Sabahın beş buçuğunda, hava daha ağarmamışken evden çıkılır da Sütlüce’deki bir ilmihal dersine gidilir mi? Eğer dersi veren zat Üstat Ümit Şimşek Bey ise gidilir… Ben de zaten öyle yaptım. Gün doğmadan evvel evden çıktım, aheste bir minibüsle yarım saatte Bakırköy’e ulaştım. Oradan metrobüse bindim, Halıcıoğlu durağında indim. İndiğimde gün doğmuş, yağmur yağmaya başlamıştı. Uzun bir yürüme faslından sonra saat tam yedide MÜSİAD’ta oldum.
Üstat Ümit Şimşek Bey ve işadamlarımız, çay, peynir ve simitten oluşan bir kahvaltı sofrasında idiler. Buna “ayaküzeri atıştırma” dersek daha doğru olacak sanırım… Ümit Hocamın değerli oğlu Tarık Bey de kamera ve yansıtma cihazlarını kurmakla uğraşıyordu. Yanlarına gidip bir iki lokma atıştırdım. Bu yağmurdan sonra sıcak çay çok iyi gelmişti.
Batının ve Kur’an’ın algısı
Ümit Hocam saate çok riayet eden birisi olduğu için saat tam yedi buçuğu gösterdiğinde derse başladı. İlk önce yıkım ve vahşet sahnelerinin yer aldığı birkaç fotoğraf gösterdi. Sonra kâinattaki bizim bakıp geçtiğimiz güzelliklere dair fotoğraflar gösterdi. Bu iki resmi Batının ve Kur’an’ın tabiata bakışına örnek olarak göstermişti.
Sabahın bu erken saatinde elli kadar iş adamımız mükemmel bir dikkatle bu dersi dinlediler. Dersin son yarım saatinde iş adamlarımız Ümit Hocamıza birbiri ardına sorular sordular. Hepsi de bu konulara ilgili kimselerdi. Gerçekten seviyeli katkılarda bulundu işadamlarımız… Açıkçası bu güzel manzarayı gördükten sonra eskiden de karşı olduğum “müteahhitleşen mücahitler” benzetmesinin ne kadar da haksız olduğunu bir kez daha anladım. Bu benzetmeyle farkında olmadan hem müteahhitleri hem de mücahitleri küçültüyorduk. Ki bu da doğru bir yaklaşım değildi. Mücahitlik gibi ulvi bir sıfat böylesine küçültülmemeliydi…
Programın sonunda Utesav Mütevelli Heyeti Başkanı İsrafil Kuralay Bey ve Utesav Vakıf Müdürü Şükrullah Dolu Bey ile tanıştık. Kendileri bu derslere katılmak isteyenleri her hafta cumartesi günleri saat yedide Sütlüce’deki MÜSİAD konferans salonuna bekliyorlar.
Üstat Ümit Bey’in konuşmasının konu bütünlüğü olan bir kısmını çözümledim. İleriki kısmını da kendi arasında bütünlük olacak şekilde derlemeye çalışıyorum. Her ne kadar bu derslerdeki konuşmalar Ümit Şimşek Hocamızın “İslam İnanç İlmihali” kitabının şerhi niteliğinde olsa da bu konuşmalardan bağımsız bir kitap yapılırsa çok faydalı olacağını düşünüyorum. Şimdilik bu ilk bölümü istifadenize sunuyorum.
Batı bizim dünyaya bakışımızı bozdu
İki ayrı dünya tasavvuru var. Birisi Batının bize dikte ettiği bir hayat algısı… Ötekisi ise gerçek dünya algısı… Batının bize gösterdiği yerden dünyaya baktığımızda her gün neler görüyoruz? Her gün bizim medyada, televizyonlarda gördüğümüz manzaralar… Kan, pençe, birbirini yiyenler, savaş, kavga, gürültü… Biz medya sayesinde hayata hep bu olumsuz pencereden bakıyoruz. Oysa bizim dünya algımız rahmet eksenlidir. O olumsuz şeyler de vardır dünyada ama asıl olan rahmettir. Batı medya aracılığı ile bize dünyayı kendi baktığı yerden gösterdiği için bizim dünya algımızı bozdu.
