Yeni Cami’nin inşası, şehrin ana damarlarından biri olan bir bölgenin zaman içerisinde kabuk değiştirme hikâyesidir aslında.

Semt, caminin temelleri atılmadan ticari muhitleri ve ibadethaneleriyle çoğunluğunu Yahudi ve Hıristiyan halkın meydana getirdiği bir mahaldir. Fakat Safiye Sultan’ın, oğlu III. Mehmed’in (salt. 1003–1012/1595–1603) cülusunun akabinde bu mahalde bir cami vakfetme isteği semtin kabuk değiştirme hikâyesinin de başlangıcını oluşturur. Ekseriyetini gayrimüslimlerin oluşturduğu bir bölgede devleti, büyük bir cami yapısı oluşturmaya sevk eden nedir? Burası kentin gümrük ticaretinin yapıldığı mahaldir ve bu özelliğiyle devlet için şehirdeki önemli gelir kaynaklarından biridir. Yahudi tüccarların gümrük ticaretindeki varlıkları yabancı devletlerin bu toplulukla yakın ilişkiler geliştirmesinde etken olmuştur. Yahudiler ile olan münasebetleri daha Osmanlı öncesinde başlayan Venedikliler, daha az vergi ödemek adına yerleşik Yahudiler ile anlaşarak adlarından istifade etmişler, bu da onlara başkentte belli bir hareket serbestisi kazandırmıştır.

1582 tarihinde bir ferman çıkarılır. Fermanla iskelelerden alınan vergilerin Yahudi tahsildarlar tarafından toplanması ve Müslüman tüccarın geri planda tutularak Yahudilerin kontrolünde bırakılması sağlanır. Müslüman tüccarın nazarında Yahudiler karşısındaki bu yeni konumları biraz alçaltıcıydı. Muhtemelen hem Yahudilerin Venediklilerle olan ilişkilerinin kısıtlanmak istenmesi hem de Müslüman tüccarların Yahudilere karşı artan tepkilerinin de giderilmesi amacı, bölgenin Yahudi cemaatlerinin istifadesinden çıkarılmak istenmesinde belirleyici olmalıdır. Buna ek olarak Safiye Sultan’ın sarayda elde ettiği nüfuzunu, şehrin önemli bir noktasında temsil etme ve ebedileştirme arzusu da yapının teşekkülüne katkı sağlamış görünüyor.

Sorunlu istimlak faaliyeti, sıkıntılı yapım sürecinin habercisi gibi

Caminin mimarlığına baş mimar unvanıyla Davud Ağa tayin edilir. Sultan adına inşaatın genel gidişatından sorumlu olan Sadrazam Hasan Paşa’ya caminin her türlü muamelatıyla ilgilenmek üzere bina emini Kara Mehmed Ağa eşlik eder. Caminin yeri için öngörülen alanın istimlâk edilmeye başlanması ibadethanenin yapım aşamasındaki ilk merhaledir. Emin İskelesi’nde kâfi miktardaki kâgir evler, istimlâk sahası içerisinde kalmaları nedeniyle yıkılırlar. Yahudilere ait bir sinagog ile Bizans devrinden kalma bir kilisenin ise istimlâk edilerek cami alanına katılmasına karar verilir. İstimlâkler devam ederken İstanbul’daki Venedik elçisi caminin inşasını, hükümetine “Ana Sultan çok paraya mal olacak caminin yapımı için Yahudilere ait bazı evleri yıktırmaya başladı” sözleriyle duyurmaktadır. İstimlâkin meşruiyetinin temini maksadıyla yıkılan evler için hane sahiplerine evlerinin iki katı bir meblağın ödenmesi kararlaştırılır. Öte yandan Hıristiyan cemaat, yıkılan kiliselerine karşılık izin alarak yeni bir kilise inşa etmelerine rağmen izin yetkisinİ haiz olmayan bir kişinin mührü kabul edilemeyeceği için kilise yıktırılır. Yahudi cemaatinin sinagoglarını yeniden inşa etme talebi ise İstanbul kadısı Mevlana Esad Efendi’nin inşaata olumsuz görüş bildirmesi sonucu gerçekleştirilemez.

