Şevket Bulut, “Kutsal Hırsızlık” hikâyesinde kitap çalan sığırtmaçla karşılaşan bir devlet memurunun hatırasını anlatır. Anlatıcının jipi Aksu Köprüsü’nü geçtikten sonra arıza yapınca Dadağlı köyü yakınında dururlar. Şoför arızayı gidermekle meşguldür. Bekleme sırasında iki jandarma arasında eli kelepçeli, üstü başı perişan bir delikanlı görür. Sigara istemeye gelirler. Suçu nedir, diye meraklanınca, Jandarma “Kitap çalmış bey!” der. Memur şaşkındır; delikanlıya “Nasıl oldu bu iş?” diye soracaktır.

‘Okuyup da müderris olucuymuş’ diye alaya almasınlar diye çalmış kitaplarıŞevket Bulut

Genç adam isminin sığırtmaç Musa olduğunu ifade ederek anlatır: “Davar güderim. Babam da çobandı. Yaşlanınca görevini bana devretti. Mektebe gitmek bana göre değil. Ben yabaniyim, dağda büyüdüm, utanırım. Köyün gençleri alay ederler, ‘Sığırtmaç Musa öğretmenden kitap istemiş, okuyup da müderris olucuymuş’ derler diye utanıp hırsızladım.”

Genç adam kitapları okul tatile girdikten sonra çalmıştır. İki ayda alfabeyi sökmüş. Okumayı kendi kendine öğrendiğinden bazı harfleri büyük, bazılarını küçük yazmaktadır. Memur okumak hevesi ile okulun penceresini kırıp kütüphanenin dolap menteşelerini çıkaran bu genç çobanın hırsızlığı ile onun yaşında olup lise veya üniversite sıralarında ellerindeki tebeşir tozunu üfleyen gençler arasındaki çelişkiye hayıflanır. Menteşesi kırılmış köy okulu kitaplığı ile üniversite kitaplığı; taksi ile kağnı; pasta ile arpa; Doğu ile Batı; şehir ile köy; mühendis ile çoban arasında kalır ve söylenir: tezat, tezat tezat…

Anlatıcı çobana “şimdi ne yapacaksın” diye sorduğunda ise aldığı yanıt şaşırtıcıdır: “Kaderime razıyım bey. Cezaevinde yatmak, dağda çobanlık yapmaktan zor değil herhal!” Ancak anlatıcı hiç de çoban gibi düşünmemektedir. Zihninde hayali bir mahkeme kurar. Çoban Musa yerine geçer ve “Bu sandalye bana ait değil hâkim bey!” diye başlayan bir savunma yapar: Okul kitaplığından kitap aldım. Buna hırsızlık diyorlar. Benim hakkımı hukukumu çalanlar hırsız değil mi? Bu sandalyede, kürtajda anamı öldüren doktor, beni horgören aydın, suyumu, köprümü yapmayan idareci, seçimden seçime beni aldatan siyasi, kendi ormanımdaki odunu bana parayla satan kolcu bulunmalıydı. Bu cemiyette bir gencin cehaletin kucağına terkedilişi suç olmuyor da, okul kitaplığından değeri beş lirayı geçmeyen bir kitabı çalması mı suç oluyor?

Şevket BulutSonraki satırlarda anlatıcı bu olayın etkisi ile hayatının paramparça olmasından bahseder. “Tahsilimden utandım; lokmalarım boğazımda çakılıp kaldı. Aylarca uykusuz kaldım. Çünkü ben de okumasaydım, talih yüzüme gülmeseydi, bugün bir sığırtmaç Musa’ydım” der.

Aydın şizofrenisine yakalanmış anlatıcı

Şevket Bulut, hikâyelerinde Anadolu insanını gerçekçi bir anlayışla nakleder. Köylünün yoksulluğunu, geri kalmışlığını ve aydınla olan çatışmasını konu edinir. Bu hikâyesinde de aydınla çatışması açıkça görülmektedir. Ancak hikâyede iki problem vardır. İlki, köylü yoksulluğu hakkında şikâyeti dillendiren yine aydındır. Biz hikâyeye konu olan şikâyeti Çoban Musa’dan dinlemeyiz. Aydın da çoban olmadığı için şükretmektedir. Hatta anlatıcı hikâyenin sonunda “Selam Musa’lar, selam! Sizin sırtınıza basıp yükseldim! Sizin ekmeğinizi yiyorum. Yediğim her lokmanın hamurunun sizin terinizle yoğrulduğunu biliyorum. Sizi seviyorum, elimden başka ne gelir?” diyecektir.

İkincisi ise, anlatıcı aydın kendini, tabakasını adaletsizliğin, tezatın müsebbibi saydığı halde kurtuluşu yine kendi tabakası içinde görmektedir. Durmuş Hocaoğlu’nun dediği gibi bu aslında aydın şizofrenisidir. Kendi kutsallığına iman etme keyfiyeti, aydının Halk’ın bütün gelenekleri, birikimleri ve inanç sistemleri ile uyumsuzluğunun asıl sebebini teşkil etmektedir.

Şevket Bulut, aydının halkın dertleri ile dertlenmesini ister. Toplumun meselelerine yaban kalmış aydının samimiyetinden şüphe eder. Bu hikâyede de sorumlu aydının toplumun derin vicdanı olarak duyarsızlığa, ezilmişliğe, çarpıklığa yönelik bir itirazını görmekteyiz. Hikâye 1968 yılı Kahramanmaraş’ından bir kesit sunmakta.

Modern devirlerde “kutsal hırsızlık” kente adam kaçırmaktırŞevket Bulut

Aradan geçen bunca zaman içinde aydının çoban Musa’yı çobanlıktan kurtarmasının bir çözüm olmadığı anlaşılabilmiş değil. Çünkü şimdi de çiftçi-çoban kalmadı. Süt çürüdü; ekmek bozuldu. Herkes üniversite kapısında açlık hissi ile hayatına yön vermeye çalışıyor. Anlaşılan o ki, hırsızlık arayışının hiçbiri kutsal değildir. Büyüyen bilgi irfandan noksansa memlekete hayr getirmeyecektir. Bir toplumda herkes okuyup adam olursa, kentlere doluşursa, ekmeği kim yapacak, bostana kim girecek, çöpleri kim toplayacak? Ben yapmayayım, dediğinizde; “selam Musa’lar, sizi seviyorum” diye mırıldanmak vicdanı soğutmayacaktır.

İslam münevverleri, aydınlanma felsefesinin bu gibi zihnî kalıplarından uzak durmuşlardı. Aksi halde kimse, Aziz Mahmut Hüdâi’yi, kadılıktan istifa edip halk içinde Hakk ile olmasına yönelik bir mecra tutmaya ikna edemezdi. Modern devirlerde “kutsal hırsızlık” kente adam kaçırmaktır. İrfan mektebinde ise arif, ihtiyaç olunan mevkide adam gibi durmaktır. Çoban Musa, Musa (as)’nın çobanlıkta sebatını örnek alsa idi, Musa (as)’ya verilen gibi bir hikmete (kitaba), hayırlı bir eşe, Rahman’dan verilmiş bir rızka nail olacaktı. Kim bilebilir?

 

Lütfi Bergen yazdı