Malik Aksel, 15 Şubat 1987’de ölünce ardında resimlerinin yanında kültür hayatımızın ince noktalarını dikkatlere sunan kitaplarını da bıraktı.
Belki zamanında resim sahasında bir şöhretti ancak yıllar ismini parlatmaya yetmedi. Beşir Ayvazoğlu bir himmetle, Aksel’in eserlerini yeniden ve düzenli bir baskı ile yayına hazırladığında, bir külliyatla karşı karşıya olduğumuzu da gördük. Aksel’in İstanbul’un Ortası, Sanat ve Folklar, Evimizin Ressamı, Türklerde Dinî Resimler adlı eserleri hem resim sanatımız hem de kültür tarihimiz bakımından önem arz etmektedir.
Bir Türkiye tarihi ortaya koyanlar bir ressama, bir sanatçıya itibar etmemiş olabilir
Malik Aksel’in resimlerini görme imkânım olmadı fakat Sanat ve Folklor adlı eserini okuyunca adeta Batılılaşma serüvenimiz boyunca yaşadığımız, siyasal boyuttan uzak ancak hayatın merkezindeki pek çok hadisenin adeta bir tablo gibi bu kitaba yansıdığını gördüm.
Siyasal körlükler her zaman hakikatlerin üzerini örtmek için paha biçilmez bir kaynak oluşturur. Aksel, hayattan derin izleri gün yüzüne sunduğu kitapta, bugün daha anlamlı bulacağımız değişimleri, dönüşümleri hisseden, yaşayan, gören, kavrayan bir sanatçı olarak sayfalara geçirmiş. Bu yazıların popüler tarafı belki bugüne kadar hiç olmadı. Siyasal çizgilerde bir Türkiye tarihi ortaya koyanlar da bir ressama, bir sanatçıya itibar etmemiş olabilir. Bunların tek bir önemi var; hazineyi fark edemeyenler, onun zenginliğinden yararlanamaz.
İstanbul kuşatma altında
Bugün hayatımızın güzelliklerine sahip çıkma fikri ön plandadır. Modern dünyanın getirdiklerine karşı en azından binlerce insanın itiraz ettiği görülür. Çirkinlik kavramı, en çok da mimaride dillendirilir. Bu gökdelenlerin, bu plazaların, bu konutların bir gecede dikildiği fikri bile bir karşılık bulabilir. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumda görülen iç ve dış değişmeler baş döndürücü bir hız almıştır. Bunda Cumhuriyetle başlayan devrimlerin etkisi de unutulmamalıdır. Malik Aksel, İstanbul üzerinden bu değişimi şöyle dile getirir: “Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un yedi tepesine yerleşmiş birer küçük dağı andıran kubbe kubbe camileri olmasa bu şehirde oturanlar kendilerini öz yurtlarında yabancı sanacak. İstanbul’un kenar köşe semtlerinde ayakta durmaya mecali olmayan son ahşap evler, konaklar da yenilik histerisine uyularak yerle bir edilince eski-yeni savaşı eskinin mağlubiyeti ile sona erdi. Bu tarihî şehirde bahçesiz ev bulunmazken bugün bahçesiz okul, bahçesiz cami, hatta hastane nerelerde görülmüyor?”
Mimari açıdan 1970’li yıllarda yazılan bu eleştirilere bakınca, bugünlere bir gecede gelmediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Gecekondunun yukarı uzanan karşılığı olan gökdelenler bugün İstanbul’un çehresini büsbütün değiştirmiştir. Aksel, bugünkü İstanbul’u görse idi, kendi günü için şükürlere boğulurdu. Bu nokta, gerileme midir, ilerleme midir, elbette tartışılır ancak, İstanbul’u bize ait bir şehir olmaktan çıkaran her yapı, onu Batı şehirlerinin bir benzeri olmaya iten her proje bizden giden kültürdür, tarihtir, dokudur.
Bugün Mekke’nin dahi gökdelenlerle kuşatılmış olması ayrı bir dert olarak dururken, bu yeni yapı tarzlarına İslâm hayat esaslarının sinmemesi en büyük üzüntüdür.
Verdiğimiz veya veremeyeceğimiz pozlar
Hayat, ideolojilerle, sloganlarla eskitilen, yıpranan bir değer değil, yaşananlarla anlam kazanan bir manzumedir.
Pek çok yazarımız bugün muhafazakâr kesimin düğünlerde fotoğraf çektirme “sıkıntısını” dile getirmeye çalışmaktadır. Mahremin, mahremiyetin, örtünün ortadan kalkma tehlikesinin çok daha derin yaşandığı günümüzde pek çok kırılma yaşanmaktadır. Aksel’in günümüzden kırk elli yıl öncesini anlattığı tablo ile günümüzü karşılaştırmak, nereden nereye geldiğimizi aşikâr etmektedir. Bir anlamda resim çektirme tarihimiz şöyledir: “Fotoğrafhanelere, hele İstanbul’da Resne fotoğrafhanesine kadınların adım atmaları kesinlikle yasaktı. Yalnız erkekler resim çektirebilirlerdi. Daha sonra kadınların resimlerini kadın fotoğrafçıların çekmelerine müsaade edildi. Fakat kadın erkek gruplar bu yasaktan istisna edilmemişlerdi.”
Hiçbir şey aslında birdenbire olmuyor.
İç varlığımızın düzeni bozuldu
Aksel’in daha sunuşta ortaya koyduğu ve hayatımızdaki en önemli değişmelerden olan haremlik-selamlıktan kadının çalışma hayatının içinde olması meselesi derinlemesine görülmesi gereken bir husustur. Meşrutiyet’te haremlik-selamlık ortadan kalkınca, daha doğrusu iç varlığımızın düzeni bozulunca hayatımızda da değişiklikler görüldü. Sonrasını Aksel, “1913’te ilkin Gülhane Parkı’nda bir arada oturmuş olan o günün modern kadın ve erkeği, Cumhuriyet devrimciliğiyle iş başında yan yana geldiler, yüzlerden peçeler, evlerden kafesler kalkmıştı. Kaç göç perdeleri aralanınca görülemeyen kadın, ucun ucun görülmeye başladı.” diyerek anlatır.
Batılılaşma siyasî bir hareket ve akım değil, aynı zamanda bize ait hayat ahengimizin kodlarının değiştirilerek, silinerek bambaşka bir hayat nizamının kodlarının bizlere yüklenmesidir.
Ressam Malik Aksel, bir sanatçı sorumluluğuyla döneminin resmini çıkarmış, bugünkü hayat düzenimize gelişteki taşları işaret etmiştir.
Faruk Çınar dünden bugüne geldi