Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Beş Şehir' kitap özeti

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” eserinde tarih ve kültürü bir araya getirir. Bir şehir ne kadar eski olur ve ne kadar çok kültüre tanıklık ederse o derece zenginliğe erişir. Bu zenginlik, kendini gerek mimari alanda gerekse toplum hayatında gösterir. Yazar, bir süre yaşadığı, gidip gördüğü şehirleri, neredeyse sokak sokak gezer gibi tanıtır. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

Ahmet Hamdi Tanpınar, 'Beş Şehir' kitap özeti

Giriş

Kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeni olana karşı duyulan istek ve arzu, Beş Şehirin asıl konusunu teşkil eder. Kitapta anlatılan coğrafya, medeniyet değişmesi denilen tecrübeyi sıklıkla yaşamıştır. Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin, zaman zaman ümit ve hayallerin ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun zaman sürecektir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserde anlattığı beş şehir üzerinden kendi insanımızı ve vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek mümkün olabilmektedir. Ankara, Yıldırım Beyazıd’la bizleri üzerken Milli Mücadele ile yeniden dirilerek sevindirir. Erzurum, ikliminin sertliği ve şahitlik ettiği yıkımların etkisiyle bizleri üşütürken manevi sıcaklığıyla da ısıtır. Konya’da Selçuklu izlerini takip eder, Mevlânâ nezaketini ediniriz. Bursa, tarihe açılan kapısıyla hepimizi bir daha bırakmamacasına sarar. İstanbul ise herkesin dilinde tüm güzelliğin birleştiği bir şehir olarak bizlere anlatılır.

Kitap özetinden bölümler:

Tarihe Tanıklığıyla Ankara

Ankara, belki Milli Mücadele’den dolayı belki de çelik zırla kuşanmış kalesinden dolayı bana hep destansı ve savaşkan görünür. Şehrin durumu da buna müsaittir zaten. Çankaya, Çiftlik, Baraj yolları, Etlik, Keçiören Bağları… Nereden bakarsanız bakın, cam gibi keskin bir ışık altında bu kaleyi ve bütün arazisini hep aynı sükûnetle görürsünüz. Ankara Kalesi’ni bazen bir harp gemisi gibi zaman ve hadise denizinde yüzerken bazen de bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olarak, orada öylece dururken görürsünüz. Kimi zaman da bir kartal yuvası misali erişilmez bir yükseklikte olur Ankara Kalesi.

Bu şehir, daima tarihin büyük düğümlerinin çözülüp yeniden bağlanmasına şahitlik etmiştir. Eti, Frigya ve Lidya uygarlıklarının Roma ve Bizans’ın, Selçuklu ve Osmanlı Türkler’in görmüş ve bu medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhaları da burada gerçekleşmiştir. Selçuklular zamanında Bizans, burada son çağını yaşamıştır. Kılıçarslan ve Melik Danişmend, burada kazandığı ortak bir zaferle Bizans kartalını bir daha Anadolu göğünde uçamaz hâle getirmiş; Yıldırım, Timur’la karşılaşarak talihinin acı zehrini yine burada tatmak zorunda kalmıştır. Görüldüğü gibi Anadolu’nun kaderinde rol oynayacak tüm gelişmeler, Ankara etrafında gelişmiştir. Bunların en önemlisi ve sonuncusu İstiklal Savaşı’dır. Bu zafer, sadece Türk milletinin kendi hayat hakkını kazanmış olduğu bir savaş değil aynı zamanda iktisadi ve siyasi esaret altında yaşayan ve ezilen tüm milletler için de yeni bir devrin başladığının ilanıdır. Bu tarihten itibaren her zincir kırılışında Ankara’nın adı geçecektir.

