Karşılaştığımız birçok gençte bir şevksizlik, zevksizlik, moralsizlik görüyoruz. Vakitlerini düşünmekten efkarlanmaktan kurtaracak çoğu faydasız oyunvari şeylerle doldurdukları ya da heba ettikleri anlaşılıyor. Sebebi üzerine biraz hasbihale çalışınca onları etkileyecek, heyecanlandıracak harekete ve arayışa sevk edecek bir insanla karşılaşmadıkları belli oluyor.

Prof. Dr. Ali Birinci Hocamızın ince bir kitabı var. Adı “Bir İnsanla Karşılaşmak”. Merhum mütefekkir Nurettin Topçu ile karşılaşmasını ve devam eden sohbetlerini zevkle anlattığı bir kitab-ı lâtif. Anlıyoruz ki, bir kâmil insanla karşılaşmak ve tanışmak onu başkalarına da tanıtmak mühim bir vazife. Nitekim Kitab-ı Kerim’imizde “sadıklarla beraber olunuz” buyuruluyor. Merhum Abdürrahim Reyhan Hz., “Dikkat edin, sadık olun demiyor, sadıklarla beraber olun diyor, çünkü siz sadıklarla beraber olmadan sadık olamazsınız” buyururlarmış. Bu sebeplerle biz de tanıyabildiğimiz kıymetli, sirayetli, muhabbetli insanları iyi anlar ve özellikle genç dostları onlardan haberdar edebilirsek iyilikler yapmış, insani borcumuzu kısmen ödemiş oluruz diye düşünüyoruz.

Orhan Okay Hoca “Silik Fotoğraflar” da Topçu ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “Kapalıçarşı’da bir mescid, uzun ve dar merdivenlerin sonunda, çarşının ilgisiz kalabalığı içinde beni Nurettin Topçu ile tanıştırdılar. Küçük bir gençlik grubunun ortasındaydı. O çevrenin en genci belki çocuk yaşta olanı bendim. Geniş entelektüel bir alın, iç dünyası harikulade zengin insanlara mahsus ince derin ve manidar bir çehre. Bunlar o zamanki ilk intibalarım mıydı yoksa daha sonraki yılların geliştirdiği bir tesir mi? Yalnız çok iyi hatırladığım o günden itibaren böyle bir insan tanımış olmanın verdiği gurur içinde oluşumdu”

“Topçu hocanın çıkardığı Hareket mecmuası 1947 Mart’ında yeniden çıkmaya başlarken ilk makalenin ilk cümlesi “Batan bir dünya nizamının enkazı üzerindeyiz. Yeni bir nizam, ahlakta, hukukta, sanatta dinde ve devlette insanlığa, dayanacak yeni temeller bulma zarureti neslimizin zayıf omuzlarını şiddetle sarsıyor.”

Bundan 75 yıl evvel yapılmış bu yakıcı tespite bugün ne diyebiliriz. Mütefekkirler böyle oluyor.  

“Liseden sonra dostluğumuz ölümüne kadar devam etti fakat her zaman hoca-talebe münasebetlerini muhafaza ederek.  Hayat boyunca ondan edindiğim yahut edindiğimi zannettiğim çok şeyler olmuştur. Bu tereddüt ifadeleri kullanışımın sebebi onun fikirlerini, felsefesini tam manasıyla anlayamamak ve anlatamamak endişesidir. (S.23)”

Türkçemizdeki kifayetsizlik

Orhan Bey gibi bir delikanlı talebe Nurettin Hoca gibi bir üstada rastlayınca ne güzel neticeler hasıl olurmuş. O da yüzlerce binlerce insanın intibahına, inşirahına vesile oluyor. Adeta bir buğday tanesinin 700 tane haline gelmesi gibi feyz ü bereket fışkırıyor.

