Kilometreler boyu ağaca ve suya nadiren rastlayacağınız bozkırın ortasında Konya, bir çocuk neşesiyle karşınıza çıkıyor. Velî ruhlu insanların kalbindeki enginlik mesabesince, geniş bir ovanın üzerine asırların getirdiği yoğunluk ve yorgunlukla kurulan Konya, sanki yağışların yetersizliğine, iklimin şartlarına rağmen insanların gönlüne su serpmeyi başaran yeşil bir şehir; sanki ırmakların içinize döküldüğü, kuşların kalbinize inşirah hissi vermesi için kanat çırptığı, suların yokuş yukarı akarak dünyaya meydan okuduğu bir konak; sanki yirmi birinci yüzyılın Moğol istilasına benzeyen kötülüklerini bir çırpıda savuşturan, kanın ve kılıcın gölgesinde geçen günleri Yûnus'ça bir müjdenin kucağına bırakan bir sığınak. Konya bütün bu yönleriyle tarih boyunca niçin irfan ehlini göğsünde topladığının cevabını veriyor.
Alaaddin Tepesi’ne nazik ve titrek bir dokunuşla kondurulan Alaaddin Cami ve etrafındaki köşk kalıntıları, çeşmeler ve türbeler, şehrin hâlâ Selçuklular tarafından yönetildiğini ve bir başkentte olduğunuzu size sarsıcı bir şekilde hissettiriyor. Çift başlı kartalın bir ucu Orta Asya’nın uçsuz bucaksız semalarına uzanırken bir ucu Viyana kapılarında nöbet tutmaya devam ediyor. Doğu’dan Batı’ya, bir milletin dünyadaki gayesinin yazısız, sözsüz bir şekilde sadece sanat üzerinden nasıl ifade edileceği noktasında Selçuklu devri mimarisinin ulaşılmaz boyutları insanı hayrete düşürüyor. İnce Minareli Medrese, Sırçalı Medrese, Karatay Medresesi gibi etkisini ve ihtişamını hâlâ yitirmemiş bu mabet görünümlü mektepler, fizikî dünyadan sıyrılıp ilahi nağmelerin işitildiği uzak diyarların havasını teneffüs etmenize yardımcı olurken bunu nasıl başardığını taşların dilinden dinlemek Konya’nın inşa edilişindeki o güçlü medeniyet karakterini gözler önüne seriyor.