“Kelamından olur malum, kişinin kendi miktarı”

Edep ve âdâb-ı muaşerete dair birkaç hikâye

“Edep bir tâc imiş nûr-ı Hudâ'dan

Giy ol tacı emîn ol her belâdan”

Bu beyit sanıyorum ki insan olmayı insan gibi yaşamayı, bu gidişata, bu sisteme, dünyaya nizam veren bir beyit olsa gerek. Bizim kadim şiirimiz az ve öz söylüyor. Cevâmi-ül kelim yani az sözle çok mânâ söylemek. Kişisel gelişim gazeli de diyorlar şimdi. Her şeyin hayırlısını, kolayını, en iyisini istiyoruz da; en güzel davranışları, en latif sohbetleri, en cömert yardımları etrafımızdaki insanlarla, akrabalarımızla, komşularımızla, mesai arkadaşlarımızla yapabiliyor muyuz? İşimizi güzel yapıyor muyuz? Nefsimizi terbiye edebiliyor muyuz?

“Biri Peygamber Efendimize sordu. İyi ahlak nedir? Cevap verdi: “Sana darılan kimseyle görüşmen, seni mahrum edene vermen, sana zulmedeni affetmendir. Nerede bulunursan bulun, Allah’tan kork, kötülükten sonra hemen bir iyilik işle ki onu mahvedesin. Halka iyi ahlak ile muamele et.”

Nefsini arındırabilen, her vakit Hakk’ın huzurunda şuurunda olan insanda edep nüveleri yeşermeye başlıyor. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’yi ziyaretinde kaldığı odada Kur’an-ı Kerim bulunduğu için geceyi saygısından dolayı ayakta geçirdiği menkıbesini bilmeyen yoktur. Anlaşılıyor ki edeb, terbiye, âdâb-ı muaşeret denilen davranışlarımızın kaynağı inançlarımız, Allah ve Peygamber sevgisidir.

Edep, ahlak, âdâb-ı muaşeret bizim en çok sahip olmamız gereken haller. Çok mümtaz kişiler için de âdâb erkân bilir deriz değil mi. “Edebim daha fazlasını söylemeye müsaade etmez” derler. Az ve öz konuşurlar. İnsan kulaktan terbiye olurmuş, bunun için edep, hâyâ, bilgelik ve tevazu gibi özellikleri taşıyan güzel insanlarla bir arada olmaya çalışmalı, onları aramalı bulmalı.“Üslub-u beyan, ayniyle insan” yani bir insanın ifade tarzı kendini anlatırmış. Kelamından olur malum, kişinin kendi miktarı” demişlerdir. Dijital çağda dijital ortamla terbiye olunamayacağı gibi verdiği hasarlar da dikkate alınmalıdır.

Merhum Ekrem Tahir, Yaratıcı Öfke kitabında Hayâ kelimesini şöyle tarif ediyor: “Hayata ve fazilete giden en önemli kelime. Ulviyeti, âli ahlâkı, fazileti, namusu ve vicdanı bize anlatan en değerli, çok buudlu (boyutlu) bir mânâ ve tedâi ormanı bir hece, bir kelime ve mihenk taşının taşı hayâ! Hayâ olmadan ne edep, ne iz’an, ne ar, ne de namuslu bir düşünce hayatı olur”.

Merhum M.Şevket Eygi 31.10.2012 tarihli yazısında İstanbullunun özelliklerinden 62 adedini yazmış. İstanbul kültürüne, medeniyetine, görgüsüne, terbiyesine, âdâbına, inceliğine, mürüvvetine ve nezaketine sahip kimselerde bulunan haslet ve meziyeti maddeler halinde sıralamış. Birkaç tanesini buraya alalım:

1. Terbiyeli, kibar, medenî gerçek bir İstanbullu ben kelimesini çok kullanmaz, onun yerine bendeniz veya fakir der. İstanbul kültür ve âdâb-ı muaşeretinde sık sık ben demek çok ayıptır, büyük bir nakisedir.

