İstanbul çeşmelerinin hâl-i pürmelâlini duyurmaya çalışan yazı serimizin ilkini 2015’in sonunda yayınlamıştık. Aradan geçen seneler boyunca bulduğumuz vakitleri şehirde adımlamak ve çeşmeleri fotoğraflamakla değerlendirmeyi sürdürdük. Bu bazılarımızın düşündüğünün aksine, çeşmelerin duyurulacak son feryadı da olabilir zira artık geldiğimiz derekede ‘projesiz modernleşme’ onlara çirkefleşmek dışında hayat hakkı tanımıyor.
Her metni bir derlemeyle beraber oluşturduğumuz altmıştan fazla yazının bu son halkasında, bu defa genel itibarla küçük çeşmelerle karşılaşmamız vesilesiyle suyu kesikler ve neşesi yerindeler olmak üzere 10 çeşme ve su teknesi yayınlıyoruz. İrisi ufağı ve kırığı sağlamı ile birkaç yazı sonra toplamda bin çeşmeye yaklaşacağını tahmin ettiğim bu derlemenin tek gayesi çeşmelere neden sahip çıkılması gerektiği ve bunun nasıl yapılabileceği üzerine bir dikkat uyandırmaktan ibaret. (Diğer yazılar şurada.)
Elimizle koymuş gibi bulmak mümkün olmadığından, bir yazıda zikredilecek sayıda çeşmeyi biriktirmek bazen birkaç haftayı bulabildiği ve artık iyiden iyiye mevcudu tükettiğimizden, yazılar da seyrekleşti. Fakat ilerleyen haftalarda daha önce kasten girmediğim bazı sahalara girip yeni çeşmeleri silsileye dâhil edebileceğimi zannediyorum.
Daha evvel söylediğim gibi, başlarda tercih ettiğimiz şekilde bir mıntıkayı dolaşıp belli bir rotayı seyrederek yazıdaki çeşmelerin arasını bağlamak suretiyle güzergâh belirleme yolu artık mümkün görünmüyor. Çünkü herhangi bir mıntıkada bir yazıyı dolduracak sayıda çeşme kalmış değil. Bunun için yine farklı bölgelerden tesadüf ettiğimiz çeşmelerle bir ‘tedvin’ yayınlıyoruz.
Ender tesadüf edilebilecek bir örnek
İlk durağımız Ayasofya’ya çıkan Gülhane ile Darphane arasındaki aralık. Burada, Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda da bolca rastlanabileceği gibi Arkeoloji Müzesi önündeki çimler üzerinde bazı kalıntılar görülebilir. Saray bahçesindekiler muhtemelen saray müştemilatından oldukları ve artık bir şekilde işlevsiz hâle getirildikleri için orada olsa gerektirler; buradakilerin de Arkeoloji Müzesi bahçesine veya Darphane külliyesine ait oldukları tahmin edilebilir.
1. | |
2. |
Her hâlükârda son dönemin iyiden iyiye tahakkümünü kuran Avrupaî Barok stilinde yapıldığı belli üç küçük çeşme de Arkeoloji Müzesi önünde, Darphane’nin dış duvarına sırt vermiş hâlde duruyorlar (1-2). Boylu boyunca sütunçeler, girlantlar ve istiridye tezyinatı taşıyan ve esasen sadece küçük gövde kısmı ve musluk bölümünden ibaret çeşmelerin küçük birer tas hâlindeki yalakları da halat ve yaprak motifiyle süslenmiş. 2 numaradaki yalnız çeşmenin alnında tuğra biçimli yazının ilk başta bir padişahın tuğrası veya genellikle mezar taşlarında rastlandığı gibi tuğra formunda besmele olduğu düşünülebilirse de bu daha ender tesadüf edilebilecek bir örnek.
Okuyabildiğim kadarıyla (ayetteki sondan birinci kelime tam seçilemiyor) Enbiya suresinin 30. ayetinin tuğra formunda istiflenmiş, yalnızca birkaç örneği görülebilecek nadir bir numunesiyle karşı karşıyayız. Bu ayete çeşme kitabelerinde giriş satırı olarak veya tek başına tesadüf edilebilirse de tuğra olarak pek rastlanmaz. Ayrıca ayeti ecdadımız ilk kelimesi olan “ce’alnâ” olmaksızın da kullanmışlardır. Buradaki böyle bir tanedir.
Emirgan’da neşeli bir bahar teferrücü
3. | |
4. | |
5. |
Emirgân’da daha önce görmediğimiz iki çeşmeyle mülaki olmak bugüne nasipmiş. Sahildeki Hamid-i Evvel Camii’nden yukarı çıkan ve adını caminin karşısındaki muvakkithaneden alan Doğru Muvakkithane Sokak’ın hemen başlarında, kaldırım üzerinde bir çeşme duruyor. Devrinin moda kelimelerinden birini alan bu çeşmenin nişinde 30 Ağustos 1934 tarihiyle birlikte ‘Halk Çeşmesi’ yazıyor. Tepesinde üç başlık taşıması haricinde hiçbir ilave süsü olmayan çeşmenin yine de sakalar için testi seti bulunuyor.(3)
En önemlisi de seleflerinin aksine, biraz da cilveli bir tevafuk eserince, yapıldığı tarihin hürmetine olsa gerek, musluğu yerinde ve suyu akıyor.
