"Kalın Türk" Böyle Düşündürür Adamı
Henüz altı yaşındayken babam odamızın girişinde bulunan köşeye, birbirine bitişik sekiz raf yaptı. Matkap ve dübel denilen şeylerle o zaman tanışmıştım. O kadar gürültü çıkaran, insanın diline toz ve kum yapıştıran matkap makinesinin deldiği duvara; yumuşak ve plastik olan dübelin sokulmasını çok ters bulmuştum.
Sert, gürültücü bir şeyle yumuşak ve ezilebilir bir şey nasıl bir araya gelebilirdi? Annem ve babam gibi mi? Derken.. Babam uçları sivri metal vidalar çıkardı. Ve tornavida yardımıyla rafların demirlerinde bulunan deliklerden bir vidayı geçirip oradan duvardaki deliğe; dolayısıyla da deliğin içinde bulunan dübele geçirdiği bu vidayı çevirip sıkmaya başladı. Kalktım, yerde bulunan poşetten bir vida aldım. Evet; sert, sivri uçlu bir vidaydı. Ama metali daha mat ve sanki göründüğü kadar sert değildi. Daha sonraları öğrendiğim alüminyum maddesinden yapılmış bir vidaydı. Ben o sırada seslice; “sahte demir” diye nitelendirdim.
Bizlerden daha eski beton duvara matkapla feci şekilde delikler delindi, yumuşak dübeller deliklere tıkandı ve o kadar da sert ve sağlam olmayan vidalarla raflar sıkıldı. “Bu vidalar da benim gibi” diye düşünmüştüm. Varlar ama yok gibiler, çünkü görünmüyorlar. Sertler ama aslında o kadar değil, yemekte kullandığım kaşık daha sert, çatal ise daha sivri, diye düşündüm.
Çok kısa bir sürede babam rafları köşeyi kaplayacak şekilde bitirdi. Hiç, ses çıkarmadı. Hiç bağırmadı. Hiç anneme söylenmedi. Hiç bana ve kız kardeşime sessiz olun, gürültü yapmayın demedi. Hiç yorulmadı da. İşi bittiğinde odamızın bir bölümü benim gözümde “uzay gemisi” gibiydi. Birbirlerine paralel köşeli raflar ve bu rafları tutan intizamlı delikleri bulunan, duvara yaslanmış demirler vardı. Hepsi beyazdı. Ve görülmeyen bir şey vardı; çok gürültü, bir sürü delik, bir sürü toz ve bir sürü dübel ve vida. Bu görünmeyenlerin hepsini ben görmüştüm. Şu an görünmüyorlar ama babamın “kütüphane” dediği bu şeyi aslında onlar oluşturdu.
Üstelik bu kütüphanenin bir tadı vardı. Ve o tat ağzımdaydı.
Sonra kucağında bir karton dolusu kitapla annem geldi. Babam da birkaç karton kitap getirdi. Sonra birkaç karton daha.. Annem kitapları güzelce dizdi.
İşini bitirdiğinde aralarından ince bir kitap seçti.
“Bunu oku” dedi. Öyle dediği için daha kitabı elime aldığımda açıp okumaya başladım. Annem odamızdan çıktığında kitabı kapattım. Gözlerim “uzay gemisi”ne bakıyordu. Ama artık uzay gemisi olmaktan çıkmıştı. “Ev” olmuştu.
Elimdeki kitap elli sayfa var veya yoktu. İki sene boyunca o kitabı okudum. Hatta kütüphaneye kavuştuktan sonra o raflarda bulunan tüm kitapları iki sene içinde belki de ikişer defa okudum. Kitapların biri hariç, hiç birinin adını hatırlamıyorum. Ve onca kitabın neden bahsettiğini de hatırlamıyorum. Çünkü Türkçem yok denecek kadar azdı. İlk elime aldığım kitabın kapağında “İslam'da Ana Baba Hakları” yazıyordu. Video seyrederken köylülerin “Ana” dediklerini görüyordum. “Baba”mız ise ortak. “Hakları” derken ki hak'ı ise yıllar sonra öğrenecektim. Anne ve babaların üzerlerine taktıkları bir şey, bir elbise sanıyordum hak'ı.
