Kırgınlık mı, hayat yorgunluğu mu?

Kırgınlık nedir? Birine, birilerine darılıp, küsmek, selamı sabahı kesmek mi yoksa hatalar zincirine yenileri eklendikçe aynı ortamda yaşamaya devam etmek mi? Dünyadaki tek dertli ben miyim, başkalarının ıstırabının ne kadar farkındayım? Hayatların birbirine benzediğini, dünyanın neresinde olursa olsun acının, gözyaşının renginin değişmediğini, dünyanın aslında kırgınlıklar diyarı olduğunu fark edebiliyor muyuz? Deli zannettiğimiz insanlar kimler, neden delirmişler acaba? Sağlıklı zannettiğimiz delileri nasıl tanıyacağız?

Bu soruların cevabı Nihan Kaya’nın Kırgınlık[1] kitabında. Nefes nefese okuyacağınız, sizi heyecandan heyecana sürükleyen, çocukların ve annelerinin yaşadıkları acıları okurken gözünüzün yaşaracağı bir kitap.

Kuşlar da gitti: Siz “neden acaba?” diye düşünedurun. Küçükhisar’da dokuz yıldır trenlerin geçmediği bir istasyon görevlisi Osman Ali ve tren rayları arasında çocuğunu arayan deli divane bir annenin yürek burkan fantastik hikâyesini okurken siz de sağa sola koşup üç yaşındaki minik yavrunuzu arayacaksınız?

Sular: “Şenlik Bacı”nın başından geçenleri haber veriyor. Medik Ağa’nın yanan çiftliği, karakolda çalışan polislerin yaşadıkları, tımarhanedeki tarihçi Senai Bey’in sayıklamaları, Şenlik Bacı’nın ölüp ölmediği hep kurcalayacak zihninizi. Bir yandan da Cengiz Aytmatov’un kitaplarındaki efsaneler canlanacak gözünüzde. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki Lizaveta gelecek aklınıza.

Kar: Kadınların ölürken bile evlerinin temiz olmasını istediklerini anlatıyor. Kocası işten dönen bir kadın eğer akşam yemeğini hazır etmemişse dünyanın nasıl başına yıkılacağını yine Kar’dan öğreniyoruz. Salem’de, Bağdat’ta, Hicaz’da, Komo Gölü’nde, Sibirya’da, Karayipler’de, Neva nehrinde, California’da kadınların kaderi hep aynı. Kadının her hareketine farklı bir anlam yükleyen, her suçun, her günahın onlar için olduğunu sanıp kadınlara dünyayı dar eden zihniyeti sorguluyor yazar.  Bence her erkek kendini günde en az iki kez sorguya çekmeli. Kadının gündelik hayatını ne güzel özetlemiş yalın cümlelerle: “Restoranda önünüze gelen kahveyi mutfakta ben pişirdim. İliklediğiniz düşmeleri fabrikada ben diktim. Siz sabah işyerinizin kapısından girmeden önce o camları ben sildim.”[2]

Duvar: Sorgulamayan, tepkisiz bir toplumun nasıl oluştuğunun belgesi. İş ilkokul yıllarına kadar uzanıyor. 

Sadece kadınların, kız çocuklarının değil, erkek çocuklarının yaşadığı sıkıntıları da dert edinmiş yazarımız. İnancımızın kadına, çocuğa verdiği değeri,  yükümlülük alma açısından da ikisinin aynı derecede muhatap aldığını hatırlatmama bilmem gerek var mı?  Bu hükme uymuyor, uygulamıyorsak kendimizi, yaşantımızı gözden geçirmemiz gerekmez mi?

Petunya: İnsanın eşine olan vefasını ve çiçeğe olan sevgisini şu sözlerle ne güzel anlatıyor: “Giderek daha çok soğuyorum bu dünyadan. Petunyam olmasa, petunyayı bana emanet etmiş olmasan, her şeyi bırakıp şimdi uzanacağım yanına.”[3]

Kırmızı: Hasta teyzesine bakmaya giden bir kızın uğradığı aile içi cinsel şiddeti, yakınlarının konduramadıklarından umursamaz tavırlarını dile getiriyor. İnsanların sağken bir insana demediklerini bırakmazken, öldükten sonra birden bire yüceltmeye başlamalarını da çok iyi resmetmiş. Tevekkeli boşuna “Kör ölür badem gözlü olur.” Dememişler

Süt: Sade bir mutluluk hikâyesi. Bu bölümde öyle bir cümle var ki sizi derin düşüncelere sevk ediyor. “Kurtların büyüttüğü kızları evcilleştirebilirsiniz; ama kitapların büyüttüğü bir kız, etini cendereye sıkıştırsanız dahi bu dünyaya uyum sağlamayacaktır.”[4]

Divane: Olmak nasıl bir şey diye soracak olursanız “Onu o kadar sevdim ki, ondan önce bildiğim her şey unuttum.”[5] cevabını alırsınız.

Paf: Bir ejderha ama sizin bildiğiniz ejderhalardan değil. Bir mağarada yaşamaya mahkûm edilen dünyaya sitemkâr bir ejderha…

Yazar kitaplarına karşılık mektuplar almış çocuklardan. Bu çocuklardan biri olan Başak’ın yazara gönderdiği not yani “Allah’ım anneme orada iyi bak.” cümlesini okuyunca içiniz cız ediyor. Gözyaşı ne mükemmel bir hazine içimizin yangınını soğutan.

Kuğu: Kitabın finali. Yazarın yatak odasına kadar gelip “Kızımın romanını yazacaksın” diye tutturan annenin çığlığı yankılanıyor odanızda. Kitaptaki kahramanların hiçbirinin kendi kızı olmadığını söyleyen anne, yazarın “Çocuğunu yazmamı isteyen tek anne siz değilsiniz ki. Gözü yaşlı sayısız anneye rastladım ben.” deyip idam sehpasına çıkarılan bir gencin dokunalı sözlerini aktarınca kendi çocuğunu unutup “E, niye yazmadın bunu bu romanda madem? diye soruyor. Yazar “Yazdım.” cevabını veriyor.

Okuyabilene bütün insanlığın halleri bir insanda toplanmış değil midir? Ne diyelim? Kapital’in önsözünde yer alan, bizim Cemil Meriç’te okuduğumuz, Horatius’un “Ne gülüyorsun anlatılan senin hikâyen” sözünü hatırlamanın tam sırasıdır.

 

 

[1] Nihan Kaya, Kırgınlık, İthaki Yayınları, İstanbul, 2017. (146 sayfa)

[2] A.g.e. s.68

[3] A.g.e. s.86

[4] A.g.e. s.98

[5] A.g.e. s.114