İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden binlerce öğrenci mezun oldu bu yıl. Mezun öğrencilere en fazla iki kişiyi getirebilecekleri davetiyelerin önceden dağıtıldığı ilginç mezuniyet töreninde öğrenciler yıllardır süregelen bir klişeyi Cemil Bilsel salonunda gerçekleştirdiler. Kep atma ritüelinin ardından cübbeli öğrenciler aileleri ve hocalarıyla birlikte Hergele Meydanı’nda fotoğraf çektirip, hiç kimsenin sığamadığı o meşhur havuzlu bahçede halay çektiler. Buraya kadar her şey normal, normal olması da beklenirdi zaten. Çünkü artık Darülfünun-u Osmanî demiyoruz mesela, bu Darülfünun-u Osmanî olmaktan uzaklaştığını mı gösteriyor, bilmem ama ‘ev’ ve ‘ilimler’ ifadesinin artık kullanılmadığı üniversite binamızda daha modern ifadeleri tercih ettiğimiz yadsınamaz bir gerçek olsa gerek. Bunu da eleştirmeye hakkımız olsa gerek diye düşünmeden edemiyorum.
Cübbelerimizi giydik, keplerimizi attık, bütün klişeleri başarıyla yerine getirdik de şimdi ne olacak diye düşünenler vardır aranızda, hemen birkaç kelime ile özetleyeyim: İşsizlik, Kpss, atama, Kyk borçları bunlardan bazıları… Bu umutsuz olan gerçek tablo. Biz başka bir açıdan bakmayı tercih edenlerdeniz. Çünkü İstanbul Üniversitesi’nin hâlâ Darülfünun olduğuna inanmakta ısrar edenlerdeniz ve bu inancı elden kaptırmaya hiç niyetimiz yok. Neden? Çünkü tam da bu inanış üzerine bütün umutsuzluklar boca edilmeye başlandı.
Biz hayata buradan başlamadık, çok daha neşeli, naif ve ümitliydi başladığımız yer. Hayatı da bitmiş gibi görmüyoruz, o yüzden üniversitenin bitişi bizim için hayatın bitişi ya da hayatın başlangıcı ifadeleriyle karşılığını ve anlamını bulacak değil. Bu düşünceden bakınca ‘üniversiteyi bitirdi kızımız oğlumuz, şimdi hayata atılacak’ cümlesi bize boş ve bir o kadar manâsız gelebiliyor. Bu zamana kadar nerede, ne yapıyorduk ki, yaşamıyor muyduk, belki de yaşanmıyor gibi oluyordur. Ama biz yaşadık. Biz’den kastım, ONLAR.
Kendin olmak, kendi gerçekliğini kabul ettirebilmekti mesele
Eğitim sistemimizin seneler sonra lütfedip üniversite kurumuna dâhil ettiği ve bilgisini bir belge ile onayladığı feda edilmiş öğrenci fotoğrafının içindekiler, lâik eğitim sistemimizin kurbanları, bir diğer deyişle yıllarca görmezden gelinenler. ONLAR görmezden gelindi, çünkü onları görmezden gelmek demek, Türkiye’nin kendi gerçeğini, özünü, değerlerini, öz kültürünü görmezden gelmek demekti. 28 Şubat’ı başlatanlar kendi evlatlarını en has okullarda okutur, Amerikan okullarından davet alırlarken, ONLAR’a karşı tüm yurtta nefret-öcü politikasını başarıyla yürütüyor ve ONLAR’ı üniversiteden uzaklaştırıyorlardı. Bugün de serbestler. Ne mutlu! Eğer bu ülkede Müslümanlar bile şeriattan, başörtülü bir öğrencinin okula girmesinden rahatsızlığın ötesinde bir korku duyuyorlarsa 28 Şubat’ı işleyenler başarılı oldular demektir. Evet, başörtü korkusunun altı Türkiye’de uzun yıllardır çok iyi dolduruldu, buna icat edilme bir korku da diyebiliriz, iyi işlenmiş bir düşünce de. Bugün o Müslümanlar ve başörtülü öğrenciler ve ONLAR’ın aileleri de o günleri konuşmaktan korkuyorlarsa bunun bir nedeni olmalı elbet.