İlk defa 1928 yılının sonbaharında geldim Ankara’ya. Ankara Kalesi benim için bir fikr-i sabit olmuştu. Günün önemli bir kısmını dar sokaklarda başıboş dolaşarak geçirir, eski Anadolu evlerini seyreder, bu evlerde kendi yaşadığım hayattan çok başka bir hayat olduğuna inanırdım. Bu sebeple Yakup Kadri’nin “Ankara”sında anlatılan Ankara ile benim görmek istediğim Ankara arasındaki fark, içimi burkardı. Samanpazarı’ndan bugünkü eski Dışişleri Bakanlığı’na inen eski Ankara; mahalleleri, çarşı ya da kaleye çıkan yollar ve Cebeci tarafları üzerimde hep bu etkiyi yapardı. Bu uçurumun farkında olmama rağmen, hâlâ bir anlaşma noktası bulunabileceğine de inanıyorum.

Dönem Ankara’sında her tarafta bir şantiye manzarası vardı. Şehir, Milli Mücadele’den sonra yeniden yapılanıyordu. Tek bir sokakta Riviera, İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid devri ev ve köşklerini görmek mümkündü. Yeni yapılmış sefaret binaları da görünümü çeşitlendiriyordu. Sovyet sefareti, İran sefareti, Belçika sefareti kendi kültürlerini yansıtarak Ankara’ya yeni bir vitrin kazandırıyordu. Ankara, aynı zamanda uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle de doluydu. Bu terkiplerin en anlamlısı İmparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma Mabedi ile yan yana duran Hacı Bayram-ı Veli Camii’nin beraberliğiydi. Fakat istila, yangın ve yağmalar geçmiş zamanlardan bugüne pek az eser kalmasına neden olmuştur.

Ankara’da Selçuklulardan günümüze büyük bir eser ne yazık ki kalmamıştır. Konya’da, Sivas’ta, Niğde’de, Aksaray’da ve Kayseri’de gördüğümüz taş işçilikli hayranlık uyandırıcı büyük kapılı o yapıları Ankara’da görmek mümkün değildir.

Vatanın Çatısı Erzurum

Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı yollardan gittim. İlkinde çocuk denecek yaşta idim. Balkan Savaşı sonunda babamın memur bulunduğu Doğu sancağından dönüyorduk. 1923 yılında ikinci kez gittiğimde ise Erzurum çok başka bir hâldeydi. Hem alaturka hem de alafranga kıyafetli insanların çarşı pazarı doldurduğu; saraç, kuyumcu, bakırcı ve onca malın girip çıktığı hanlarıyla ve otuz sekiz medresesi, elli dört camisiyle ilk izlenimimden son derece farklı bir hâldeydi. Büyük Savaşı ve İstiklal Savaşı’nı aşıp geldiğim Erzurum, çok başka bir Erzurum’du. Burada acının ve savaşın izlerini görmek mümkündü şimdi. Onca tabiat güzelliğine karşı kayıtsızlığım ve duyarsızlığım bundandı. Gümüşhane’den doğuya doğru ilerledikçe bu duygu yavaş yavaş artıyor ve Erzurum’da ezici bir hâl alıyordu. Sanıyorum ki hiçbir yerde Birinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı acı, burada olduğu gibi açıklıkla görülemez. Söylenenlere göre dört yıl kurtlar dağlarda insan eti yiyerek beslenmiş ve ölüm her yana saldırarak rast geldiği her şeyi biçmişti. Erzurum’un, nüfusu sekiz binden altı bine inmiş, şehrin adı Milli Mücadele ile anılır hâle gelmişti.

Şimdi yıkılmış bu şehirde gençler yeniden evleniyor, çocuklar doğuyor, yarısı toprak olmuş evlerde baba ocakları tütüyor, akşamın alacakaranlığında kılıç artığı çocuklar türkü söylüyorlar, adlarıyla artık olmayan şeylere sınır çizen şehir kapılarının önündeki meydanlarda davul zurna çalınıyor, cirit, bar oynanıyordu. Yani fırtınanın dağıttığı kartal yuvası, yeniden kuruluyordu. Bu da her şeye rağmen hüküm süren yaşamın zaferi idi.

