Ricardo Piglia’nın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Suni Teneffüs” adlı eserinde, 1940'ların Arjantin'inde geçen bir hikâye anlatılıyor. Yazar kitapta bir yazar olarak zengin bir kadınla evlenen dayısından aldığı mektuplarla hem o dönemi anlatıyor hem de kurgunun içine bizi de dâhil etmiş oluyor. İlk mektubu 1976'da alıyor ki dayısının evi terk ettiği zamandan 30-35 sene sonra. Dayısı bir kabare dansçısıyla beraber kaçarak gidiyor. Giderken sonradan 3 sene kadar hapis yatmasına neden olacak bir hırsızlık yaptığı iddia ediliyor ve yine iddia o ki önemli sayılabilecek miktarda ziynet eşyasını da yanında götürüyor. Eşi işin peşini bırakmıyor ve kocasını yakalatıyor.
Emillio’ya dayısının gönderdiği ilk mektupla başlayan yazışmalar artık unuttuğumuz bir iletişim yöntemini; mektubu yeniden hatırlatıyor bizlere. Öyle ki yazıldığı dönemde sınırlı biçimde telefon dışında bir alternatifin olmadığını bile bile bu haberleşme biçimini sorguluyoruz. Bir yazarın gözünden mektuplarla kronolojiye bağlı kalınarak yazı biçimi, yazış biçimi, meselelere olan bakış açısı ve hatta meseleleri önemseme derecesi, üslup gibi kimi etütleri de yapma yapabilme şansı yakalandığı belirtiliyor. Burada Ricardo Piglia tüm bu değerlendirmeleri yine yazar olarak tanıttığı Emillio aracılığıyla yapıyor. Kitap, daha çok mektuplar üzerinden devam ettiği için numuneleri de mektuplardan alabiliyoruz. Belirtmem gerekir ki hem dayısının yazdığı mektuplar hem de Emillio'nun yazdığı mektuplar alelade mektuplardan oluşmuyor. İçlerinde hayata dair derslerin ve çıkarımların olduğu, kimi ağır konulara rağmen son derece akıcı tarzlarda yazılmış mektuplar... Yazı ile uğraşan insanlara da örnek olabilecek tarifler yok değil. Mesela Emillio, mektuplardan birinde 18-19 yaşlarındayken ileride iyi bir yazar olma hayalleri kurduğunu ve bu hayallere ulaşmak için yaşadığı ne varsa mesleğini inşa eden birer aşama olduğunu düşünüyor. Başına gelen her olayın yazarlığını inşa ettiğini düşünüyor çünkü. O mektupta yaklaşık bir senedir kendisinin beğendiği bir şeyler yazamamaktan şikâyet ediyor ve bize bir alıntıyla çok güzel şu sloganı öğretiyor: "Bir ezgi duyuyorum ama çalamıyorum." Emillio için bu yazamama ya da yazıp da beğenmeme için bu mektuplar birer fırsat. Hem derdini anlatmak için hem de daha özgürce kalem oynatabileceği bir alan edinmiş oluyor.
Dayısının Ossorio adlı bir senatörü ziyaret etmesi yönündeki telkiniyle senatörün herhangi bir soruya yönelik olmadan verdiği cevaplardan oluşan konuşması, kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Burada büyükbabasının ve babasının düello sonucu yaşamlarını yitirdiğinden tutun da ölümün ve mirasın ve soyağacağının ne demek olduğuna ve bunlarla gelecek planlarının nasıl şekillendiğine dair Borgesvari düşünceleri ve iddiaları tam da onun üslubuyla okuyoruz. Bir an için kendinizi bir Borges eseri içinde zannetmeniz olası…
Romanın kesinlikle bir iskeleti ve bir kurgusu var fakat kimi zaman habersizce başkalarının başkalarına yazdığı mektupları başka anlatıcılarla görüyoruz. Bu kopuş zamanını da içine alıyor ve kendi içinde asıl unsurdan bağımsız biyografiler ya da tam manasıyla neye hizmet ettiği bilinmeyen küçük adamların büyük adamlardan talep ettikleri kimi şeyleri okuyoruz. Bunlar için kurguya dâhil olmayan ve bize pek de yardımcı olmayan harici konular diyebiliriz.
“Arocena” değişik bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Kitapta göreviyle alakalı tam bir açıklama olmasa da onun senatör yardımcısı olduğunu anlıyoruz. Senatöre gelen mektupları önce o okuyor ve bu mektupların gelecekten gönderildiğine inanarak pek çoğu mantıksız ve kendi çıkarımı olan şifreleme yöntemleriyle incelemeler yapıyor. Bazen cümle sonlarındaki harflerden bazen kelimelerin harf sayılarından yola çıkarak sadece kendisini yormaya yarayan taktikler uyguluyor. Bu incelemelerin nasıl sonuçlandığı, birilerinin yani tehlike arz eden birilerinin bulunup bulunmadığıyla ilgili kitapta herhangi bir açıklama yapılmıyor. Arocena da kitabın ortalarından sonra yok olup gidiyor ve bir daha da karşımıza çıkmıyor. Zaten kitabın pek çok yerinde küçük küçük hikâyeler kendi fasit dairesinde dönüp asıl konuya temas etmeden oracıkta bitiyor. Her anlatılanın bir işlevi olmadığını söyleyebiliriz. Çehov’un silahını burada göremiyoruz yani.