2.İstanbullu, iki öğün yemeği atlamış ve açlıktan başı dönmüş durumda olsa bile, sofraya sakin sakin oturur, sanki hiç aç değilmiş gibi ağır ağır sakin sakin yer. Gözlerini faltaşı, ağzını faraş gibi açıp çılgınca yemez. (İstisna: Bir yerde misafir ise ev sahibine hürmeten istiğnada ölçülü olur.

3. İstanbul terbiyesine sahip kadın ve kızlar sokakta, toplu taşıma vasıtalarında, yabancıların arasında çıngıraklı kahkahalarla gülmez, hattâ dışarıda hiç gülmez.

4. İstanbullu, ziyarete gittiği yerde (binde bir zaruret olmadıkça) tuvalete gitmez, abdest tazelemez. Dindar bir kimse ise, abdestli olarak gider.

5. İstanbullu gıybet etmez, nemime yapmaz, insanların gizli ayıp ve günahlarını araştırmaz, istemeden öğrenirse bunları fâş etmez, gizler. O, ayıpları setr eder, başkalarının günahlarına karşı karanlık gece gibi olur.

Son dönem mutasarrıflarından Diyarbakırlı Said Paşa (1832-1891), 10 kıt’alık o muhteşem Ahlak Manzumesi’nde de der ki;

At riyâyı elden, ıslaha çalış ef’alini,

Boşboğazlık etme, ta’til eyle kıyl ü kâlini,

Sen ne türlü saklayım dersen de sû-i halini,

Hak Te’âlâ senden â’lemdir senin ahvalini.

Müstakîm ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni.

Edep, ahlak, terbiyeye dair muteber kitaplardan birkaç seçme hikâye:

Göz Yasağı

“Çakır, ela ve siyah gözünü, Cumhuriyet lirası gibi yusyuvarlak açar ve karşısındakine diker. Zavallı karşısındaki, öfkelenir, sinirlenir, ezilir büzülür, terler sıkılır, fakat ağzını açıp da bir şey söy­leyemez. Ne desin yani?

- Efendi, ne bakıyorsunuz mu? desin.

Cevabı hazırdır:

- Göze yasak mı var?

Yoldan bir kadın geçerken, teftiş gören asker gibi, başıyla 180 derecelik bir daire çizer ve kadının topuğundan saçlarına kadar, gözlerini sokmadığı yer bırakmaz. Zavallı kadın ne yapsın yani? Dönüp de bu küstaha iki tokat mı aşketsin? Göze yasak olur mu hiç?

Evinize misafir gelir, tahtakurusu yuvalarına kadar gözüyle her deliğe girer.

Hulasa bakar, her şeye bakar, bakar oğlu bakar. Başvekil olur­sanız, yüzünüze menfaati için, mübaşir tarafından takip edilirse­niz zevki için bakar. Hele mümkün olsa da birini ameliyat masa­sında, teneşirde, idam sehpasında seyredebilse.

Hep ayni mazeret: Göze yasak olmaz.

Halbuki en büyük, en ince ve en güzel yasak budur: göz yasa­ğı. Göz yasağını anlayabilmek, derin bir terbiye ve kültür işidir”.

N. Fazıl Kısakürek (Çerçeve, 135-136)

İbret Alacak Bir Hikâye

“İsa (a.s.) havariyyuna demiş: Sizin bir kardeşiniz uyumuş olsa ve yel onun eteğini açsa, keşf-i avret vaki olsa neylerdiniz? Onlar demişler ki örterdik ve uyandırırdık. İsa (a.s.) demiş: Yok belki keşf-i avret ederdi­niz. Dediler: Subhanallah bu nice olur? Dedi: Sizden biriniz bir kardeşinin ayıbını görse aşikâr ediyor. Bu ondan daha çirkindir”.

