Giriş
7 Şubat 1970 doğumlu Avusturyalı psikiyatr Alfred Adler, “bireysel psikoloji” ekolünün kurucusu olarak bilinir. 1895’te Viyana Tıp Fakültesi’nden mezun olur. Doktorluk yapmaya başladığı ilk yıllardan itibaren hastayı çevresiyle olan ilişkileriyle birlikte değerlendirmek gerektiğini vurgular. 1902’de Sigmund Freud’un öğrencisi olur. Ancak bir süre sonra aralarında görüş ayrılıkları meydana gelir. Adler, 1911’de Freud’u açıkça eleştirerek bireysel psikoloji kuramını geliştirmeye yönelir. 1921’de Viyana’da ilk çocuk rehberliği kliniğini kurar. 1927 yılında Columbia Üniversitesi’nde, 1932’de ise Long Island Tıp Okulu’nda konuk profesör olur.
Adler, toplumsal değerlerin sürdürülmesinde çocuk eğitimine büyük önem verir. Çocuklara sağlıklı bir rehberlik eğitimi verilmesi gerektiğini savunur. Kısa sürede, Adler yönetiminde otuz çocuk rehberliği kliniği daha açılır. Fakat 1934’te Viyana hükümeti tarafından, ülkedeki tüm klinikleri kapatılır. Adler, Çocuk Eğitimi kitabında çocukta kişilik gelişimi ve karşılaşılan sorunlar, toplumsallık duygusu, üstünlük eğilimi, okuldaki durum, aşağılık kompleksinin önlenmesi gibi önemli konuları açıklarken örneklerle de pekiştirir. Günümüzde hâlâ geçerliğini koruyan sonuçlara varır. Kolay anlaşılır bir üsluba sahip bu kitap, özellikle işin uzmanı olmayan kişiler için gerek çocuk gerek toplum açısından uygun bir eğitimin nasıl olacağı konusunda tavsiyelerde bulunur.
Yazar, başka bir açıdan kişiliğin birlik ve bütünlüğü, üstünlük eğilimi ve çabası, aşağılık kompleksi gibi temel nitelikteki kuramsal görüşlerini çocukların ev ve okuldaki gelişimi ve eğitimi üzerine uygulayarak günümüzde geçerliliğini sürdüren sonuçlara varır. Çocuk eğitimi konusunda önemli bir yeri olan bu kitapta, çocukların gelişiminde karşılaşacak aksaklıklar ele alınıp incelenir. Davranış bozuklukları, okulda başarısızlık ve karakter özellikleriyle ilgili olarak bireysel psikolojiyi temel alan açıklamalar yapılır. Toplumsallık duygusunun herhangi bir aksaklığa yer vermeyecek gibi geliştirilmesinin önemi vurgulanarak bunun nasıl gerçekleştirileceği anlatılır. Adler, anne babalardan, öğretmenlere çocuklarla ilgilenen herkes için uygun bir eğitimin nasıl olması gerektiğini etkili bir dille anlatılır.
Kitap özetinden bölümler:
Kişiliğin Birlik ve Bütünlük İçinde Ele Alınması
Psikoloji okullarının çoğu kişiliğin birlik ve bütünlüğünü görmezden gelir ya da tamamen görmezden gelmese bile gerektiği gibi ele almaz. Bu sebeple, psikoloji kuramı ve psikiyatri pratiği çocuğun tek bir davranışını tek başına inceler. Sanki ortada birbirinden bağımsız birimler varmış gibi davranır. Böyle bir yöntemin işe yaramayacağı açıkça ortada olsa bile oldukça ilgi görür.
Tam bu noktada bireysel psikoloji, yaygın olan bu yönteme karşı çıkmakla işe başlar. Bu yanılgı özellikle cezalandırılma kuramında zararlı sonuçlara yol açar, belirgin duruma gelir. Cezalandırılmayı gerektiren bir kusur işleyen çocuğa çevresindekiler nasıl davranır? Böyle bir davranışla karşılaşıldığında, genellikle çocuğun kişiliğine ilişkin genel izlenim bir bakıma göz önünde tutulur ancak bu çoğunlukla yarar sağlamaz. Çünkü öğretmenler ya da anne-babalar belli bir hatayı sık sık yineleyen çocuğa önyargıyla yaklaşır ve değişmeyeceğini düşünürler. Diğer yandan genel izlenimden yola çıkılarak davranışları normalde çok iyi olan bir çocuğun hataları daha yumuşak şekilde yargılanır. Hâlbuki bu yoldan sorunun kökenine inebilmek mümkün değildir. Asıl sorun; çocuğun kişiliğini birlik ve bütünlük içinde ele alarak bulunabilir.