Erzurum’a üçüncü gidişim, İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarına rastlar. Şehir daha bir toparlanmış hâlde idi. Araya “zaman” dediğimiz büyük onarıcı girmiş ve yaralar biraz olsun dinmiş gözüküyordu. Tarihimizde bir dönüm noktası sayılabilecek Malazgirt Zaferi sonrası, ilk fethedilen yer Erzurum’dur. Dönüm noktalarından bir diğeri olan Milli Mücadele’nin temelleri de burada atılır. Bu iki mühim olay arasında iki imparatorluk tarihi ve bu tarihin acı-tatlı bir yığın tecrübesi içinde meydana gelmiş bir cemiyet ruhu, bir millet terbiyesi, bir hayat görüşü, bir zevk ve sanat anlayışı yani kısaca dün ve bugünkü çehremizle bizler varız.

Bu nedenle Erzurum Kalesi’ne bakarken vatana çatıdan bakıyor gibiyim. Şehirde gezerken kaleye çıktığımızda tepesi uçtuğu için “Tepsi Minare” denilen eski Selçuklu kulesinden 1916 Şubat’ında kurtuluş için çocuğuyla kadınıyla sipere koşan destansı manzarayı seyre başladık. Günün büyük bir kısmını orada geçirdik. Yeni bir ilkokul binasına bakarken Erzurum taşı yerine çimento kullanıldığını gördük. Fakat bu yeniliklerin bazen mimarinin aleyhine olduğunu düşündüm. Erzurum taşı da Ankara taşı gibi çok kullanışlıydı. Her girdiği yere abide asilliği verecek bir mimari malzemeydi. Nihayet güneş batarken son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak derin derin ürperdi. O gece Erzurum’dan ayrılırken şehir 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutluyordu.

Selçuklu Şehri Konya

Konya, bozkırın çocuğudur. Bozkır, Konya’yı gizler. Bu şehir, kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz ve içten zengin yapısıyla Orta Anadolu insanına benzer. Konya, ya insanı bir sıtma gibi yakalar ve kendi âlemine taşır ya da ona yaklaşamaz ve yabancı kalırsınız.

Burası bir Selçuklu şehridir. Selçuklu tarihi, tam buralarda cereyan etmiştir. Haçlı seferlerinin ve Bizans’ın her şeyi yıkacak güçteki saldırıları nedeniyle, I. Kılıçarslan Konya’yı başkent yaptığı günlerde belki de benim dolaştığım bu yerlerde dolaştı, düşündü ve planlar kurdu. Sultan Mesud, Eskişehir Muharebesi’ni kazanıp yine bu şehre döndü. II. Kılıçarslan, III. Haçlı Ordusu kumandanı ile barış görüşmelerini “Alâeddin Tepesi” denilen yerde yaptı. Gıyaseddin Keyhüsrev, Rükneddin Süleyman’ın kuvvetlerine karşı koyamayacağını anlayınca iki oğlunu, Konyalılara emanet ederek bu şehirden kaçtı. Sonra rakibinin ölümünü haber alınca yeniden buraya döndü.

Tüm belgeler, Konya’nın Moğol istilasına ve hatta on üçüncü yüzyılın sonuna kadar büyük bir refah içinde olduğunu göstermektedir. Bu zenginlik, yalnızca ticaretten gelmez, burası aynı zamanda büyük bir zanaatle de beslenir. Bir başkent, daima başkenttir. Konya da her doğu başkenti gibi bazen kaderinin sadece uzak seyircisi sıfatı ile topraklarında yaşanan bütün olaylara seyirci kalmıştır. Olanlara ağlamış veya sevinmiş, zaman zaman iş başa düşünce silaha sarılmıştır.