Gazetecilik mantığı batıdan…
Batının bu anlayışını gazetecilik mantığında da görüyoruz. Bu anlayışa göre bir şeyin haber olması için, kitlelere intikal ettirilmesi için normalin dışına çıkması lazım. Batıdan aldığımız gazetecilik mantığı bu… Malum köpek insanı ısırırsa haber olmaz ama insan köpeği ısırırsa haber olur. Daima anormallik üzerine yoğunlaştığı için insanlar, sakin sakin hayatlarını devam ettirdikleri müddetçe, birbirleriyle güzel güzel geçindikleri müddetçe, aralarında büyük bir problem çıkmadığı müddetçe haber olmayı hak etmezler.
Batı ahlaksız bir aile
Batıdan bize güzel bir şey gelmemiştir. Batının hep olumsuz olana yönelmiş dünya algısına sahip olması onun tabiatının icabı… Çünkü yetiştiği kültür zemini bunu icap ettiriyor… Onların gerek Roma gerek Yunan ilahlarına bakarsanız bu durumu tespit edersiniz. Necip Fazıl’ın tabiriyle bunlar yüz katlı bir apartman gibi bir sarayda yaşayan ahlaksız bir ailedir. Bütün beşeri zaafları kendilerinde toplamışlardır ve kimi kiminin karısını kaçırır, öteki öbürünün gözünü çıkarır; böyle zaaflarla malul bir ailedir tespitini yapar Necip Fazıl…
Dünya o dünya değil
Bizim bulunduğumuz yerden gösterilen dünya; gözüken, gözükmesi gereken, bizim görmemiz gereken dünya bu değil… Kur’an’a baktığımız zaman Kur’an niye bize kâinatı gösteriyor? Evet, kâinata bakın diyor. Çok büyük bir kısmında etrafımızdaki yaşadığımız âlemden bahsediyor. Ve bizden Allah’ın rahmet eserlerine bakmamızı istiyor. Kavga aramak için değil, problem aramak için değil, Allah’ın rahmetinin eserlerini görmek için bakacaksınız diyor.
Gerçek dünyada hiçbir zaman kavga olmaz mı, kan olmaz mı, çatışma olmaz mı, mücadele olmaz mı? Bütün bunlar da vardır fakat esas olan bunlar değil. Kur’an’ın gösterdiği yerde esas olan rahmettir, rahmet gibi görünmeyen diğerlerinin de arkasında yine rahmet vardır.
Bulutlarda ve suda rahmet var
Mesela rüzgârı örnek verelim. Rüzgâr denilince aklımıza genellikle kasırgalar, uçan damlar, yıkılan evler, yerinden kopan ağaçlar geliyor… Oysa Kur’an’da; “Rüzgârını rahmetinin önünde müjdeci gönderen O’dur” (Furkan, 25) buyuruluyor. Demek ki rüzgâr bir rahmet müjdecisidir... Kur’an bize gösterirken bu manzaraları bir rahmet müjdecisi olarak gösteriyor ama Müslümanlar onu bir rahmet müjdesi olarak mı algılıyorlar? Evet, rüzgâr içinde bir yıkma gücü de taşıyordur fakat esas olan bu değildir; esas olan rahmettir.
Başka bir yerde; “Nihayet o rüzgâr ağır bulutları yüklendiğinde” (Araf 57) buyuruluyor. “Ağır bulutlar” tabirine dikkat edelim. Biz bunları gökte uçan pamuk yığınları zannediyoruz. Oysa herhangi bir bulut bir yere yağmur indirdiği zaman yüzlerce binlerce ton su indirmiş oluyor. Yani böyle bir bulutu Boing 727 filosu kadar büyük düşünebilirsiniz; bir yerden başka bir yere Allah’ın rahmetini yetiştiriyor. Koca dev uçaklardan oluşan bir filo düşünün ve orta çaptaki bir yağmur bulutu işte ağırlık itibariyle bu kadar. Bunları kaldırıyor. Nerden kaldırıyor? Okyanustan kaldırıyor. Neyle kaldırıyor onu kaldıracak olan gücü 750 milyon kilometre öteden gönderiyor. Güneş ışığı gönderiyor ve kimseye bir rahatsızlık vermeden denizdeki suyu buharlaştırıyor ve havaya kaldırıyor. Aynı zamanda arındırıyor; yoksa o tuzlu su o halde kimsenin işine yaramazdı.