İnsan ruhunun gelişim sürecinde hatalarla karşılaşılmasına, hatalarla sonuçlarının yan yana durarak kusurlu davranışlar şeklinde kendini belli etmesine şaşırmamak gerekir. Bu durum ruhun bir amaca yönelik etkinliğinden kaynaklanmaktadır. Belli bir amaca yöneliş; bir değerlendirme işlemini ve doğal olarak hatalara düşme olasılığını beraberinde getirir. Bir amacın saptanması çocukluğun ilk yıllarında gerçekleşir. İki ya da üç yaşındaki çocuk genel olarak kendisine bir üstünlük amacı belirler. O andan itibaren çocuk belirlediği amacı hep göz önünde tutar. Kendine özgü bir biçimde ona varmaya çalışır. Amacın saptanmasının temelinde normal olarak bir yanlış değerlendirme olabilir. Ancak bu söz konusu amacın çocuk için bağlayıcı niteliğinin azlık ya da çokluk oranını etkilemez. Çocuk belirlediği amacı gerçekleştirmeye uğraşır; yaşamı giderek ilgili amaç doğrultusunda şekillendirir.
Üstünlük Eğiliminin Eğitimdeki Rolü ve Denetimin Yapılması
İnsan doğasını düşündüğümüzde en önemli psikolojik gerçek, kişiliğin birlik ve bütünlüğünün yanı sıra üstünlük eğilimi ve bunun için harcanan çabadır. Burada bahsedilen çaba, organik olarak aşağılık duygusuyla doğrudan ilişkilidir. Çünkü kendimizi değeri düşük ve yetersiz hissetmezsek, içinde bulunacağımız herhangi bir olumsuz durumdan sıyrılmayı asla istemeyiz. Gerek “üstünlük eğilimi” gerek “aşağılık duygusu” her ikisi de psikolojik gerçek açısından madalyonun iki yüzü gibidir. Bunları birbirinden ayrı nesneler gibi ele almak anlatım kolaylığı açısından gereklidir.
Üstünlük eğiliminin, biyolojik içgüdülerimiz gibi doğumsal nitelik taşıyıp taşımadığına baktığımızda böyle bir şey son derece olanaksızdır. Söz konusu eğilimi doğumsal olarak nitelemek mümkün değildir. Ancak insan, doğası bakımından kendisinde bir üstünlük eğiliminin gelişip ortaya çıkabileceği şekilde yaratılmıştır. Bazı işlevsel yeteneklerimizi geliştirerek mükemmel bir düzeye çıkarabiliriz. İşte bu gelişebilme olanağı da üstünlük eğilim ve çabasının biyolojik koşulu, kısaca ruhsal gelişimi besleyen kaynaktır.
Üstünlük eğilimine eşlik eden bazı belirgin karakter özellikleri dikkat çeker. Bu eğilimi dikkatli bir şekilde incelediğimizde çocuğun hırsını ve açgözlülüğünü karşımızda buluruz. Hayattaki varlığını ayakta tutma isteğinin güçlü olması durumunda her zaman bir kıskançlık da beraberinde gelir. Bu gibi çocuklar, rakipleri için akla gelmeyen kötü şeyler dileme alışkanlığını çok kolay edinirler. Kendilerine rakip gördüğü kişilere gerçekten zarar verebilirler. Sürekli birilerine iftira atar, ailelerindeki sırları ele verir, oyun arkadaşlarını küçük düşürebilirler. Tüm bu davranışları kendi değerlerinin arttığı duygusuna kavuşmak için yaparlar. Kimsenin kendilerinden öne geçmesini istemezler. Üstünlük peşinde koşan çocuklar bir sınavdan geçmek konusundan hoşlanmazlar, böyle bir durumda kendi değersizliklerinin açığa çıkmasından korkarlar. Bu durum bizlere okullarda sınavların çocukların özellikleri dikkate alınarak hazırlanması gerektiğini gösterir. Bir sınav her çocuk için aynı şeyi ifade etmez.