Bir yerde Kont Tokray karakterinden bahsediliyor ki kendisi Ekim Devrimi olduğunda ülkesinden kaçmak zorunda kalmış ve farklı ülkelerde yaşamak zorunda bırakılmış. Dediğine göre ülkesini ve insanını çok özlediğinden Sovyet yapımı filmlere gidiyormuş ama konuşmaları duyunca sanki İngilizce'den çeviri bir Rusça ile karşılaşıyormuş. Dildeki yozlaşma ve olumsuz tarafa doğru meyil onu rahatsız ediyormuş. Muhakkak ki zaman ilerledikçe gerek etkileşim gerekse de gelişen ve değişen ihtiyaçlar vasıtasıyla hem söyleyiş hem de yeni kelimelerin dâhil olmasıyla dilde bir farklılaşma meydana gelecektir. Bu sorunu biz de yaşıyoruz ve gelecekte de şimdi bizim konuştuğumuz dili eski bulacak bir toplum var olacak. Dillerin kaderi bu olsa gerek.
Kitabın ortasından sonuna kadar entelektüel tartışmalar devam ediyor. Bu bölümde çok çeşitli isimlerle ya tanışıyoruz ya da o isimleri bu tartışmalar vasıtasıyla hatırlamış oluyoruz. Kimilerinin de çok değişik özelliklerini öğrenmiş oluyoruz. Esasında bu noktadan sonra kitap başladığı gibi devam etmiyor. Gündelik evden kaçma, terk etme, altın çalma, kabare dansçısı ile mutlu olma gibi meseleler ağır tartışma ortamlarında hiç aklınıza gelmiyor. Zaten anlatıcıların da değişmesiyle ve az evvel bahsedilen kurguya hizmet etmeyen küçük küçük hikâyelerin de etkisiyle son derece kafa açıcı konulara dalmış oluyoruz. Bu yolla kıskançlıklar, çaresizlikler vb. günlük hayatın içinde olan ama burada yüksek edebi tartışmaların içinde bize sunulan konuları magazin boyutuyla değil sanatsal boyutuyla değerlendirme yolunu seçmiş oluyoruz. Bazı bölümlerde başkasının başından geçmiş olanlar, o kişi tarafından bir başkasına anlatılıyor ve şu kalıpla karşılaşmamız mümkün oluyor: “… dediğini söylüyor Marconi’nin o gece kulüpte Tardewski bana…” Bu da romana lezzet katan bir üslup olmuş gerçekten.
Gerçeklik payını tam kestiremediğimiz bir duruma daha rastlıyoruz kitapta. 1909-1910 yıllarında Franz Kafka, Prag’da Cafe Arcos diye pek çok önemli ismin bir araya gelip buluştuğu, konuştuğu bir yere gidip geliyor. Orası, bir anda sanatkârların, yazarların entelektüel bir tartışma içine girebilecekleri bir mekân hâline geliyor. Orada bulunduğu sıralarda Avusturyalı bir ressam adayıyla önemli denebilecek derecede vakit geçirme imkânı buluyor. Bu kişi sonradan yapılan araştırmalara göre askerlik vazifesinden kaçarak Prag’a gelmiş ve burada (anlatıcıya göre) pek de istidadı olmayan bir ressam adayı. Kartpostal çizerek hayatını kazanabilen bu kişiyle konuşmaları sonucunda onun geleceğe dair planlarını, akıcı ve ikna edici konuşmasını dinlediğini ve belirtilmese de etkileyici bulduğunu söylüyor. Bu ismin sonraları, önce bir devleti ele geçirip daha sonra dünyaya hükmetmek üzere hayallerini gerçekleştirmek için yapmadığı kalmayan Adolf Hitler olduğunu söylemem gerekiyor. Ricardo Piglia, Adolf Hitler’le Franz Kafka’yı bir araya getiriyor, sohbet ettiriyor, Hitler’e gelecek planlarından bahsettiriyor ve tüm bunları Kafka’nın yayınlanmamış notlarına dayandırıyor. Bunu bir roman kurgusu içinde mi değerlendirmek lazım yoksa Piglia’nın ortaya çıkardığı bir gerçek olarak mı kabul etmek lazım bilemiyorum. Devamında da son derece etkili bir anlatımla Kafka’nın ölüm anı ile Hitler’in planlarını yazıya döktürdüğü anlar geliyor. Burada biri, dünyaya eserleriyle yön vermek isterken 41 yaşında ölüyor bir diğeri ise dünyayı dize getirme planlarıyla harekete geçiyor mesajını alıyoruz.
Suni Teneffüs, uzun cümleleriyle de okumaya değer bir eser. Fakat biraz daha Arjantin edebiyatı ve tarihi ile ilgili bilgi edinip okumaya başlamakta fayda var. Son olarak eser için “Başladığı gibi devam etmeyen ama devam ettiği gibi biten bir romandır” diyebiliriz.