Türk Ahlakçıları- Mehmet Ali Ayni S. 209-Kitabevi

“Molla Câmî, Hazretî Pîr ' i ziyaret etmek için ne zaman Konya'ya gelse şehre bir saatlik mesafede atından inermiş, pabuçların koltuğunun altına alırmış, huzûra yalın ayak gelirmiş. Ayrıca, '' Ben onun bulunduğu şehirde ayaklarımı uzatıp yatamam!'' diyerek geceyi civar köylerde geçirirmiş. Edebin bu derecesini anlatırken dil, yazarken kalem de muhakkak ki, hicâbından mahcûp olur”.

***

“Eskiden bazı hayırseverler sadece kesesi ve kasası değil, gönlü de zengin olan bir takım asil ruhlu insanlar, darda ve sıkıntıda kalanların darlıklarını ve sıkıntılarını gidermekten, onların borçlarını ödemekten büyük bir zevk duyarlardı. Bunu yaparken de borçlu kimseyi, mağdur şahsı asla rencide etmiyorlardı. Öyle borçlular vardı ki, onlar borçlarını kim veya kimler tarafından ödendiğini bile bilmiyorlardı.

Osmanlılar zamanında bakkalların, diğer bir takım esnafın veresiye defterlerine ''Zimem defterleri'' deniliyordu. Meselâ hayırsever bir vatandaş mahallesindeki bakkala rastgele giriyor, bu defterlerden birini veya birkaçını istiyor, listeyi şöyle bir inceliyor bir kısmını veya tamâmını ödüyordu. Kabarık borcundan dolayı bakkala utana sıkıla gelen, mahcûbiyet duygusuyla alışveriş etmek zorunda kalan mahalle sâkini, meçhûl bir el tarafından borç yükünden kurtulduğunu öğrenince hem sükûna eriyor, hem son derece şaşırıyor, hem de tanımadığı, bilmediği hâmisine duâ üstüne duâ ediyordu. Ne asil bir davranış değil mi efendim?

İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki: ''Ey malıyla ve soyuyla övünen kimse, bil ki, bizim iftihar ettiğimiz şey sâdece ilimden ve edebden ibârettir”.

Dursun Gürlek -Tebessüm ve Tefekkür

***

“Dediler:

-Halkın amelleri ve ahlâkıyle camadlar (cansız şeyler) bile müteessir olur. Şeyh Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin bu hususta birçok keşfi vardır. Bu bakımdan kötü işlerin işlendiği bir yerde edilen ibadetle iyi işlere sahne olmuş bir yerdeki ibadet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki Kâbe hareminde kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınanlardan misillerce üstündür”.

         N.Fazıl Kısakürek-Reşahat,  317

***

“Kanuni zamanında, ulemâ arasında, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (s.a.v.) muhterem ebeveyninin imanlı olup olmadıkları hakkında gereksiz bir tartışma başlamış, bu mesele epeyce uzayarak ihtilaf sebebi olmuştu. Padişah bunu haber alınca, ebeveyn-i Nebevî hakkında 'dalâlette kal­mışlardır' gibi kanaat sahiplerinin görüşünü edebe aykırı bulmuş, bu meselenin kesin bir şekilde halledilip kapatılması için ulemâ ve meşa­yihi Fatih Camii'ne çağırmıştı. Sultanın arzusu üzerine âlimler ve şeyhler camide toplandılar. Padişah da mahfil-i Hümayûn'da tartışmayı izliyor­du. Mecliste bulunanlar arasında, sadrazamlık da yapmış önemli devlet adamlarından Papazoğlu lakaplı Mustafa Paşa da bulunuyordu. Ümmi Sinan Hz. de halifelerinden Harirî Muhammed Efendi ile birlikte camiye gelmişti. Hz. Pir doğruca mihraba doğru gidip oraya oturdu. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi mihrabın bir tarafında, Papazoğlu Mustafa Paşa da di­ğer tarafında idi.