Çoğunlukla öyle çocuklara rastlarız ki sınavı kendileri için alabildiğine ağır bir yük olarak görür, kızarır, kekelemeye başlar, elleri kolları tutmaz. Bazıları kendilerine yöneltilen soruları ancak başkalarının yanında yanıtlayabilir, bunun dışında tek kelime etmezler. Çünkü herkes tarafından gözlemlendikleri korkusunu içlerinde taşırlar. Üstünlük eğilimi, çocukların oynadıkları oyunlarda da kendini belli eder. Böyle çocuklar oyunda izlenecek yönü kendi belirlemeye çalışır. Henüz cesareti kırılmamış, üstünlük peşinde koşan hırslı çocuklar, olmadık yarışlara girme eğilimi gösterir. Ama yenilgiler karşısında şaşkına uğrayarak ne yapacaklarını bilemedikleri görülür. Kendilerini kanıtlama isteklerinin boyutlarını ve yönünü, oynamayı sevdikleri oyunlara, masal ve öykülere, hayran oldukları tarihsel kahramanlara ve kişilere bakarak belirleyebiliriz.
Çocuklarda aşırı hırsla donatılmış olma durumunda düşünülen tek şey, başarılarda gösterilecek takdir duygusudur. Takdir duygusuyla taçlanmayan bir başarı onlar için doyurucu değildir. Bilindiği gibi güçlüklerle karşılaşan çocuk için ruhsal dengeyi sağlamak, güçlüklerle başa çıkmak için kullanılan girişimlerden daha büyük önem taşır. Dış koşullar açısından değerlendirildiğinde açgözlülük olarak değerlendirilecek bu yöntemi seçmeye zorlanan çocuk, durumun farkında değildir. Başkalarının hayranlığı olmadan yaşayamayacağı duygusunun etkisi altındadır. Başkalarının görüşlerinin dışına çıkamayıp ona bağımlı durumda yaşayan insanların sayıca çok olması böyle bir duygudan kaynaklanır.
Aşırı hırsla dolu çocuklar zor durumdadır. Çünkü alışıldığı gibi güçlüklere karşı koyma ve başa çıkabilme yetenekleri dikkate alınarak değil, elde edecekleri başarılar göz önünde tutularak haklarında bir yargıya varılmaya çalışılır. İçinde yaşadığımız dünyada geçerli olan alışkanlıklardan biri çocukların gerektiği gibi eğitilmesinden ziyade gözle görülür başarılar sağlamalarına odaklanılmasıdır. Önemsenen şey budur. Az harcanan bir çaba sonucunda elde edilen başarıların bireyi ne kadar olumsuz etkilediğini biliyoruz. Bu nedenle çocuğu hırslı biri gibi eğitmek hiçbir yarar sağlamaz. Çocuğa, cesaret, metanet ve özgüven duygularını geliştirmenin yollarını öğretmek gerekir. Karşılaşacağı bir başarısızlıkta asla cesaretini yitirmeyip bu başarısızlığı yeni bir sorun gibi ele alması gerektiğini kavratmak çok önemlidir.
Görüldüğü gibi üstünlük eğilimi, hırstan oluşan bir karakter özelliği şeklinde kendini açığa vurabilir. Bazen de üstünlük eğilimleri ilk anda hırs olarak açığa çıkmış ancak sonradan bir başka çocuğun kendilerinden daha ileri geçtiğini görerek, hırsı gereksiz bulmuş ve ondan uzaklaşmışlardır. Çok sayıda öğretmen, yeterince hırslı olduklarını göstermeyen çocuklara çok sert davranıp kötü not verirler. Böylece içlerindeki hırsı uyandırmaya çalışırlar. Çocukların içinde biraz cesaret varsa, bu yöntem belki işe yarayabilir. Ancak genelde uygulanması tavsiye edilen bir yöntem değildir.
Okuldaki başarıları düşük düzeye inmiş çocuklar, belirgin ölçüde aptallık ve ilgisizliğin kucağına itilecektir. Diğer yandan kendilerine tatlılıkla ilgiyle ve anlayışla davranıldığında çocuklarda gördüğümüz beceriye ve zekâ parıltısına şaşırıp kalırız. Böyle bir değişiklik gösteren çocukların sıklıkla büyük bir hırsa kapıldığı bunun sebebinin de eski durumuna dönme korkusu olduğu anlaşılır. Geride bırakılmış başarısızlıklar çocuk için uyarıcı sinyaller oluşturur. Onları sürekli ileriye doğru iter. Bazılarının davranışlarının değiştiği görülür. Gece gündüz durup dinlenmeden uğraşıp didinir, harcadıkları aşırı çabaya rağmen bile yaptıklarının yeterli olmayacağını düşünürler.
