Vasıflı dergi cihetinden kendimi bildim bileli çorak bir arazide meyvesi az bir ağacı andıran matbuat piyasamıza, medyatik imaj olarak sağlam bir arka plana kendini yaslayıp iddialı bir çıkışla, vitrinin dezenfektesini okuyucusuna vaat ederek dâhil oldu Derin Tarih.
17 sayıdan beri devam eden bir “mücadele” var; derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan’ın işleri ortada. Tüm bildiklerimizin değişeceğine dair kuvvetli iddianın, resmî tarihe dair bildiklerimize mi yoksa alternatif tarihe dair zaten biliyor olduklarımıza mı yönelmiş olduğu, gayet sorulması mümkün bir soru; zira harf inkılabına dair hazırlanan sayıda derginin bize hem vizyon hem içerik olarak katkılarının zikre değer bir düzeye ulaşmamış oluşu, derginin de gayrı resmî tarih olarak adlandırılan sahadaki konvansiyonel bilginin tekrarından başka bir işe yarıyor olup olmaması sorgusunu beraberinde getirmişti.
Âkif’in mezarı için gençler para toplamış
Ağustos sayısında, yakın tarihimiz için fevkalgaye mühim bir başlığı, Bursa Nutku’nu, kapağına taşıyor dergi. Sayfalar ilerledikçe, kültür tarihimizin en orijinal araştırmacılarından biri, İsmail Kara Hocanın Mehmed Âkif’in mezar taşına dair yazısını buluyoruz. Acı çekerek yaşadığı bir hayatı sürgünle taçlandırarak dar-ı bekaya irtihal eden İslam şairinin vefat ettikten sonra kabrinde bir mezar taşının dahi olmayışının zihnî arka planını irdelemiş İsmail Kara. Tabiî ki olaylar ve kitaplar arasında tesadüf edilmiş enteresan pasajlar da onun her yazısında olduğu gibi yeni bir açı katıyor meseleye.
20 Aralık 1938’de, Yeni Sabah gazetesinde neşredilen bir haberde olay şöyle duyurulmuş: “Üniversite gençliğinin İstiklal Marşı şairi Mehmet Âkif’in Edirnekapı’daki mezarlığını güzel bir âbide ile süslemeğe karar verdiğini ve bu âbidenin temel atma merasiminin, bu ayın 28. günü yapılacak Mehmet Âkif töreninde olacağını yazmıştık.
Haber aldığımıza göre bu işler için üniversite gençliğinden mürekkep bir komisyon kurulmuştur. Mehmet Âkif için yeniden birkaç broşür basılmış ve satılığa çıkarılmıştır. Mehmet Âkif’in güzel şiirlerini bestelemek için de teşebbüsler yapılmış ve meşhur Çanakkale şiiri bestelenmiştir.”
İsmail Kara Hoca bu komisyondakilerin; hukuk, tıp ve edebiyat fakültelerinde okuyan üniversite gençliği olduğunu söylüyor. “Mehmet Akif’in Kabri İçin” başlığını taşıyan broşürler bastırıyorlar (dergiye bunlardan birinin resmi de konmuş) ve satış gelirleriyle kabri inşa etmek istiyorlar.
Âkif mezarına razı olur muydu?
Âkif’in mezarının, 1940 yılındaki ve 1986’daki hâllerinin (bunlar değişim ve nakil geçirmiş) de fotoğraflarını ekleyip bugünkü şeklini gösteren yazar, İslam şairinin mezarının, iki sadık dostu Babanzade Ahmed Naim ve Süleyman Nazif’inkilerden bir iki adım yüksekte olmasını onun hayatı ve yaşayış üslubuyla çelişen bir görüntü olarak tespit etmiş. “Âkif’e sorulsaydı mezarına razı olur muydu?” diye soruyor ve bu durumu, “Kültür Bakanlığı dâhil kurumların meselelerini ne kadar şeklî olarak ele aldıklarını ve işin ruhundan habersiz olduklarını gösteren bilmem kaçıncı örnek olarak” sunuyor. Tevazuu ve dostlarına karşı diğerkamlığıyla maruf Âkif’in, mezar taşının ona sorulsa biraz geride kalmayı isteyeceğini düşünüyor İsmail Hoca.