Sorunlu başlayan istimlâk faaliyeti, sıkıntılı devam edecek yapım sürecinin habercisi gibidir. 8 Nisan 1598 / 2 Ramazan 1006 tarihinde bir araya gelen valide sultan ve devlet erkânı, Tophane’den yapılan top atışlarıyla İstanbul’a, caminin yapımına başlandığını haber verirken o sırada sadrazam Hasan Paşa’nın azledilmesi kutlamalara gölge düşürmüş ve merasimin tamamlanamamasına sebep olmuştur.

Nitekim 20 Ağustos 1598 / 17 Muharrem 1007 Cumartesi günü Molla Futûhi Efendi’nin caminin temeli için tayin ettiği kutlu saati yazdığı zayiçeyle ikinci kez bir merasim yapılarak inşaata resmen başlanır.

Temel kazısında değirmen döndürecek kadar su çıkıyordu

Caminin inşaatı devam ederken bu sırada karşılaşılan önemli bir sorunu Selaniki Mustafa Efendi’den öğreniyoruz. Denizin hemen yanı başında bir cami inşa etmek pek riskli bir işti ve temel kazısı yapıldıkça bol miktarda suyun çıkması inşaatı hayli sıkıntıya sokmuştu. Selaniki’nin ifadesiyle, “Sahil-i bahirde dağ eteği mahal olmakla leyl u nehar tulumbalarla değirmen döndürecek kadar mebzul su boşaltılıyordu.” Davud Ağa’nın cami temeli boyunca iki metre derine kazdırttığı ahşap kazıklarla oluşturduğu yatağı Rodos’tan getirttiği taşlarla doldurtarak kaidesinde yaklaşık 75 cm’lik bir yükselti oluşturarak sorunu çözmesi, sarayın takdirini kazanmasını sağlar.

Fakat sorunlar teknik alanla sınırlı kalmamış, istimlâk muameleleri esnasında yaşanan ciddi suistimaller bu sırada kendini göstermeye başlamıştır. Şeyhülislam Sunullah Efendi, “Âsâr-ı hayriyeniz haksızlıklarla şâibedâr oluyor” diye yazdığı tezkiresini sultana ulaştırarak onu suiistimallerden haberdar eder. Sultan uyarıları dikkate alarak, Mehmed Ağa’yı, temel atma merasiminden sekiz ay geçtiği halde evleri yıkılan hane sahiplerine vaat edilen miktarı tam olarak ödemeyerek devlet görevini kendi lehine kullandığı gerekçesiyle azleder.

Zulmiyye adıyla da tanınmış

Yapının alt pencere hizasına kadar yükselmesi, minaresine başlanarak bir şerefe çıkılması, hatta medreselerinde ders verecek hocaların dahi tayin olunması sağlanmış iken bu esnada sarayda sultana karşı oluşan hoşnutsuzluklar, ayrıca baş mimar Davud Ağa’nın 1599/1007’de veba salgınında vefat etmesi (yerine Dalgıç Ahmed Çavuş getirilir) zaten yolsuzluk haberleriyle yıpranan inşaatın devamını zorlaştırmaktadır. Sultanın camisi için yaptığı yüklü harcamalar, devletin savaş ganimeti sağlayamadığı bir zamanda halka ve yeniçeri taifesine ciddi ek yükler getirmiştir.  Zira Anadolu’da yaşanan Celali İsyanlarıyla gerginleşen yeniçeriler, cami istimlâklerinde yıkılan mabetlerin farklı bir yerde inşalarına izin verileceği haberlerine oldukça sert tepkiler vermiş hatta Safiye Sultan’ın kalfası Yahudi asıllı Kira Kadın’ı hedef göstererek öldürülmesini ve padişahtan Safiye Sultan'ı devlet işlerine müdahale etmekten men etmesini istemişlerdir. Bu anlamda Evliya Çelebi’nin ‘on Mısır hazinesi’ nispetinde mal harcandığını söylediği yapının, temelinin atıldığı günden itibaren biriktirdiği sıkıntılara atıf yaparcasına “zulmiyye” adıyla tanınması oldukça manidardır.

III. Mehmed’in 1012/1603 yılında vefatı, Safiye Sultan’ın tesis ettiği saltanatının nihayete ererek genel teamül üzere Saray-ı Atik’e gönderilmesiyle sonuçlanır. Sabık sultanın iki yıl sonra ölümü, cami inşaatını tümüyle kesintiye uğratmış ve yapıyı uzun bir müddet atıl durumda bırakmıştır.

