Giriş
Romanın yazım süreci 1974 yılında başlamış olmasına karşın, yazar daha sonra yazıma bir süre ara verdiğini, ardından romanı tekrar ele alıp tamamlamasına kadar geçen bu sürecin tam yirmi dokuz yıl olduğunu kitabın önsözünde vurgulamaktadır. 2001 yılında 55. Yunus Nadi Roman Ödülüne de layık görülmüştür.
Yazar, romanında ana vatanlarından çeşitli siyasi nedenlerle sürgün edilmiş kişilerin gittikleri İsveç’teki yaşamlarını, çektikleri zorlukları anlatırken mülteci sorununa da dikkat çekmektedir. Sürekli kaçarak kurulmaya çalışılan bir hayat ve gidilen yerlerde halkın onları kabul etmesi noktasında yaşanan zorluklar, anavatana duyulan özlem gibi konular da romanda ifadesini bulur. Başkahraman Sami Baran, 12 Mart sonrası Stockholm’e politik mülteci olarak gider, orada Türkiye’de tüm hayatını altüst eden düşmanı ile karşılaşır ve onu öldürmek ister. Olaylar hem kahramanın kendi el yazısı ile aldığı notlar hem de yaşadıklarını roman yapmak isteyen yazar arkadaşı tarafından kurgulanan şekliyle ayrı ayrı okuyucuya sunulmaktadır.
Eser, Yaşar Kemal’in deyimi ile “Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman” olarak edebiyat dünyasında yerini alırken; günümüzde hâlâ devam eden bir sorun olarak göçmenlerin verdiği yaşam mücadelesi ve yaşadıkları sıkıntılar ile benzerlik göstermesi açısından da güncelliğini korumaktadır.
Kitap özetinden bölümler:
Sami’nin Stockholm’e Gelişi
Sami Baran, dokuz yıldır mülteci olarak Stockholm’de yaşamaktaydı. Zaman zaman nefes almakta zorlanıyor, bu anlarda eski Volvo’suna binerek şehir dışında ıssız ormanlara gidip rahatlamaya çalışıyordu. Kungshamra’daki öğrenci evlerinden birinde eski, yıpranmış eşyaları ile yaşıyordu. Stockholm’e geldiği ilk gün, hava soğuk ve yağışlıydı. Şehir, reklam afişleri, araba farları, sokak fenerleri ile aydınlanıyordu. Sami, garın önünde ne yapacağını bilemeden bir süre beklemiş, sonrasında merkez garına dönmüştü.
Bir gün arabası ile ormandan yola akan suyun donduğu sapaktan geçerken, aracı savrulmuş; bir an kontrolü kaybettiğini düşünüp çok korkmuştu. Bu arada günlerdir karnının sağ tarafında olan ağrı devam ediyordu ve bu durum ona ciddi bir hastalığı olduğunu düşündürmekteydi. Öğleden sonra olmasına rağmen hava bayağı karanlıktı. Kuzey’in doğası sanki bir kış uykusundaydı.
Siyasi mülteci statüsüne sahip olmak için polis merkezine gittiğinde görevli polis Sami’ye pasaportu ile alakalı birçok soru sormuştu. Ardından üç görevli Sami’nin giysilerini çıkarmasını istemişti. O olaydan sonra Sami buraya geldiğine pişman olmaya başladı. Oysa Ankara’daki okul yıllarında İskandinavya’yı çok farklı hayal etmişti. Kayıt işlemlerini tamamladıktan sonra Sami’yi demir kapılı, penceresiz olan odalardan birine götürdüler. Orada biraz uyumuştu. Ardından genç bir polis havalandırma saatinin geldiğini söyledi. Tüm bu muameleler iltica talebi yüzünden olmalıydı.
Sami Baran, polisteki işlemlerini tamamlayıp mülteci pasaportunu aldıktan sonra göçmen bloklarındaki odasında kalmaya başladı. Sabah erkenden uyanır, önce otobüse ardından da metroya binip kursa giderdi. Okulunda Uruguaylı, Şilili, Yunanlı, Japon ve İranlı arkadaşları vardı.
El Yazıları
Bu romanın başkahramanı olarak bazı şeyler hakkında bilgi vermeliyim. Yazar arkadaşım kitabı bitirip okumam için bana verdiğinde önceden yaptığımız anlaşmanın ne kadar faydalı olduğunu görmüş oldum. Zira kitabı okuyuculardan önce okuyarak; beni onlar karşısında utandıracak yerler varsa onları silmek istemiştim. Yazar arkadaşım hayatımı romanlaştırma düşüncesinden bana bahsettiğinde, ona, romanı önce bana okutur ve uygun görmediğim yerleri değiştirmeme izin verirse bu teklifini kabul edeceğimi söylemiştim. O da kabul etti ve roman için benimle aynı mahallede ucuz bir oda tuttu. Çoğunlukla geceleri çalışıyordu. Roman yazma isteği onda nasıl uyandı bilmiyorum. Ancak bir politik mülteci idi ve sanata merakı vardı. Çocukluğundan beri şişman biriydi. Bu onu hayatta hep yalnız, arkadaşsız bırakmıştı. Çocukluğunu bu tür bir yalnızlık içinde geçirenler kendilerini sanata verme eğilimindeydiler. Sanatçıların çoğuna baktığımızda çocukluk dönemlerinde geçirdikleri bir hastalık, ameliyat, sakatlık gibi kendilerini yaşıtlarından ayıran bir hikâyeleri vardır. Ve bu yaşadıkları hadiseler onları yalnızlaştırıyordu. Benim de yakın arkadaşım olmamıştı. Aslında bunu ben de istememiştim. Yazar arkadaşım ise bunun farkına varmadı ve içimdeki derin karanlığı göremedi. Romanı okurken hem ona hem de kendime kızıp güldüğüm zamanlar oldu. Ona anlattıklarımı yazmıştı ama olayları zenginleştirmek için kendinden de bir şeyler kattı. Ben bunun için onu eleştirmiyordum. Ancak bir şeyler eksikti. Evet, anlattığım her şey vardı; ama ya anlatmadıklarım ne olacaktı diye düşünüyordum. Romanı okurken ben de kendimce notlar alıyordum. Fakat zamanla bu notlar artmaya başladı ve neredeyse ayrı bir roman oluverdi. Yazar arkadaşım edebi bir üslup kullanırken ben daha sade yazıyordum. O dışarıdan bense içeriden bir bakış açısı geliştirerek sanki bir bütün olmuştuk. İkimizin yazdıklarını birleştirmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Onunla bu fikrimi paylaştığımda başta olumsuz baktı fakat birkaç gün sonra başka şansı olmadığını anladı.