Âkif gibi dinî ve millî bir şahsiyet sahibinin mezar taşında herhangi bir dinî ve millî (ki İsmail Hocanın taşı gediğine koyan yakıştırmasınca bu ifade aynı zamanda “dinî/millî” şeklindedir) motif olmamasının da garabetini ifade ediyor İsmail Hoca ve onun mezar taşını, Ziya Gökalp’in “hiçbir açık dinî öge (ne hüve’l bâki en Fatiha) olmayan fakat hiç değilse tezyinatı itibariyle yerli olan ve en azından Tanzimat sonrasında camiler dâhil diğer yapılar gibi kısmen Batılılaşan mezarlık mimarisine ve kültürüne sadık” mezar taşıyla mukayese ediyor. Sonra da şöyle söyleyerek meseleyi genel planda bir nevi özetlemiş oluyor aslında: “İstiklal şairinin mezarında, mezarın mimarisinde hiç değilse millî olanı görmeli değil mi idik? Hiçbir şekilde yok; çünkü mezarda millî olan her şey doğrudan veya dolaylı olarak dinî olana işaret edecekti. Anadolu topraklarında Türkler’in İslamiyet’ten ayrı bir tarihi, bir ölüm-dirim meselesi yok çünkü.”
Geçirdiği evreler ve meseleye şöyle ya da böyle müdahil olmuş failler etrafında mezar taşının hikâyesini mümkün mertebe geniş açıdan ele alan İsmail Kara Hocanın yazısı tam arşivlik olmuş kanaatimce. Zira bugüne de gölgesi uzayan sorular soruyor.
Mehmet Genç’le Osmanlı seyahati
Dergide Mehmet Genç’le de keyifli, dolu dolu ve yoğun bir röportaj var. Hocanın kendi hayatından dönüm noktaları, enstantaneler ve prensiplerden başka, öğrenim macerasına ve tabiî ki Osmanlı’ya dair de bilgiler var. Kendi hayatından naklettikleri genelde tuhaf ve son derece ilgi çekici pasajlar. Mesela, sosyal bilimler sahasında bu derece ufuk açıcı bir şahsiyetin, çocukluğunda tarihi hiç sevmeyen biri oluşu… “Âlim böyle bir adamdır.” dediği ve ilmin tecessümü olarak gördüğü Muhammed Hamidullah, Mülkiye’de okurken geçirdiği tüberkülozdan dolayı hastanede altı ay geçirip bu esnada okuduğu kitaplarla edebiyata aşinalık kesbetmesi…
Mehmet Genç, Osmanlı’nın 16. asırdan itibaren gerilemeye başladığına dair hâkim teze karşı çıkıyor. Hatta, Kanuni devrinin zirve, sonrakilerin sırası ile duraklama, gerileme ve dağılma şeklinde adlandırılmasının da “gerçekte olup bitenlerle fazla alakası olmadığını” söylüyor. Osmanlı’daki sistemin, Kanuni’den sonraki devirlerde de bütün kurumlarıyla gelişme ve değişme içinde olduğunun ama bununla birlikte devletin, Batı Avrupa’da kapitalizmin getirdiği değişimin dışında kaldığının da hakikatini vurguluyor.
Dergide, yakın tarihe dair enteresan detaylar ve konuların yanı sıra bir de kitapçık hediyesi var: “İstiklal Mahkemesi Kurbanı 22 Yaşında Bir Hoca” serlevhasını taşıyan ve İbrahim Edhem Efendi’nin mahzun hikâyesini arz eden eseri Sadık Albayrak hazırlamış.
Sadullah Yıldız, şöyle bir baktı