Cami bir yangınla farkedildi

İbadethane elli yedi sene boyunca atıl durumda kalır. Caminin bu süre zarfındaki durumu hakkında yeterli malumat mevcut değil fakat etrafı çer çöp ile doldurularak -Silahtar Mehmed Ağa’nın ifadesiyle- ‘mezbelelik’ haline dönüşmüştür.

İstanbul’un maruz kaldığı yangınlar, büyük maddi külfetlere sebep olmasının yanı sıra mekânlarda sürekliliği tehdit ederek şehrin bütünlüğünü zedelemiştir. Bunlardan biri de 16 Zilkade 1070/24 Temmuz 1660 tarihinde başlayıp üç gün süren ve neredeyse sur içinin tamamını tahrip eden yangındır. Yangın sonrası, şehrin merkezi onarılmayı bekleyen pek çok yapıyla doldu. Fakat Yeni Camii’nin onarılması değil fark edilebilmesi gerekiyordu. Bu da 1058/1648 senesinde otuz yıl sürecek bir taht dönemini başlatan oğlu IV. Mehmed’in (salt. 1058–1099/1648–1687) vasıtasıyla valide sultanlığa yükselen Hatice Turhan Sultan’a kısmet olacaktır. Yangın, yapıyı kaidesi ile birlikte ortaya çıkararak yeni valide sultan tarafından dikkate alınmasını sağlar.

Valide Sultan, yangından sonra halkın durumunu yerinde görmek maksadıyla yangın yerlerini gezdiği sırada terk edilmekten ve yangından harap olan camiyi görür. Esasında ilk başta yine aynı yangında büyük zarara uğrayan Avratpazarı’nda (Haseki) Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin onarımı kendisine tavsiye edilmesine rağmen Sultan, hassa mimarı Mustafa Efendi’nin telkinleriyle “Bir alây-ı mahâlat-ı Yehûd içinde mezbelelikte harâb yatmak lâyık-ı din ü devlet-i padişâhî değildir. …itmâmına sa‘y olunsa devr-i kıyamete değin du‘a-yı hayra mazhar ve sebeb-i mağfiret olur” düşüncesiyle şehre adını hatırlatacak kutlu bir yapının inşasına yönelir.

Caminin tamamlanması kararlaştırıldıktan sonra ibadethaneyle örtüşecek bir mahallin tesis edilmesi yönünde de girişimlere başlanmış ve buradaki gayrimüslim nüfusun başka bölgelere nakil olunmaları hususunda bir hatt-ı hümayun çıkarılmıştır. Safiye Sultan’ın teşebbüsünün akamete uğraması, cami çevresinin yeniden eski sahiplerince iskân edilmesine imkân sağladı. Dolayısıyla evlerinin ve işyerlerinin yeniden iskân edilmesini istemeyen cemaat, sadrazam nezdinde girişimde bulunarak yangında zarar gören mahallelerinin kendi tasarruflarına bırakılmasının bedeli olarak sadrazama bin kese altın teklif ederler. Fakat girişimleri sonuçsuz kalmış, üstelik yangında yok olan evlerinin yeniden inşasına izin verilmeyeceği, ‘evlerini terk etme’ emrine itaat etmedikleri takdirde katledilecekleri de kendilerine bildirilmiştir.

İstimlâklerin adil olarak yürütülmesi adına evlerin harap olmasıyla boşalan arsalardan bir kısmının bedelinin üzerinde bir miktarla satın almayı, geri kalanının yerine ise başka bir mahalde boş bir arsanın verilmesini taahhüt eder. Yanı sıra Sultan, Yahudiler’e Hasköy’de evler vererek ‘kayd-ı hayat’ ile vergiden muaf tutulmalarını sağlar. Yahudilerin hâlihazırda şehirde meskûn olduğu mahallerden biri olan Hasköy’ün nüfusu, yangın sonrası öylesine artmıştır ki Evliya Çelebi, semtin yeni halini  “gûya bu şehr-i Selânik’dir yahud Arabistan’da Sıfet şehri gibi tâ’ife-i Yahûd ile mâl-â-mâldır. Yedi kenîseleri ve on iki sinago hahamları var” sözleriyle tanımlar.