Benim tüm hayatım bir köpek olarak geçmişti. Ama artık kararlıydım bundan sonra kedi olacaktım. Örneğin, yazar arkadaşım bu kararımı bilmiyordu. Bir köpek olarak başkalarını kendime bağlamaya, başımı okşamalarına, sevgi ve sıcaklık ihtiyacı için bacaklarına sürünmeye, kuyruğumu sallayıp onlara sevimli görünme çabasına artık hayatımda yer olmayacaktı. Bir köpekken bunların hepsini yapmıştım ve felaketten felakete sürüklenmiştim. Hatta ölümle burun buruna geldiğim oldu. Tüm bunların sebebi bağlanma ihtiyacı, sevgi ve merhamet dilenmek yüzündendi. Artık bir kedi olarak, soğukkanlı, tedbirli ve güçlü olacaktım. Bunları bana Sirikit öğretmişti. Bunu yazar arkadaşıma anlatmamıştım. Sirikit ile birlikte yaşıyorduk. Komşum Katherine’nin kedisiydi. Katherine bir gece yarısı sarhoşken bir otobüsün altında can vermişti. Onun ölümünden sonra kedi Sirikit’a komşular ilgi ve sevgi gösteriyordu. Ancak o, hiçbirine bağlanmadı ve borçluluk hissetmedi. Onca ilgi karşısında şımardı ve bir gün sanki benim içimde var olan kedileşme duygusunu hissetmiş olacak ki gelip evimin önündeki paspasa uzanıverdi. Önce evi ve beni tanımaya çalıştı. Benden ilgi ve sevgi beklemedi ve hep mesafeli davrandı. Ben de ona karşı öyleydim. Aslına olması gerekeni yapıyordu.
Yazar arkadaşımın yazdığı romanda benimle ilgili politik bir kimlik yaratması da bence yanlış olmuştu. Çünkü ben fakültede okurken dahi ne sağ ne de sol görüşe yakın olmadım ve politikayı hiç sevmedim. İnsanları da sevmedim. Çünkü beni çok kırıyorlardı. Onlarla bir türlü sağlıklı bir iletişim kurmayı başaramıyordum. Bu yüzden kendimi onlardan uzak tutup film izlemeyi tercih ediyordum. Herkes beni politik mülteci sanırken aslında bu kimliği kazanmamın altında çok başka bir sebep vardı.
Göl Evi ve Hastahaneye Yatış
Sami Baran, eski Volvo ile geyiğe çarptığı günden tam yedi gün sonra psikiyatri bölümünde yatmaya başladı.
Stockholm’de tanıştığı arkadaşlarla bir ev tutmuş, üç yıl onlarla birlikte yaşamıştı. Kristina adlı kadın evini bu politik mültecilere kiralamıştı. Aşağı katta annesi oturur, alt katın bir bölümünde de erkek kardeşi kalırdı. Bir de köpeği vardı. Adil’in eşi Necla bu köpeğin masada yemek tabaklarını yalamasından çok rahatsız olurdu. Köpeği evde en çok seven ise Kristina’nın yaşlı annesiydi. Evde Sami dışında Adil ve eşi Necla, Göran ve genç çocuk Orhan vardı. Sonradan Göran’ın sevgilisi Şilili Clara da aralarına katılmıştı. Herkes politik mülteci olduğundan kimse gerçek ismini kullanmazdı. Sami baştan beri Clara’ya ilgi duyuyor, onda kimseye belli etmediği farklı bir hüzün seziyordu. Göran, sarı sakallı, mavi gözlü, yakışıklı bir avukattı. Herkes onu mültecilerin yardım meleği gibi görürdü. Göran, onların her türlü hukuki sorunlarını çözmeye çalışırdı. İsveç’te kaçak yaşayan ve oturma izni almak için Göran’dan yardım isteyen Clara’nın bu eve gelişi Sami’nin yüreğini pır pır ettirmişti. Onu her gördüğünde içine bir ateş düşüyor, gözünün önünde Göran’ın onu öpmesi, ne sevgi gösterilerinde bulunmasına dayanamıyordu. Bu nedenle evden ayrılıp Kungshamra’daki öğrenci odalarından birine yerleşmeye karar verdi. Yine Stockholm’e geldiği ilk zamanlardaki gibi yalnız ve mutsuzdu.
Hastaneye yattığı ilk gün morali çok bozuktu. Doktorların ona yardım edemeyeceğini düşünüyordu. Bir gün odasına gelen Gunilla adlı hemşirenin ona hastahanede bir Türk olduğunu söylemesi her şeyi değiştirmişti. Gunilla ona adamın karşı koridordaki odada kaldığını ve beyninde ur olduğunu söyledi.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.