Sizi bilmem ama ben genelde kitapları okumaya arka sayfadan başlarım. Yani arka kapağından… Çünkü kitabın arka kapağı da en az ön kapak kadar önemlidir. Dikkatli bir okuyucu arka kapakta kitabın iskeletini yakalar ve kitap boyunca kendisine anahtar olur.
İyi bir arka kapak, aynı zamanda okunabilir bir kitabın sinyalini de verir. Kitabın ilk elden sıcaklığını arka kapak cümlelerinde ararım böylece. Bilirim ki; en vurucu cümleleri özenle buraya yerleştirir editör veya yazar…
Bana göre kitabın kalbi arka kapaktır. Tecrübem odur ki; kitabın giriş kapısı arka kapaktadır. Bu nedenle de kitabın bütün şifrelerini arka kapakta ararım hep. Kitabın albenisi orada çünkü.
Kitabın arka kapağı bir bakışta aşk gibidir. Tıpkı iki yabancı insanın ilk karşılaşmadaki göz temasları gibi… Üç saniye olduğu söylenir göz teması süresinin. Bilinmelidir ki bu durum hayatınızın kaderini de belirleyebilir.
Kitapta da öyle… İlk görüşte âşık olunabilmeli o kitaba. İlk bakış, ilk dokunuş ve ilk okuyuş… Daha sonra da doya doya o aşkı yaşamak…
Belki de günün birinde; ‘Bir kitap okudum ve hayatım değişti.’ diyeceksiniz bu temas neticesinde.
Her neyse…
Şayet arka kapak, kitabın kendisini ele vermede zayıf ise, o kitabı okuma iştahım azalır. Bu sefer önsöze bakarım dikkatlice. Mutlaka kitaba girişin bir yolu vardır. Yani sadece göz temasının büyüsünde de kalmamak lazım. İçindekiler de var. O da olmadı… Şöyle bir jeneriğe bakarım; editörü kim? Son okumayı kim yapmış? Tasarım nereye ait? Kaç baskı yapmış?... Bütün imkânları zorlarım yani. Vardır mutlaka kitaba girişin bir yolu. Eğer arka kapak yazısı zayıf veya yanıltıcı ise boş geçen vaktime üzülürüm.
Kitaba doğru böyle bir yolculuğum vardır benim. Ya da ilk kitapların böyle bir hatırası vardır bende. İlla da arka kapağından giriş yapmayı severim kitabın içine.
Edebiyat dergilerinde de durum böyle değil midir? Dergilerin en can alıcı, öykü, şiir veya denemesi arka sayfaya konulmaz mı? Bu nedenle de derginin editör yazısından önce arka kapak yazısını okumayı severim. Nihayetinde arka kapaktaki şiir, öykü veya deneme de editörün seçimi değil mi? Edebiyat dergilerinin arka kapağında yer alan karikatür veya alıntı yazısını bir parça hoş karşılarım fakat reklamı asla(!)…
Edebiyat dergilerinin arka kapak yazılarını anarken günümüzün önemli hikâyecilerinden Mustafa Kutlu’nun ‘Arka Kapak Yazıları’ kitabına değinmemek olmaz. Dergâh dergisinin arka kapakta yer alan yirmi iki adet kısa hikâyelerinden oluşan ‘Arka Kapak Yazıları’ resimlerle de zenginleştirilmiş bir eser… Aslında bu hikâyeleri birer günlük olarak da okumak mümkün. Arı, duru şiirsel Türkçesi ise başka bir tat katıyor bu hikâyelere. Şimdilik bu detayı geçelim ve gelelim asıl mevzuya.
Yıllar önce benzer duygularla Nazan Bekiroğlu’nun Mimoza Sürgünü kitabına vurulmuştum. Önce bir kitap ekindeki reklamı çarptı beni. Akabinde kitapçı raflarında ona dokundum. Mutadım olduğu üzere kitabın arka kapağına göz attım. Kelimelerden bir derya ile karşılaştım. Haliyle cümleler kitabın içine çekti beni. Derken o büyülü dünyanın içerisinde kulaç üstüne kulaç atmaya başladım.
