Bir süredir köydeyiz, biyolojik saatim 04:30’dan sonra uyumama izin vermiyor. Saat sekize kadar hiçbir hareketlilik olmuyor köylerde. Oysa köyde hayat erken başlardı eskiden. İki üç gündür eşimin köyündeydik, orada da durum aynı. Ama çok şey kaçırıyorlar. Güneşin yavaş yavaş yükselişini, turuncu ışıklarını Karadeniz’in üzerine bırakışını, sahnenin aydınlanıp hikâyenin başlangıcını kaçırıyorlar. İstanbul’da hafta sonları bazen sabah erkenden, Güngören uykudayken Sarıyer sahiline gideriz. Sarıyer’de insanların o saatte sahilde yürüyüş yaptıklarına şahit olurum ve neden Güngören uyurken Sarıyer uyanık bunun üzerinde düşünürüm. Haydi, bir adım öte geçip şunu da ilave edeyim Hâlbuki Güngören’de sabah namazında camiler Sarıyer’deki camilerden daha yoğun olduğu halde neden daha çok uyur Güngören. Bunun bir sürü farklı sebebi var bunun üzerinde duracak değilim. Günlerin elimden kayıp gidişine yanıyorum ben. Uyku masraflı geliyor şu an, gerçi uyanıkken daha masraflı olabiliyoruz ama olsun.
Yüz yıllık hikâyemize ev sahipliği yapan ata yadigârı ahşap evin bahçeye ve yola bakan iki şirin penceresinin arasındayım. Kuşlar ve horoz hariç herkes uyuyor. Alt kat ahır, buzağılı bir inek oturuyor. Aramızda sadece ve sadece seyrek döşenmiş tahta döşeme var. O kadar samimiyiz her hareketini duyuyoruz. İnek huzursuz, ciğeri parçalanırcasına bağırıyor ha bire, durmadan boynundaki çanı dıngırdatıyor. Yavrusunu emzirme vakti geldi, birinin gelip yavrusunu bulunduğu alandan çıkarıp ona vermesi gerekiyor. Olabildiğince rahatsız edip uyarmaya çalışıyor ama nafile, kimsenin uyanacağı yok. Sinirleri bozuluyor, derin derin soluyor, asabileşiyor, sağa sola boynuz atıyor, sağdan da soldan da umudunu kesmiş olmalı ki, gittikçe bağırmanın şiddetini artırıyor, sesini dramatikleştiriyor, ajitasyon yapıyor. Aynı iç burkan ses tonuyla karşılık veriyor güzel yavrusu. Kendine ayrılan küçük alanda koşturup duruyor.
Karadeniz’in üzerinde allık artıyor, Avluya bakan pencerelerden ahşap duvarlara turuncu taze sabah ışıkları düşüyor. Kuş cennetini oluşturan göller yangın yerine dönmüş, ayna gibi gökyüzüne yansıtıyor günün ilk ışıklarını. Büyük bir sahne kuruluyor, ışıklar açılıyor oyuncuların sahneye çıkmasını bekliyor insan gayri ihtiyari. Arka fondan horoz sesi veriliyor, ince narin bir erik dalı uzanıyor sahneye, en narin yerinde zarif bir serçe günü uyandırmak için sessizliği gagalıyor. Uzaktan bir traktör sesi beliriyor sahne arkasından, sonra silueti hızla geçiyor sahnenin önünden büyük bir gürültüyle. Gürültü uzaklaşıyor, farklı tablolar uzun uzun veriliyor sahneye. Kıpkızıl buğday tarlaları, güneşin yavaş yavaş yükselişi, renklerin belirginleşmesi, aydınlığın artmasıyla ayrıntıların ortaya çıkışı, fotoğrafın netleşmesi. Bir köy giriyor sahneye, evleri dağınık, uzakta bir baca mavi bir tül gibi duman bırakıyor mavi gökyüzüne. Şapkası eğik bir adam ayaklarını sürüyerek gidiyor ineklerin ardı sıra uykulu ve uyuşuk. Bir dağ giriyor sahneye uzaktan, bir tepe. Aynı anda bir zurna sesi veriliyor sahneye, aydınlık daha da artıyor tepede ayrıntılar netleşiyor. Bir koyun sürüsü, beyaz bir örtü gibi serilmiş. Gün doğmadan sürüsünü yaylaya süren çoban zurna çalıyor, farklı havalarla karşılıyor günü.