Birçok kıymetli zevatı bizim tekrar tekrar okuyup tam anlamamız icab eder. Önümüzdeki en büyük engel Türkçemizdeki kifayetsizlik. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için dildeki zayiat ve zayıflığı anlatan bir eser yayınlanmış.  Karı-koca iki öğretmenin hazırladığı bu kitabın adı da “Bazı Kelimeler Çok Güzel”. Can Yayınları güzel bir baskı yapmış. Önsözde şöyle diyorlar; “Kelimelerin ne kadar güzel şeyler olduğunu insanlara hatırlatmak, güzelliklerini popüler bir dille gösterebilmek, yeniden gündelik hayata karışıp görünür olmalarını sağlamak umuduyla çıktık bu yola. Kelimeleri dert ettik kendimize. Çünkü kelimeler derdimiz, kelimeler dermânımız”.

Kitaptan bazı kelimeleri örnek verelim: teşebbüs, müstehzi, intizar, tahayyül, tamahkâr, fâsıla, letâfet, teveccüh, tevâtür… Bu güzel kelimeler Orhan Okay ve benzeri hocalarımızın devamlı kullandığı kelimeler.  Bunları öğrenmememiz için öğretildiğimiz bazı yanlışlar var. Bu kelimeler Arapça- Farsça kaynaklıymış, eski imiş, ağırmış, ağdalıymış vs. Bunlar asil kelimeler. Birçok akrabaları var. Her dilin bir vocabulary si var, ecdad dilimiz de böyle. Bu derdin çaresi edib, âlim, ârif, sanatkâr kıymetli hocalarımızın eserlerini yeniden anlayabilenlerle okumalı ve biz de anlamalıyız.  

Üstad Topçu 1969 da kaleme aldığı “Yıkılış” başlıklı makalesinde (Kültür ve Medeniyet S.103) Günümüzde de aynen tazeliğini koruyan dertlerimize işaret ediyor. Üst üste gelen deprem yıkılışlarıyla sarsıldığımız bugünlerde (Şubat 2023) Topçu’nun bu makalesinden niyeti ve dikkati yeterli olanların çıkaracağı çok dersler var. Aşağıdaki satırlar da hiçbir şerh ve izaha ihtiyaç bırakmaksızın bize ihtarlarda bulunuyor. Biz bu “Yıkılış” bölümünü 26 Şubat Pazar günü biri 30, biri 40 diğeri 60 yaşlarına yakın iki Hukuk, bir SBF mezunu ile birlikte okuduk. Anlamakta zorlandığımızı gördük. En gencimiz en cesurumuzdu ancak yanlış anladıklarını pek fark edemiyordu. Şu dersleri çıkardık: Biz Topçu hocanın 50-60 yıl önce yazdıklarını okuyup anlamakta zorlanıyoruz.

Hoca şöyle diyor “Aile kendi çatısı altında daha dağılmadan çürütüldü. Ana babalar çocukların ahlakına istikamet vermek şöyle dursun, onların heveslerinin hizmetindedirler. Evladının iç hayatını yoğurmak için en ufak emeği esirgeyen, sade onların ceplerine dolacak madde saadetlerini emel edinen aileler kendi yavrularının katili olduklarını bilmediler. Ömürlerini otomobil denilen bedenler sürükleyici demir kitlesini elde etmek emeli ile geçirenler bu ruhsuz emellerini yaşattıkları çatının altında yavrularına şakî bir ruh aşısını yaptıklarından habersiz yaşıyorlar”

“Okul ise ruhuna hayat isteyen gencin gözünde örnekle yaklaşılan kutsal bir mihrab olmaktan çok uzak, dışındaki hayatın sefil ihtiraslarının aşılandığı yer haline geliyor. Çoğu kere birer ticarethane olan yabancı okullar ve kolejler millet bağrının doğrandığı yerlerdir. Bunlar tıpkı sömürge memleketlerin millet mazisiyle ecdadı unutturan esir maarifi gibidir. Amerika’yla ve Almanya’nın yüksek ücretle köle çalıştıran emellerine çırak hazırlıyorlar”.

“İşlenen cinayetten aile de sorumludur. Görevini aşk ve ibadet diye yapmayı bırakıp onun yerine iktidarı ve sözü geçenleri arayanların hepsi de mesuldür. İnsan köklerine başkalarının salacağı suyu bekleyen ağaç değildir. Pascal’ın tarif ettiği bu “düşünen kamış” kendi vereceği çiçeklerden yine kendisi sorumlu olan bir ağaçtır. Kendi halinin mesuliyetini yüklenmeyip de kabahatleri sadece kendinden evvelkilere yükleyen ve böylelikle hafiflemek isteyenler yaşarken ölümü kabullenen ruhlardır. Biz ıstırabı erkekçe çekmesini bilenlere bağlanıyoruz.” 