Denemelerini romanlarından daha çok sevdim
Sanırım ilk defa Nazan Bekiroğlu ve kitapları ile Hüseyin Akın’ın tavsiyesiyle tanıştım. Sene bilmem 1990 kaç? İlkin ismi gibi mor kapaklı bir kitap karşılıyor beni: Mor Mürekkep… akabinde ise Nun Masalları, Şair Nigar Hanım, Cümle Kapısı, Cam Kırığı, İsimle Ateş Arsında, Yol Hali, Yusuf İle Züleyha, Nar Ağacı… Her nedense zihnimde Nazan Bekiroğlu ismi ile özdeşleşmiş kitap; ‘Mor Mürekkep’ kaldı.
Çok sonraları isminin başında profesör unvanı olduğunu öğrendim. Ama o bildiğimiz soğuk kelimeler satan akademisyenlerden değil. Unvanından çok, ismi edebiyatla özdeşleşmiş.
İşin doğrusu, gazete yazılarını bir kenara koyacak olursak; Nazan Bekiroğlu okumayalı ne kadar da zaman geçmiş. Yol Hali’ni okudum. Öykü tadında hasbi denemeler… Okununca kendisini okuyucuda hissettiren yazılar yani. Çok içten bir üslupla, olabildiğince iç dünyasını bütün samimiyetiyle okuyucuya açıyor.
İtiraf etmeliyim: Nazan Bekiroğlu’nun denemelerini romanlarından daha çok sevdim. Samimi ve son derece içten bir üslupla yazıyor denemelerini. Bir o kadar da doyurucu…
Diğer kitaplarda olduğu gibi deneme kitaplarında da yazarından izler taşıyan kısımlar daha çok dikkatimi çeker. Yazarın hangi halet-i ruhiye ile yazdığını çözmeye çalışırım böylelikle. Aynı zamanda yazıya kendinden ne kadar kattığını da… Nazan Bekiroğlu’nun denemelerinde bu durumu fazlasıyla bulmak mümkün. Hem şiir hem de öykü tadı vardır Nazan Bekiroğlu denemelerinin.
Trabzon hala görmediğim şehirlerden. Ama ne yalan söyleyeyim; Bekiroğlu denemeleriyle Trabzon’u adeta ezberledim. Hayal dünyamda gizemli bir Trabzon var artık. Karadeniz’i de yakından tanıdım. Şehir betimlemeleri, üniversite, diploma törenleri, yaz tatilleri, cenaze törenleri… daha nice dünyalar. Demek ki diyorum; her yere gidip gezmenize gerek yok kendi kendime. Bazı yerleri görmeden de gezebilirsiniz. Tıpkı ‘Tanrıya görmeden de âşık olunduğu’ gibi.
Mimoza Sürgünü’nün 223. sayfasına geldiğimde gayri ihtiyari, ‘İşte bu(!)…’ demiştim:
“Tamam, estetize ediyorum, idealleştiriyorum biliyorum. Düpedüz yazıyorum. Romantik olduğum da bir yafta gibi boynuma asılı. Neticede gecekondu bu. Sebebi, sonucu, sorumlusu, masumu, mazlumu, ideolojik boyutu, ticari kurnazlığı var. Ama ben gördüğümü söylüyorum.
Neticede şu yazdıklarım da ben hem mecazlı hem de gerçekçiyim. Yani düpedüz kinayeliyim.
Eğer öyle değilse ya ben hayal görmüşümdür ya bana hülya anlatmışlardır.”
Arka kapak yazısını yakaladım ya iç sayfalarda. Kitabın arkasıyla içini birleştirdim böylece. Yolun sonu göründü. Kitabın arka kapısından giriş yaptım ve çıkış kapısına dayandım böylece.
Artık bu bahsi kapatabilirim…
Şimdi söz okuyucuda…
Şimdi soruyorum okuyucuya:
Ey okuyucu! Sizce de bir kitabın giriş kapısı arka kapak değil midir?