Ufukta her sabah farklı fotoğraf oluşuyor, bir önceki güne benzemiyor bir sonraki gün. Her ‘gün’ farklı bir hikâyeyle başlıyor. Oysa biz “hep aynı be yav” demeye alışmışız. Gece boyu yağan yağmur, karanlığı lime lime eden şimşekler, yerle gök arasını fasılasız dolduran gökgürültüsü, rüzgârın uğultusu, bulutların köşe bucak kaçışı yunmuş yıkanmış bir tabiat. Su birikintilerine yansıyan mavi gökyüzü. Çetin bir geceydi, kazasız atlattık çok şükür. Uzun süre yağmurun nağmelerini dinledim, damlalıklardan düşen damlaların ritmi alıp götürdü beni. Bir kuşun sesi damlalara karışıyordu. Her sabah evi turuncu ışıkların doldurduğu o aydınlık yok, sis bulutu kocadağın kuytu yerlerine saklanmış rüzgârın geçmesini bekliyor. Damlayan yerlere koyduğumuz leğenlerin arasından geçerek ayakuçlarımla dış kapıya yöneldim. Bismillah kapıyı açtığımda sepkenle karışık ıslak hava yüzümü yaladı geçti. Evin bütün odalarını doldurdu. Oysa her yerinden girebilirdi evin, ama kapının açılmasını bekliyordu sanki. Ayakkabılar ıslanmış, en garanti yer fırının sundurması, orada ıslanmıyor ayakkabılar. Islak bir terliğin suyunu akıtıp fırının önüne gittim, ayakkabıları ayağıma takınıp her sabah yaptığım gibi yaylayanının yolunu tuttum. Tabiat halden hale giriyor, sahne anında değişiyor. Yaylayanı, gün doğumunu izlediğim en güzel yerlerden ama ufuk gri bir perdeyle kapalı. Şakirin lüğebe kadar yürüdüm. Rüzgâr uğulduyor, dağlar hışırdıyor, yağmur damlaları seyrek seyrek yüzüme çarpıyor. Gökyüzü uzakta Karadeniz’in üzerine çökmüş, denizden gri bir yoğunluk koptu üzerime üzerime geliyor. Bu bir yağmur bulutu, birkaç dakika sonra üzerime bindirdi, kaçacak bir yerim yok, kaçmaya gerek de yoktu zaten. Yol boyu paçalarımdan akan yağmur eşliğinde eve geldim. Sesleri de bir enstrüman gibi yansıtabilseydim. Keşke renkleri, sesleri yazmanın ifade etmenin de bir dili olsaydı.
Ağustos kendini hissettiriyor iyiden iyiye, sıcaklar artıyor, kırlardan topladığım çiçekler kına gibi kuruyor. Her sabah dağdan dönüşte, bir demet taze kır çiçeği verip buz gibi suyunu içtiğim pınar gümüş bir zincir gibi akıyor. Nerelerde soğuyor bu kadar, bir meşenin kökünden çıkıyor, kökü derinlerde olmalı, köklü bir kaynak. Bu meşe ağacı, belki yüz yıldır bu pınarın melodisini dinliyor, serinliğinde serinliyor. Geldim geleli bir demet taze kır çiçeği vermeden içmedim tekneyanının suyunu. Hücrelerimiz bu suyla beslendi ilkin, hikâyemiz bu suyla başladı.
En güzel geceler ağustostadır buralarda. Gölgeler uzar, önce dereleri doldurur, sonra kocadağı aşıp elbirliği ile akşamı getirirler. Kısa bir akşam hüznünden sonra yıldızlı örtüsünü çeker gökyüzü. Işıklı böcekler aydınlatmaya çalışırlar karanlığı. Ay bakır sini gibi çıkar tepenin üstünden, ağararak yükselir. Böyle gecelerde, ay ışığı altında annemle deste (ekin) bağlardık gecenin geç vakitlerine kadar. Yıldızlı gökyüzü, ay ışığı hikâyem böyle gelişti. Bir destenin üzerine sırtüstü yatar, hem yorulan belimi dinlendirir hem de yıldızlı gökyüzünü seyrederdim. Bir kuyruklu yıldızın dağın kalbine saplanışına şahit olurdum. Gözüm dalar, içim geçer annemin hışırtısıyla yeniden uyanırdım. O birkaç dakikalık dalış bile iyi gelirdi.
Başımı yastığa koyduğumda ay, bir bal peteği gibi koynumda. Gittikçe eğiliyor pencereme, sanki içeri girmeye çalışıyor. Yıldızlı gökyüzü, uzakta ipil ipil şehrin ışıkları. Yavaş yavaş savuşuyor penceremden ay, her yanı dolduran tatlı bir uyku bırakıyor yerine.
Sabahın kızıllığıyla uyanıyorum, ezan sesi uzaktan geliyor. Gıcırdayan döşemeler üzerinde ayakuçlarımla geliyorum köşeme yeniden. Bulutsuz güzel bir ağustos günü yine horozun güzel sesiyle başlıyor. İnce bir bulut perdeliyor ufku. Gün ağarıyor, ayaklarım beni dışarı çekiyor. Hazır güzel bir güne uyanmışken, elimden kayıp gitmeden şükür yürüyüşümü yapayım, kırlara çıkıp kır çiçeği toplayayım. Yaylayanına, doğan tepeye kadar yürüyorum her gün. Bazen kırankapıya çıkıp çamlıktan iniyorum. Bir sabah çıkıp Erçel’e yürümeliyim. O gürgenin gölgesinde geçmişe yolculuk yapmalıyım. Gün aydınlanıyor, gece kaybolan renkler belirginleşiyor, bir el bu koca tuvali yeniden boyuyor, fotoğraf netleşiyor…