Aşağıdaki satırlar da Orhan Hoca’nın “Anadolu’dan Hatıralarla Nurettin Topçu’nun Mektupları” (Cümle Yay. 1. Baskı Mart 2015) adlı kitabından nakildir ve ehl-i zevk ve idrakin telezzüz edebileceği temennisiyledir. Zannediyorum bu hatıralar memleketin kazançlarıyla beraber kayıplarının da bir açıdan muhasebesi olacak. 

“Nurettin Topçu’yu çok genç yaşta tanıyışım kaderin bana büyük bir lütfudur. Bunu da Mustafa Sabri Sözeri’ye borçluyum. Yalnız onu değil, Hasip Efendi’yi Abdülaziz Efendi’yi daha sonra Celâl Hoca’yı Rahmi Ağabey’i, Tahir’ül Mevlevi’yi, Fuat Sezgin’i de onun sayesinde tanıdım. O vesileyle o zamanların önemli bir fikir merkezi olan Türk Kültür Ocağı’nın toplantılarında bulundum. Ve orada bir dönemin memleket sever idealist genç aydınlarıyla tanıştım.

Ortaokul son sınıftaydım. 1946 yılı. Bir gün bir arkadaşımın evinde ağabeyinden kalma dağınık dergilerden yapılmış bir cilt bulup karıştırmaya dalmıştım. Aralarında tek bir sayı da 1939 da İzmir’de çıkan Hareket Dergisi vardı. “Vatandaş Ahlâkı” adlı bir yazı dikkatimi çekti. Biraz okuyunca zihnimi sürükledi. Ve sonuna kadar okudum. Bana o zamana kadar okuduklarımdan farklı gelen yazının, arada kolay kavrayamadığım ifadeler olduysa da içimde bir yerde beni sarstığını, bazı düğümleri çözüp yeni düğümler bağladığını hissettim ve bilmediğim bir imza: Nurettin Topçu.

Nurettin Topçu’nun bana yazdığı mektupların hemen hepsinde memleketi ve milleti için çırpınan, içinde bulunduğu toplumun durumundan dolayı ıstırap çeken idealist bir ruhun acıları hissedilmektedir. Hiddeti ve gazabı hiçbir zaman kendisine yapılan haksızlıklara karşı değil, milleti ve memleketi içindi. Kendisi samimi bir mümin ve Müslüman olduğu halde İslam dünyasında yaşayan fakat dinin gerçeğinden nasibi olmayanlara karşı acı tenkitleri bu karakterinin ifadeleridir. Aynı şekilde samimi bir milliyetçi olduğu halde memleket gerçeğini kavrayamayan dini hassasiyeti olmayan hoyrat ve kaba milliyetçiliğe de karşıydı. Yazılarında bazı şahsiyetler için kullandığı “millet mistiği” ifadesi gerçekte kendisinin vasfıydı. Bunun yanında yine mektuplarında benim Artvin intibalarım üzerine duygularında olduğu gibi romantik bir tabiat aşığının mistik heyecanları da görülmektedir. Zaman zaman emekliliğinden sonra dağ başında bir mescidin müezzini olarak ömrünü tamamlamak arzusunda olduğundan bahsetmesi de bu tahassüsün bir tezahürüydü. (S. 11)

Rousseau gibi gerçek bir tabiat mistiği olan Topçu, Kant’ın çok sevdiği bir sözünü sohbetlerinde ve bazı yazılarında tekrarlardı: “İki büyük âlem beni kendine hayran bırakıyor: Üstümdeki yıldızlı kâinat ve içimdeki vicdan” Bu yüzden kâinatın yakın bir parçası olan kır hayatını, şehir dışı gezileri sever, fırsat buldukça bizleri de teşvik ederek İstanbul’un civarında o yıllarda daha da bol olan kırlık alanlara açılırdık. Tabiata daha yakın olmak için otobüs yerine hep vapurla gitmeyi tercih ederdi. Hemen her yaz tatilinde ailesindeki yakınlarıyla beraber annesinin memleketi olan Eğin’in Demirgâp köyüne gider bir ay kadar kaldığı orada kırları dolaşır ve bir subaşında saatlerce oturduğu olurmuş. (s.60)