Civarda neşeli bir bahar teferrücünü dallanıp budaklandırmak için hemen yakınımızdaki Emirgân Çeşmesi Sokak’a girersek burada sokağa adını veren bir çeşme bulabiliriz (4). Fakat tanınmaz hâlde olduğunu görmek de bu buluşun diyeti oluverir.
Yol üzerinde, hafif çapraz duran çeşmeyi diğer vahşi örneklerine nispeten insaflıca yaklaşan asfalt kaplamadan önce yere serilen betonun da taciz ettiği söylenebilir. Gayet sade ayna taşı ve hâmesi haricinde hiçbir süsü olmayan çeşme, örme taşlarının şu hâliyle yüzyıllar öncesinin İstanbul surlarında da benzeri temaşa edilebilecek munis bir ilkellik taşıyor. Musluğu yok ve suyu akmıyor.
Yeniden sahile inerken yolumuzun üzerinde süssüz ve kitabesiz bir başka çeşme görürüz. Kurnası mermerle muvakkaten kapatılmış ve üzeri çöplük niyetine kullanılmaktadır.(5)
İstanbul lezzetlerinden harika bir tanesinin tadına bakma ayrıcalığı
Sahilde biraz ilerlediğimizdeyse Baltalimanı’nda, semtle aynı adı taşıyan ve esasen başlangıçta son devrin en büyük devlet adamlarından Mustafa Reşid Paşa’nın sarayı olarak inşa edilip bir dizi macera geçirdikten sonra erken cumhuriyet devrinde hastaneye dönüştürülen (ki bu manada ciddi bir kayıptır) binanın yol tarafından girişinde iki çeşme görülüyor.
6. | |
7. |
İlki tam da bir saray veya korunun bahçesinde rastlayabileceğiniz türde cana yakın, gösterişli olmaya çalışmış ve marifetini sergilemiş bir ufaklıktır (6). Üstelik suyu akıyor ve hastane gibi hizmetin kritik seviyede önemli olduğu bir yerde kim bilir ne işler görüyor.
İkincisi de girişte, daha gösterişsiz bir tanedir. Titrek bir hatla yazılmış Enbiya suresinin 30. ayetini taşıyan kitabesi haricinde bir de tas yuvası üstünde “Kanlıkavak kaynak suyu” ibaresi var (7). Bu yazı önemli.
İstanbul’un çeşmeleri kadar su yolları ve kaynak suları da maceralar ve hikâyeler saklayan bir konu başlığıdır. Mesela bu örnekte gördüğümüz Kanlıkavak suyu, İstanbul’un kaynak suları arasında en iyilerden biri kabul edilegelmiş, oldukça nitelikli bir su.
Galatasaray su yollarına dâhil olan ama Ahmet Tabakoğlu’nun kıymetli eseri Osmanlı Dönemi İstanbul Su Tarihi’nde, İSKİ kayıtlarında “Kanlıkavak suları” olarak geçtiğini kaydettiği bu suyun kaynağı Levent Çiftliği’ndeymiş. Suyun çeşmeler ve yollar vasıtasıyla Emirgân’a, Baltalimanı’na, Boyacıköy’e ve Zincirlikuyu yolunun başlangıcına verilmesinin serüveni 1491’e, Sultan II. Bayezid devrine kadar uzanıyor.
8. | |
9. |
Ezcümle, Baltalimanı Hastanesi’nin girişindeki bu çeşmeden su içenler aslında kaybolduğu düşünülen İstanbul lezzetlerinden harika bir tanesinin tadına bakma ayrıcalığını yaşıyor. Çeşmelerin böyle sürprizleri de olabiliyor.
Karşı kıyıya, Üsküdar’a geçip Karacaahmet yakınlarına varalım. Küçük Selimiye denen ama bilenlerin Çiçekçi diye de andığı, Tıbbiye Caddesi üzerindeki 19. yüzyıl eseri mabedin avlu girişinde iki su teknesi duruyor.(8-9)
İlkinin silinmek üzere olan tek satırlık kitabesinden anlaşıldığına göre Fatımatü’z-Zehra Hanımefendinin vakfıdır ve 1309 (1892) tarihini taşımaktadır. Bir de İnsan suresinin 21. ayeti yazılı. Diğer tekne daha küçük ebatta, dikdörtgen olarak ve köşeleri keskin yapılmış.
Sadullah Yıldız