Bu ülkede bunlar yaşandı, bilinsin ve kabul edelim acı günlerdi. Bunu en iyi 90’lı yılların sonunda imam hatip liselerinde ve üniversitelerde okuyanlar ve ONLAR’ın yakınları bilir. ONLAR’ın çoğu evlendi, çoluk çocuğa karıştı, hani derler ya boyu kadar çocuğu var, işte tıpkı öyle. ONLAR’ın bir kısmı öğrenciler yetiştirdi, pes etmediler, kutsal bir inada dönüştü bu çoğumuz için. Artık okuldan daha fazlaydı istenilen; kendin olmak, kendi gerçekliğini kabul ettirebilmekti mesele. Bir ülkenin tek bir kumaştan ibaret olmadığını göstermek, söyleyebilmekti. Nitekim derdi olanlar, dertli olanlar bunu her daim söyleme çabasından kaçınmadılar. İnsanın kaderi, insanlık bunu gerektirir çünkü.
Yolculuğumuz daha yeni başlıyor
ONLAR, kitaba, kendilerine, çocuklara ve geleceğe inanıyorlar. Bu yüzden en çok insanlıktan umutlular. Çünkü kimsenin kimseyi inançlarıyla yargılamadığı, eller ve yüzlerdeki rengin, kıyafetlerdeki farklılığın küçümsenme ve hor görülme sebebi olmadığı bugüne özlem duymuyorlar, inanıyorlar. Bunu başaracak olanın yine insan olduğunu bildikleri için anlatmaktan yana duruyorlar. Anlatmak istiyorlar, çünkü hiç anlaşılmak için yaklaşılmadı ONLAR’a.
Ben bu satırları on dört yaşında anne-baba korkusundan önce polis korkusuyla tanışan biri olarak yazıyorum, ONLAR’ın içinden çıkmış biri olarak da. Ne olursa olsun yaşananların yarasının sağaltılamayacağı, unutulmayacağı zor günlerde yanımızda duran ablalarımıza saygı gereğidir bu yazı bir nevî, yazılması her şeyden daha çok öncelik gerektiriyordu bu yüzden. 2002 yılında liseyi bitirip 2010 yılında Darülfünun’a girdiğimde, aradan geçen onca zamanda ne yaptığımıza dair merak edenler, sorgulayanlar çıkmadı henüz, çünkü öyle bir yere bırakılmış ve sanki ev içlerine terk edilmiştik. Ev içleri bir bakıma iyidir, ilim evdeydi eskiden, medreselerde, külliyelerde. Bu yüzden orası Darülfünun’du, ‘ilimlerin kapısı ya da eviydi.’ Şimdilerde okul kavramı; öğrenci ya da hoca ile bulmuyor karşılığını, okul artık resmî bir kurum. Önceden bir evdi. Bunu unutturdular.
ONLAR, fotoğrafın içindekiler, resmi yapanlar değil, resmin içinde olanlar; yani YAŞAYANLAR. O fotoğrafın içindekiler bugün mezun oldular. Bu yüzden bu fotoğraf aynı zamanda azmin zaferinin fotoğrafı. Ne demek şimdi azim, neyi başardılar bunlar. Geciktirmeyelim, onu da söyleyelim: Kendi olmayı, hedeflerinden vazgeçmemeyi, bir dostun deyişiyle pencereden bakıp geçmemeyi, ne olursa olsun hakkın olanı almayı, daha da önemlisi inancının gerektirdiği şekilde durmayı. Yıllarca dışlanmak, okula alınmamak bir yere kadardı, şuna iman ettik ki sonunda adaletin yerine konacağı gün gelecek. Yolculuğumuz daha yeni başlıyor. Ne yaparsanız yapın, doğmakta olanı engelleyemezsiniz.
Sevâl Günbal yazdı