12 Aralık 1955 tarihli mektubu şöyle başlıyor: “Orhan son mektubun bana daha çok ümitler getirdi. Allah’ın lütfu munzam olunca hayatın insanı yetiştirmesi ne demek olduğunu anlıyorsun. Gerçek ruh saadetinin maddi vasıtalarla alakalı olmadığını da öğrendin. Bir de Kur’an’ın şu hikmetine varman lazım gelir: “Sizin hayır sandığınız şer olur, sizin şer sandığınız da hayır olur onu ben bilirim” (S.67)        

Hocamın sakladığı iki mektubundan ilkini Merzifon’dan yazmışım. Ona iki rüyamı anlatmış ve tabir etmesini istemişim. Bizim çevrenin rüya tabiri piri Celâl Hoca’ydı. İmkân ve fırsat buldukça rüyalarımızı ona tabir ettirirdik. Celal Hoca’nın isabetli tabirleri olurdu. Nurettin Beyin de rüyalara olan ilgi ve inancının Celal Hoca’dan kaynaklandığını veya onunla güçlendiğini zannederim. (S.87)

 Nisan 1957 - Merzifon

Muhterem Hocam,

Mektebe gelince halen 1200 talebesi var. Burası vaktiyle bir Amerikan Koleji imiş. Kayseri’de Talas’taki gibi bir kolej. Amerikalıların böyle ücra Anadolu kasabalarında kolej açmalarına aklım ermiyor. Daha doğrusu eriyor da insana tuhaf geliyor. Hem de bir kız koleji. Vaktiyle öğretmen lojmanlarıyla ve türlü konforuyla 80 kız talebeyi barındıran bu binalar bugün 1200 erkek talebe ile ne hale gelir tahmin edersiniz. Talebenin çoğu orta Anadolu, Karadeniz ve Şarklı. Fakir ve bilgisiz, üstelik ahlâki bakımdan pek iyi gidişte olmayan çocuklar. Hani Akif’in bir sözü vardır. Sizden dinlemiştim birkaç defa: “Köylünün bir şeyi yok, sıhhati ahlâkı bitik”. Onun bir örneğini bu mektepte görüyorum. (S.90)

 

Orhan Hoca burada Karamazof Kardeşler’den bir bölüm naklediyor.

“Rüyasında Alayla bir stepten geçiyordu. Bir köylü onu arabasıyla çamurlu bir ovada götürüyordu. Hava soğuktu, ilkteşrin ayında idiler. Kuşbaşı kar yağıyor ve toprağa değer değmez eriyordu. Arabacı hayvanları şiddetle kamçılıyordu. Bu köylü elli yaşlarında görünen kızıl sakallı kül rengi koyu kaftanlı bir adamdı. Yolda bir köye vardılar. Harap, sefil izbelerden ibaret bir köye… Kulübelerin yarısı yanmıştı. Çatılar, kömürleşmiş direkler üzerinde güç halle devrilmeden durabiliyordu. Köyün eşiğinde kemiklerine kadar erimiş perişan kılıklı bir kadın kalabalığına rastladılar. Yüzleri toprak rengi bağlamıştı. Yirmi yaşında olduğu halde kırklık gibi görünen uzun boylu iri kemikli bir zavallı, kucağında ağlayan bir çocuk taşıyor. Yavru aç ananın memeleri kurumuş… İkisi de ağlıyorlar. Yavru çıplak kollarını, soğuk kavurmuş ellerini uzatıyor. Dörtnala geçerken Dimitri: “Ne için ağlıyorsun çocuk?” diye sordu. Delikanlı bunu köylü şivesi ile sormuştu. Kendine gelince böyle konuştuğuna sevindi ve tekrarladı:

- Ama niye ağlıyor bu minik? Hem neden böyle çıplak? ne diye sarıp sarmalamıyorlar?..

 – Çocuk donuyor… Elbiseleri buz tuttuğu için atmışlar... Isıtmaz çünkü buz tutan elbiseler.