Ümmi Sinan tartışmayı usulünce noktalamak istiyor, edebe aykırı bir yola dökülmesini arzu etmiyordu. Bunun için, bilmiyormuş gibi görüne­rek Ebussuud Efendi'ye, "Bu zat kimdir?" diye Papazoğlu'nu sordu, şey­hülislâm, "Büyük vezirlerdendir" diye cevapladı. Bunun üzerine Ümmi Si­nan, "Papaz kimdir?" diye sordu, muhatabı sükut etti. Tekrar sorduğunda yine sükutla mukabele edince yüksek sesle, "Canım niçin sualime cevap vermiyorsunuz?" dedi. Bunu işiten padişah, mahfilden haber gönderip meseleyi öğrenmek istedi. Ümmi Sinan Hz. vakayı arzetti. Padişah bu sual ve cevaptaki kastı anlayarak, "Mesele halloldu, tartışmaya gerek kal­madı, meclis dağılsın" emrini verdi.

Meclisin dağılmasına sebep, şeyhülislâmın Mustafa Paşa için edeben 'Papazoğlu' demekten kaçınması idi, çünkü padişah ve heyet huzurunda Papazoğlu demek uygun düşmüyordu. Ümmi Sinan Hz. demek istiyordu ki, paşanın babası için edeben Papaz denilmekten kaçınılıyorsa, Fahr-ı Âlem'in muhterem ana-babası hakkında bir iman meselesi çıkarılması ubudiyet edebine asla uygun düşmez. Ve şeyhülislama karşı, “Böyle bir tartışmaya niçin meydan veriliyor" mesajı veriyordu”.

Tarık Velioğlu - Osmanlı’nın Manevi Mimarları, .123

***

“Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlardan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lakin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sabredip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle karnını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazını torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, ‘Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada karnını doyurursun’, dediler. Bunun üzerine yolcu, ‘Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!’ deyince kendisine güldüler ve dediler ki: ‘Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin karnını doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir’’.

                               N. Topçu- Ahlâk, 174- Dergah Yay.

***

İnsanlığa musallat olan kötü sıfatlardan kin, nefret, öfke, fesatlık, fitne, hile … gibi nefsani halleri tedavi etmek icap ediyor. Akil ve mürüvvet sahibi gönül erlerimizin eserlerini okumak, onları dinlemek, söylediklerini yapmak bizi bir nebze olsun muarra kılıyor.  

“Ehli diller arasında aradım kıldım talep

Her hüner makbul imiş illa edep illa edep”

Kütüphaneciler üstadı Ali Emiri Efendi’nin “Müstazad”ından bir beyit:

“Bed-mâye olan kimsede hüsn-i edep olmaz

Olmaz gözüm olmaz

Da‘vâ-yı neseb etse de sâhib-neseb olmaz

Olmaz gözüm olmaz”

Son sözü Hz. Yunus Söylesin:

Nice bir besleyesin, bu kaddile kâmeti,

Düşdün dünya zevkına, unutdun kıyâmeti.

Düriş kazan iyi yidür, bir gönül ele getür,

Yüz Kâ’be’den yiğrekdür, bir gönül ziyâreti.

Uslu değil delidür, yüce saraylar yapan,

Âkıbet vîran olur, cümlenün imâreti.

Kerametüm var diyen, halka sâluslık satan,

Nefsin Müslümân itsün, varısa kerâmeti.

Yüzbin peygamber gele, hiç şefâat olmaya,

Var eger olmazısa, Allah’un inâyeti.

Nefsin Müslümân iden, Hak yolın toğru varur.

Yarın ana olısar, Muhammed şefâati.

Yûnus imdi sen dahi, girçeklerden olıgör,

Gerçek erenler imiş, cümlenün ziyâreti

İsm-i şerifi geçenlere rahmet ve mağfiret niyaz eder, himmetlerini bekleriz.

YORUM EKLE