Ayetin devamında; “O suyla yerden her türlü ürünü çıkarırız” buyuruluyor. Bakın kaç tane aşamadan geçiyor ama bütün bu aşamaların hepsinde istisnasız bir şekilde rahmet tecellileri var. Bir yerde bir problem bir arıza çıksa bütün bu zincir boşa çıkar. Ama adım adım yerden her türlü şeyi çıkaracak bir rahmet silsilesi var. Ayetin sonunda da diyor ki: “İşte ölüleri de kabirlerinden böyle çıkartacağız.” İşte gözümüzün önünde ölmüş yeryüzü nasıl diriliyorsa siz de girdiğiniz o topraktan bir daha girmemek üzere çıkarılacaksınız.
Başka bir ayet: “O Allah ki bulutları kaldırsın diye rüzgârları gönderir sonra bulutları dilediği gibi böler ve parçalara ayırır. Derken aralarından yağmur tanelerinin çıktığını görürsünüz.” (Rum, 48) Hayat veren su kimseye zarar vermeden sessiz sakin gönderiliyor. Bu kadar büyük bir iş ne kadar mükemmel bir şekilde tamamlanıyor.
Rahmetin yüzde biri dünyada
Yağmurun her damlası kime nereye ve nasıl isabet edeceği Allah katında yazılıdır. Kur’an bize bunu gösteriyor. Abesiyet yok. Hiçbir şeyde zerrede dahi abesiyet yok. Ama Batının bize gösterdiği yerdeki manzaranın üç tane temel ayağı var. Birincisi abesiyettir, ikincisi vahşettir, üçüncüsü de ahlaksızlıktır. İşte bu üçayak üzerine bina edilmiş bir bakış açısından biz bakıyoruz kâinata… Kur’an bir defa bu bakış açısını ortadan kaldırıyor. Aldığımız her nefese varıncaya kadar doğrudan doğruya bize âlemlerin Rabbi tarafından gelen bir ihsan-ı ilahidir. Bu ihsandaki rahmeti görmemiz isteniyor.
Hadis-i şerifte hem kâinat manzarası hem de arkadan gelecek olan kıyametteki rahmet tecellileri çok parlak bir şekilde anlatılıyor. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “Cenab-ı Hakk yeri ve gökleri yarattığı gün yüz parça rahmet yarattı, bu yüz parça rahmetin bir parçasını yeryüzüne indirdi, doksan dokuzunu kendi katında sakladı. O yeryüzüne indirdiği bir parça rahmet sebebiyle mahlûkat birbirine rahmet eder.” İşte o yüz parça rahmetten sadece bir parçası rahmet tecellilerini seyrettiğimiz kâinatı; hayvanıyla, insanıyla, canlısıyla, cansızıyla içerisine almaya yetiyor. Peki, kalan doksan dokuzu ne olacak? Peygamberimiz buyuruyor ki kıyamet gününde Allah o doksan dokuzu da bire ekleyerek yüze tamamlayacaktır rahmetini. Yani esas Allah’ın rahmet eserleri ölümünün ardından insanların dirilişinde görülecektir. Gördüğümüz rahmet eserleri arkadan gelecek büyük müjdelerin sadece bir numunesinden ibarettir.
Gece ve gündüzde rahmet var
Gecede ve gündüze baktığımızda onlarda da rahmet tecellilerini görüyoruz. Kur’an’da “Rahmetinin bir eseridir ki hem dinlenirsiniz hem O’nun lütfunda rızkınızı ararsınız ve hem de ona şükredersiniz diye sizin için geceyi ve gündüzü yarattı.” (Kasan, 73) buyuruluyor. Gecenin gündüzün gelişi, zamanların değişmesi, mevsimlerin arka arkaya gelişi ve etrafımızda gördüğümüz yaşadığımız hayatta karşılaştığımız her ne varsa bütün bunlar doğrudan doğruya Allah’ın rahmetinin bir eseridir. Başından sonuna rahmet içerisinde bir kâinat… Tüm bunlar nasıl bir zenginlik içerisinde nasıl bol bir lütuf halinde veriliyor bunları durup düşünmüyoruz. Yerden gökten nimetler adeta fışkırıyor, yağıyor üzerimize her taraftan ama dönüp de şükreden kim bunu soracağız. Demek ki kâinata biz, Batının gösterdiği yerden değil Allah’ın rahmet eserlerini görmek niyetiyle bakacağız.
Aydın Başar notlar aldı