Dimitri şaşkın bir halde:

-Nasıl olur bu? dedi.

-Nasıl olacak…bunlar yoksul zavallılar. İzbeleri de yanmış... Yiyecek ekmekleri bile yok.

Dimitri, rüyalara mahsus bir tuhaflıkla hâlâ anlatıyor biteviye arabacıya:

- Yok canım, yok canım, diyordu. Hiç öyle şey olur mu? Söyle bana sen, neden bu kalabalık buraya toplanmış. Niçin bu kadar sefil ve perişandırlar? Niye kapkara kesilmişler? Ne için birbirleriyle kucaklaşıp türkü söylemiyorlar? Hele çocuğu nasıl aç bırakıyorlar?

Gerçi bu sorduklarının manasız olduğunu kendi de biliyor, fakat sormaktan da kendini alamıyordu. Yavaş yavaş içini derin bir mahzunluk kapladı. Ağlamak üzere bulunduğunu duydu. Aç çocuğu doyurmak, memeleri kurumuş anneyi teselli etmek, bütün dünyanın saadetini temin edecek bir şey yapmak istiyordu. Ruhunda bu istek, Karamazoflara mahsus bu müthiş şahlanışla, o engel tanımaz coşkunlukla köpürüp taşıyordu”. S.93

Dostoyevski romanın başka bir yerinde, Dimitri’ye bu rüyasını şöyle tabir ettiriyor:

“Orada da bir kürek mahkûmunun uyuşuk, gönlünü yumuşatabilecek şeylere rastlandığı görülmüştür. Orada ıstırapla, iç ağrılarıyla büyümüş bir ruha yeniden can verilerek bir kahraman yaratılabilir. Bu türlü belki yüzlerce adam vardır ki onlara karşı bizler suçlu vaziyetteyiz. Ben ne için o rüyamda o çıplak ve aç çocuğu gördüm? Bu bir irşattı. Sürgüne işte o yavru için gideceğim. Evet, bu dünyada herkes herkese karşı suçludur. Herkes yavrudur. Dünya büyük ve küçük çocuklarla doludur kardeşim. İşte onlar için ben kurban olacağım. Umum namına birinin kurban olması lazım”

Dimitri gibi kendi kendime sordum, o sefil ve perişan talebeleri niçin rüyamda gördüm? Onlar Akif’in “sıhhati, ahlâkı bitik” dediği Anadolu çocuklarını temsil ediyorlardı. Hele ikinci rüyamdaki çocuklar.

Rahmetli Abdülaziz Efendi’nin, rüyaları o rüyada geçen kelime ve mefhumlardan hareket ederek çözdüğünü görmüştüm. Rüyamdaki kelimeler üzerine düşündüm. O küçük talebelerin sorduğu kelimeleri. İlki ferasetti. “Feraset nedir?” diye soruyor çocuklar. Bilmedikleri bir şey ihtimal bu. Şimdiye kadar hocalarından “anlayış” görmemelerinin sembolüydü.  Anadolu çocuğu hocasından anlayış, feraset bekliyor. Hele “ihtimam” kelimesi. Talebenin gerek maddi gerekse ruhi bakımdan ihtimama ne kadar muhtaç olduklarını düşününce bu rüyanın yorumunu da Dimitri’ninki gibi benim için de bir irşat olduğu şeklinde çözmek istiyorum” (S.94)

Orhan Hoca bu kitabında Artvin, Polatlı, Merzifon, Diyarbakır, Van, Erzurum ve nihayet Paris’le ilgili hatıralarını anlatıyor. Topçu Hoca’yla da hasbihal ediyor. Her ikisi de tabiata ve onun sahibine ârif ve âşık insanlar. Hadisat ve insanlarla ilgili çok gerçekçi değerlendirmeleri var. Onları okuyunca hakiki bir hoca ve talebe nasıl olmalı sualinin mükemmel cevaplarını görüyoruz.

Onların hayatları ve mektuplarında yönetici, aileler, talebeler için paha biçilmez dersler var. Her ikisini de rahmetle anarken, takipçilerinin çoğalmasını ümit ve temenni ediyoruz.

Orhan Alimoğlu yazdı.