Zulmiyye "adliyye"ye dönüyor

Şehrin en canlı noktalarından birinde şehrin İslami kimliğine vurgu yapan bir yapı oluşturma niyeti, 25 Zilkade 1070 / 2 Ağustos 1660 tarihinde caminin yapımına başlanmasıyla fiiliyata geçer. Sultanın ‘kendi helal malından beş bin kese’ bağışlayarak başlattığı cami inşası, 1665 senesinde bir cuma günü sarayın ve cümle devlet erkânının hazır bulunduğu topluluğun önünde düzenlenen merasim töreniyle nihayete erdi. Valide Sultan, bu kutlu günde cömertliğinin bir ifadesi olarak padişahtan en ufak memura varıncaya kadar değerli hediyeler dağıtır. Görkemli bir alay ile caminin açılış merasimine gelen sultan, burada saray mensuplarını ve ulemayı da kıymetli hediyelerle ödüllendirmiş, saraya dönüş alayında dağıttığı altınlarla da şehre cömertliğini sergileme imkânını bulmuştur. Böylelikle şehir halkının belleğinde ‘zulmiyye’ adıyla yer eden yapı, uzun bir zamanın ardından Turhan Sultan’ın adaletine vurgu yaparcasına ‘adliyye’ye dönüşmüştür.

Temelinin atıldığı günden itibaren üç hassa mimarının (Davud Ağa, Dalgıç Ahmed Ağa ve Mustafa Ağa) üsluplarının terkibiyle ortaya çıkan yapı, daha evvel zikredildiği üzere zemini ve tüm avlusu bir miktar yükseltildiği için yüksek bir arazide kurulmamasına rağmen şehre tepeden bakan hâkim duruşuyla dikkati çeker. Yapıldığı dönemde külliyenin etrafının surlarla çevrili olduğunu görmek caminin tamamlanmasından sonra İstanbul’a gelen Fransız seyyah Grelot’un gravürü sayesinde mümkün olmaktadır. Surlar, yakın bir tarihte, 19. yüzyılın sonlarına doğru yıktırılarak cami manzumesinin meydanın ortasında birbirinden bağımsız yapılar topluluğuna dönüşmesine sebep olur. Külliyenin ilavelerinden dârü’l-kurrâ ile türbe arasında yer alan sıbyan mektebi, yol açma çalışmaları esnasında yıktırılır. Yine aynı  şekilde caminin parçalarından olan ve yapıya sonradan eklenen kütüphane ve hamam binaları da yıkılmış, hamamın arsasının üzerine ise bir iş hanı inşa edilmiştir. Cami manzumesine dâhil olan dârü’l-kurrânın da yıkılmasıyla ibadethanenin kapladığı alan daha da daralmıştır. Yıkımlar sonrasında yekpare görünümünü yitiren cami, bugün sadece içerisinde Turhan Valide Sultan ile IV. Mehmed, II. Mustafa, III. Ahmed gibi padişahların medfun olduğu görkemli geniş türbesi, sebilhanesi, hünkâr kasrı ve Mısır Çarşısı’ndan ibaret kalmıştır.

Zafer ile şehre dönen padişahın halka bu müjdeli haberi, minarelerine asılan üstte padişahın altta kazanılan fethin yazılı olduğu mahyaları vasıtasıyla ulaştırdığı Yeni Cami’nin, 17. yüzyılın İstanbul’unu tanımaya ve anlatmaya çalışan yabancı bir seyyahın zihninde ne şekilde yer ettiğini görmek ilgi çekicidir. Grelot’a göre sultanın niyeti banisi olduğu yapıda ifadesini bulmakta. Hatice Turhan Sultan, miras bıraktığı eseriyle şehrin hafızasında canlı kalarak ebediyete kadar duayla yâd edilecektir.

“…bu hanım sultan arkasında, soylu girişimlerine hizmet etmesi için ölümsüz bir anıt, Müslüman mimarisinin bir mücevherini bıraktı. Amacını buradan daha iyi karşılayacak bir yer seçemezdi. Soyundan gelen Osmanlı hükümdarlarıyla tebaasını ve İstanbul’a gelen tüm yabancılar, sanki kendisini hatırlamaya zorlamak istiyordu. Bu isteğini de yabancıları, Türkler arasından çıkan bir kadının böylesi muhteşem bir eseri ve girişimi yürütmedeki dehasına hayran bırakarak ya da ölümünden sonra bu anıtı görenlerin ruh huzuru içinde dua etmelerini bekleyerek gerçekleştirmeyi amaçlıyordu.”

Nazlıgül Bulut

İlk yayınlanma: Dunyabulteni.net