Bitkisel hayattaki çocukluk anılarımı saymazsam; en çok kitabı üniversitede okudum, diyebilirim. Ve üniversitedeyken fark ettim ki: Benim için kitapların isimleri var, içerikleri de var, fakat: yazarları yok. “Kimin kitabını okuyorsun?” diye sormuştu bir arkadaş. Haluk amcam var benim, öz amcam değil, ondan almıştım, benim; deyince, “Yazarı kim?” diye soran kız arkadaşımıza cevap vermek için önce kitabın arka yüzüne sonra da ön yüzüne bakıp başlığın epey altındaki isme baktım: “Cemil Meriç” dedim. O esnada hatırladım. Bu ilk dikkat ettiğim isim değildi; daha önce de böyle “alttaki bir isim” okumuştum: Antonio Gramsci.
Velhasıl, kitabı bitirince o arkadaşımıza verdim. Ve daha sonra o arkadaşa ve onun arkadaşlarına ve sınıftaki bazı arkadaşlara başka kitaplar da verdim. Büyük bir çoğunluğu “Cemil Meriç” kitaplarıydı. Şimdi bakıyorumda; kütüphaneme hiç biri geri dönmemiş..
Bütün bunları niçin yazdım? Yaş; otuz üç; neredeyse yolun yarısı. Aklımda kitapları kalan yazarlar: Goethe, Schiller, Novalis, Thomas Mann, Elias Canetti, Gogol, Peter Dreitzel, Franz Kafka, Ingeborg Bachman, Umberto Eco, Immanuel Kant, Jean Jack Rousseau, Tolstoy, Gorki, Balsac, Herder, Eichendorff, Brentano, Hamann, Levater, Wilhelm Hegel, Fontane, Bertolt Brecht, Lessing, Stefan Zweig, Naom Chomsky gibi isimler. Daha fazlası da aklıma geliyor. Fakat kitabını okuduklarım diyebildiklerimin bazıları bunlar. Kendi dünyamızdan yazar saysam; saymasına sayarım.. ama ya kitaplarını okuduklarımı sayabilir miyim? Çok çok az. Şu yukarıda bir seferde aklıma gelen ecnebilerin çeyreği kadar değiller.
Kerem? Ne yapıyorsun sen yahu? Geçtiğimiz günlerde şu an oturduğum küçük odanın iki duvarına yer yer serpiştirilmiş kütüphanemden geri kalanlara baktım. İsmet Özel"in “Bakanlar ve Görenler”i gözüme ilişti. Ve yanında geçen seneden beynime kazıdığım hatırlatıcı notu “şrak” diye alnıma yapıştırdı. “Hani kafan rahatken okuyacaktın? Koskoca bir sene geçti. Üstelik bu kitabı sen değil eşin sana aldı. Utanmaz, üstelik bu senin ilk İsmet Özel kitabın, Hem de bu yaşında!”
Bu etkiyle; Üsküdar sahilinde belediyenin ön ayak olduğu, deniz üzerinde yüzer şekilde kurulu olan kitap pazarının önünden geçtiğimde: İsmet Özel Kitaplarına ayırdıkları bölümdeki tüm kitaplardan birer nüsha aldım. Gözünüzde büyümesin, çok değil bir düzine sadece. Orada tüm eserleri bulunmuyordu. Eve döndüğümde minik ağaçlarıma yakın olan bir rafa yerleştirdim “İsmet Özel”leri. Her akşam ağaçlarımı mutlaka görürüm. Böylelikle unuttuklarımı da görürüm ve okurum, diye düşündüm? Çocuklarım da inşallah okurlar.
Bu yazıyı yazmadan önce “İsmet Özel”leri gördüm. Burada bulunanlar arasından en incesini “Kalın Türk”ü seçtim. Sadece elli üç sayfa tamamı. Okudum bitti. Sizlerle paylaşmayacağım, kendiniz okuyun. Buraya sadece kitap bittiğinde kapağını kapatınca aklıma gelenleri yazdım.
Kerem Abadi, çağrışımlardan kitaplara yol buldu.