpkı ceylanınkiler gibi masum ve daima iyilikle baksın. Aşığının kalbini sonsuza kadar sıcak hissettirsin.”

Amat’ta dayak ve ölüm cezalarını tutkuyla yerini getiren bu işe gönül vermiş bir cellat bulunmaktaydı. İkinci gün iki gabyara dayak atması gerekiyordu. Onların olduğu hücreye indiklerinde adamlar kaygusuz içiyorlardı. Ondan ilk önce bir yudum çekmesini, sonra görevini yerine getirmesini istediler. Cellat onlara kıyamayıp bir yudum çekti. Üç dört nefes çektikten sonra beyni farklı âlemlere gitti. Günahkârların öldükten sonra bulundukları katmanları tek tek gördü. En sonunda Hâviye güvertesine vardığında kendini geminin cehennem yeri olan iki mahkûmun yanında buldu. Şahit oldukları onu derinden etkilemişti. Üç Kulhü bir Elham okuduktan sonra üzerindeki paraları paraya aç olan iki mahkûma verip oradan ayrıldı.

Bütün harp kalyonlarında kovalarla barut taşıyan genç çocuklar “Aylakçılar” olarak adlandırılırdı. İsrafil de onlardan biriydi. Bu velet güvertelerin tahtalarıyla oynadığı sırada bir tokat sesi işitip sesin geldiği yöne doğru hareket etti. Orada kösçünün boruyu üfleyemedikleri için çocukları haşladığını gördü. İsrafil beklenmedik bir hareket yaparak yerden boruyu aldı ve var gücüyle üfleyerek öttürdü. Uzaktan sesi duyan Abuzer Reis, o noktaya gelip İsrafil’e boruyu tekrar tekrar üflettirdi. O andan sonra İsrafil’in gemideki yeni görevi boruculuk oldu. Gemide ondan başka kimse bunu başaramadığı için artık özel bir konumdaydı. Lakin çok sevdiği bu işi ancak işaret geldiği anda, savaş başlangıcında yapabilecekti. Çok bekleyeceğini düşünüyordu ama öyle olmadı. Ertesi sabah gün ağarırken “Teyakkuz!” nidasını işitti. Ve İsafil boruyu dudaklarına götürüp kuvvetlice üfledi.

Sonuç

Amat, yeni yüzyılda Türk romanının içinde bir süre kalacağı anlayış ve yapıyı göstermesi bakımından ve de piyasa türü eserlerden ayrılan felsefî göndermelerinin zenginliği ile dikkate değer bir romandır. İnsan, günah ve zaman gibi hayata ait temel kavramları, eski anlatımların temel motiflerinden faydalanarak uydurmaca bir yapı ve eğlenceli bir kurgu içerisinde veren roman, postmodernin epistemoloji ve ontolojiyi oyuna dönüştüren anlayışını taşır. Modernin yetersiz kaldığı fikriyle ilerleyen şimdiki zaman, varlığı ve bilgiyi tekrar eskinin kaynaklarıyla idrake yönelmiştir. Romanın Tevrat ve Kur’an’a dönük atıfları ve mitolojiden gelen anlatma parçaları, modern öncesi bilgiye dönüştür. Roman, insan ve zaman gibi felsefî bir problemi tartışmakta ancak onu da karmaşa içinde vermeye özen göstermektedir.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE