İnsanın bu kadar fazla acıyla ölmesi tekrar dirilmesi içindir. Bu acılar kötüyse ateşe dayanabilmek, iyiyse karşılığını alıp, sevinç ve neşeden ölmemek içindir. Öbür tarafın şartlarına katlanabilmek için, insanın, sıkı ve çetin bir imtihan olan ölümden geçmesi gerekmektedir. Ölüm sadece kendini toprağa gömmek değildir. Ölüm öteye de inanmaktır. Öteye yani ahirete. İnsan, ahiret bahçesine dünyada ektikleriyle ulaşır. Ektiği şeyler ölüm için, diriliş için birer kontrpuanlardır. Sezai Karakoç, Diriliş Çevresinde kitabındaki “Ölüm Sebebi” adlı makalesinde bu konuyu irdeler. Bunlar, üstadın gözüyle şöyle şekillenir:
Toprak ananın karnında bir doğum
“Ölüm ötesi, bir yemiş gibi pişiyor, güneşte kızarıyor ve ölümden sonra bir elma gibi insanın avucuna düşüyor. Böylece ölüm, öbür gözüyle bir doğum oluyor. Toprak ananın karnında bir doğum. Toprağa, çürütemeyeceği cevherlerle gidenin doğuşu, dirilişi daha kolay, daha tatlı olur. İnanç, sevgi, namaz, oruç ve dua… Her biri ölüme karşı peşin serumlar ve ölüm ötesi için pencerelerdir. Ölüm ötesine açılan pencerelerdir. Kim bunu inkar edebilir?”
Üstad, ahiret için çalışmanın gerekliliğine vurgu yaparken bir yandan da “ölmeden önce ölünüz” hadisini yüreklere nakşetmek istiyor. “Ölmeden önce ölmek, daha büyük bir ilerleme, daha hızlı bir gelişimdir” diyerek, insanın bir kış ortasında bağdan salkım salkım üzümler devşirebileceğini müjdeliyor. Ölmeden önce ölümü tadanları da şöyle tanımlıyor üstad:
Bu dünyada öteye yol arayanlar kimler?
“Gecenin sesini duyanlar, güneşin hışırtısını, göğe sürtünüşünü işitenler, meleklerin kanat çırpışını görür gibi olanlar, yalnızlığın bir kalb gibi çarpışına kulak verenler, aç kalmış bir böceğin bile düşüncesiyle huzursuz oldukları halde kendi açlığını unutanlar… İşte bunlar bu dünya içinde öteye yol arayanlardır ve bunların ideal çizgisi, ölmeden önce ölümü tatmış olanlardır.”
Asıl yabancı sensin
Üstad, insanın ölümden önce yabancılaşmasının tanımını da yapar. Batının ortaya koyduğu yabancılaşmayı reddeder, onların değersizliğini vurgular. Metafizik bir boyuta aktarır yabancılaşmayı. Asıl yabancının insan olduğunu, bu dünyada ve hatta kendi vücudunda bile. “Vücut, kimi hallerde çürürken, ruh dehşetle ona bakar ve seyreder. 'Bu benim mi' diye. Bu ben miyim? Hayır, o, o değildir. Ve asıl oluş buradadır.”
Yabancılaşmanın, sonradan olmayı ifade ettiği için kökten yanlış olduğunu, insanın önceden yabancı olduğunu, sonradan yabancılaşamayıp aksine yabancılıktan kurtulduğunu ya da sonradan tekrar yabancılaşabileceğini vurgular üstad. Yabancılığın kökünü öteyi işaret ederek gösteren üstad, yabancılaşmanın ötenin bad-ı saba’sını alanlara mahsus olduğunu belirtir. Belki, inancını yitirmiş filozofların yabancılaşmasının, “gerçek yabancılığın” kendi sistemlerine vurmuş gölgelerinden başka bir şey olamayacağını söyler. Bu sebepten onlar, “ateşe bakan bir insanın her yerde ateş ve alev dalgaları görmesi gibi, bu al tutmuş filozoflar, metafizik acı, öteye ait duygular ve ölümün başkaldırmasını dar ve sığ alanlarda denemişlerdir.”
İntihar ancak vücudu öldürür
Üstad, ölümü yok saymakla ya da en ufak bir emaresi ve işareti olmamasına rağmen ölüme çare bulunacağını, artık insanların hiç ölmeyeceğini düşünsek bile bu sefer de birdenbire intihar ve adam öldürmenin salgın halini alacağını belirtiyor. Ölümden boşalanın intiharla doldurulacağını, işte bu yüzden ölümün ödevli ve zamanla ortadan kalkacak bir kategori olmadığını belirtiyor.
“O, bu dünyada silinmesi mümkün olmayan Mavi Sakalın anahtarındaki kan lekesi gibi, öteden gelen bir izdir. Yoksa, bu dünyaya ait bir pürüz değil. İntiharsa, ‘ölmeden önce ölme’nin arabıdır (negatifidir). Ölmeden önce ölmenin ihtiyacını sezip de, o bu duruma gelip de, inanç, şart ve kültürüne eremeyenlerin sapladıkları kara renktir intihar. Ölüm yenilse ve ötenin inkarı dalbudak salsa, intihar, otağını, insanlığın ortasına gelip kuracaktır. İşte inkarcıların özlediği altın ve ideal gelecek! Henüz bu ‘gelecek’leri gelmemiştir ama kolektif düşünce ve duygu intiharları, komünizm, faşizm vb. herhangi bir ‘izm’ altında sürüp gitmektedir.”
Üstad, bu ölüm makalesinde ölümü gören bir gözle görmek ve ölümün ötesine bakabilmenin kendi mesleği ve çağırdığı yeni var oluş olduğunu belirterek bizleri sevinçle karşılanan ölümleri, ölümü gören gözlerle görmeyi ve gözümüzün önündeki buğuları silmemiz gerektiğini üstüne basa basa seslendiriyor.
R. Sercan Somuncu “ne mutlu kulak verenlere” dedi