Bireysel psikolojinin temel düşüncesi, bir davranışı, o davranışı gerçekleştirenin kişiliğinden bağımsız olarak değerlendirmenin saçma olduğudur. Çünkü bireyin kendine özgü bir davranışı çeşitli biçimlerde değerlendirme olanağı vardır. Bir davranışı mesela savsaklığı okulda yapılması istenen ödevlere karşı çocuğun kaçınılmaz tepkisi gibi algılarsak, değerlendirme daha güvenilir olacaktır. Kısaca bu görüşten, çocuğun okulla arasının iyi olmadığı, dolayısıyla okulun verdiği yükümlülüklere uymak istemediği anlaşılır. Çocuk gerekli yükümlülükleri yerine getirmemek için akla gelen her yola başvurur. Bu açıdan bakarsak okuldaki “kötü” öğrenci profilini her yönüyle görür, üstünlük eğiliminin okulun benimsenmesinde değil de yadsınmasında ortaya çıktığında çocuk için nasıl bir trajedi yaşanacağını biliriz.
Çocuğun yalnızca okul çocuğu olarak kaderi bizim elimizde değildir, birey olarak ileride nasıl bir gelişim izleyeceği de yine bize bağlıdır. Okulda verilen eğitim ve öğretim, bireyin gelecekteki yaşamını kesinlikle belirler. Okul aile çevresiyle toplumsal yaşam arasında yer alır, aile içinde eğitim sonucu hatalı kurulmuş yaşam üsluplarını düzeltebilecek güce sahiptir. Okulun, tarihsel açıdan bireyleri her zaman çağın toplumsal ideallerinin gösterdiği yönde eğitmeye çalıştığına tanık oluruz. Dolayısıyla, okul aristokrasi, dindarlık, burjuvazi ve demokrasi ideallerini gerçekleştirmeye yönelik nitelik taşımış, çocukları çağın ve egemen sınıfların beklentilerine cevap verecek gibi eğitmeye çalışmıştır. Günümüzde de değişen toplumsal ideale uygun olarak okulun da bazı açılardan değişmesi gerekir. Bugün bağımsız, cesur kadın ve erkekler toplumdaki erişkin insan idealini bir yerde canlandırıyorsa okulun da böyle bir ideale cevap verecek tipte insanlar yetiştirmesi zorunludur. Başka bir deyişle, okul kendisini bir amaç olarak görmemeli, öğrencileri kendisi için değil, toplum için eğiteceğinin bilincinde olmalıdır. Bu durumda örnek öğrenci olma idealinden uzaklaşmış çocukları da ihmal etmemek gerekir.
Günümüzde geçerli olan eğitsel yöntemlere bakarsak, bunların tembel çocuğun isteklerine birebir uygun düştüğünü saptarız. Çünkü tembel çocuk ne kadar azarlanırsa amacına o kadar yaklaşır. Azarlandığı sırada hep kendisiyle ilgilenilir, böylece dikkat çekerek sorunundan başka yerlere kayar. Cezalandırma yöntemi de büyük ölçüde benzer sonuçlar doğurur. Cezalandırarak bir çocuğu tembelliğinden vazgeçireceklerine inanan öğretmenler, her zaman hayal kırıklığına uğrar. En ağır cezalar uygulansa bile tembel bir çocuk çalışkan bir çocuğa dönüşemez. Eğer çocukta bir değişiklik görülmeye başladıysa bunu sağlayan, durumdaki bir değişiklik, mesela beklenmedik şekilde ortaya çıkan bir başarıdır. Ya da çocuk sert bir öğretmenin sınıfından ayrılıp kendisini gerçekten dinleyen, zaten az olan cesaretini kırmak yerine onu destekleyen bir öğretmenin sınıfına geçmiştir. Böylesi durumlarda bazen şaşırtıcı derecede kısa zamanda tembelliğin yerini çalışkanlık alır.
Dört ya da beş yaşından önce konuşmayı öğrenememiş çocuklar, anne ve babaların onları sağır ya da dilsiz sanarak endişelenmelerine neden olurlar. Diğer yandan bu endişenin sebebi olan çocuklar, konuşmayı gerçekten gereksiz kılan bir çevreyle karşı karşıyadır. Onlara her şey adeta gümüş tepsiyle sunulduğundan onları konuşmaya itecek bir gücün varlığını hissetmezler. Büyük olasılıkla oldukça geç konuşmaya başlarlar. Konuşmak, bize çocuğun üstünlük eğilimi ve gelişim doğrultusuna ilişkin aydınlatıcı bilgiler verir. Çocuk, ağzından çıkan sözcüklerle ister ailesini eğlendirsin ister doğal ihtiyaçlarına doyum sağlasın içindeki üstünlük eğilimini açığa vurmak için konuşmadan yararlanır.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.