İstilalara, savaşlara, karışıklıklara rağmen Selçuklu, muazzam bir şekilde yapıcıdır. Selçuklunun bir buçuk asırlık hâkimiyeti sayesinde cami, türbe, medrese, hastane, imaret, han ve kervansaraylar yapılmıştır. Alâeddin Keykubat devri, mimarinin en ileri noktaya ulaştığı devirdir. Kayseri’deki Keykubat Sarayı, Beyşehir civarındaki “Kubadâbâd”, Alâiye’de yaptırdığı köşkten başka Konya İç Kalesi’ni de yeniden yaptırmıştır. Fakat günümüze bu eserlerin yalnız adı ve harabeleri kalmış durumdadır.

Konya denilince akıllara muhakkak ki Mevlânâ gelecektir. Mevlânâ, Konya’ya babası ile 1228 yılında Keykubat tahtta iken gelmiştir. 1237’de Alâeddin’in cenazesi şehre getirildiğinde Mevlânâ yirmi dokuz yaşındadır. Baba İshak İsyanı’nda otuz sekiz, Kösedağ Savaşı’nda kırk-kırk bir yaşlarındadır. Konya’da Mevlânâ kadar ünlü olmasa da bizlere varlığını onun kadar kuvvetle kabul ettiren bir varlık da folklordur. Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet, keder, türlü beden yorgunluğu ve iç darlığı dolu dert kervanlarını bu şehirde tanıdım. Eski Konya Lisesi’nin üst katında küçük bir odada yatarken hapishaneden ve öbür yandaki kötü evlerden türküler işitirdim. Mahpusların söylediği hüzünlü türküleri, Takye Dağları’nı, akşamın kızarttığı saatlerde dinlemek daha güzel olurdu. Ben bu İç Anadolu türküleriyle ilk defa Konya’da seferberlik esnasında karşılaşmıştım. 1916 yaz sonu idi. Şehirde genç ve orta yaşta pek az erkek vardı. Bir akşam gittiğim istasyonda yük vagonlarında isli lambaların altında bir yığın soluk ve yorgun benizli çocuk birbirlerine yaslanmış şekilde o acı türkülerden birini söylüyordu. Hiçbir şikâyet bu kadar korkunç olamazdı. Ben ancak bu çocuklara rastladıktan sonra evlerin sessizliğini, adım başında karşılaştığım yalnızlıkları içinde daha güzel kadınların yüzlerindeki çizgilerin manasını anladım. Ancak onlara rastladıktan sonra her akşam gezinti yerim olan Alâeddin Tepesi’nden inerken alacakaranlıkta acı acı uluyan köpeklerin bütün şehri niçin susturduğunu hissettim.

Sonuç

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” eserinde tarih ve kültürü bir araya getirir. Bir şehir ne kadar eski olur ve ne kadar çok kültüre tanıklık ederse o derece zenginliğe erişir. Bu zenginlik, kendini gerek mimari alanda gerekse toplum hayatında gösterir. Yazar, bir süre yaşadığı, gidip gördüğü şehirleri, neredeyse sokak sokak gezer gibi tanıtır.

Ahmet Hamdi, anlattığı şehirlerin çehrelerinde zamanla gelen değişiklikleri çok iyi yakalamış ve eskiyle olan kıyası çok başarılı yaparak okuyucusunu doyurur. Onun bir öğretmen olarak sahip olduğu öğretici üslubu edebiyatçılığıyla da birleşince böylesine mükemmel bir eser doğmuş olur.

“Beş Şehir” eseri ile hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemini yaşamış ve idrak etmiş, belirli değişim ve dönüşüm zamanlarını gözlemciliğiyle belki de yalnız onun fark ettiği ayrıntıları, bizler de yakalamış oluyoruz. Diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de çok yönlülüğünü ortaya koymuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar; musikiden, tiyatrodan, mimariden, kültüre ve sanata dair ne varsa hemen hemen hepsinden anlayan ve bunları okuyucusuyla paylaşan oldukça cömert bir sanatçıdır. “Beş Şehir”, biraz da Ahmet Hamdi’nin bildiklerini öğrenmek maksadıyla okunmalıdır.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE