Şairlik, senaristlik, yönetmenlik, hikâyecilik, dergicilik, köşe yazarlığı, moderatörlük ve hatta youtuber’lık… Bütün bunlardan ötede ve ziyade İsmail Kılıçarslan aslında kimdir?
Bütün bunlar birbirine bağlı işler olmakla birlikte ben, kendimi; “İçerik sağlayıcı” olarak tanımlıyorum. İçerik sağlayıcılık; ilgi alanım olan herhangi bir konu hakkında içerik üretmeye çalışmak anlamına geliyor. Bu içeriğin formu yıllar içinde teknolojiye bağlı olarak, bulduğum imkânlara göre değişiyor olsa da esas olan kendi alanımla ilgili sürekli bir üretimin olmasıdır. Bu mesleki çeşitliliğe de böyle bakmak lazım; Allah imkân verdi; “Kanal 7 de televizyon filmleri yazar mısın?” dediler, orada içerik ürettim, Allah imkân verdi, televizyon filmleri yapar mısın dediler, ona yönelik çabaladım. Hâl-i hazırda dergi çıkarma imkânı doğunca o içeriğe yönelim oldu; “Form değişir, kuşlar ölür, sen uçuşu hatırla!” Form değişse de bizim davamız değişmediği için mesele; değişen imkânlardan müteşekkil formlara ayak uydurma meselesi hâline geliyor.
“Kendinizi nasıl tanımlarsınız?” sorusuna gelecek olursak; “Hatası, eksiği fazlaca olan bir kul” olarak diyebilirim. Keşke bütün insanlar, kendilerini böyle tanımlayabilseler de mesele, hepimiz açısından netleşse…
Her şeyin Sahibi dahi: “Ben bilinmek istedim, insanı yarattım” diyor. Sizin edebi ve düşünsel yolculuğunuzda bu “bilme ve şâhitlik hâli” nasıl gelişti?
Mevzubahis şahitlik hâlinin bir tarafı kişisel hikâyedir ancak yapabiliyor olmak yani yazı faaliyetlerinin bir kısmı güzel sanatlarda olduğu gibi yetenek meselesidir. Ben yeteneğimi heba etmemeyi seçtim yani yazmaya karar verdim. Kendimi ifade edebilmeye kabiliyetimin olduğunu anladığım andan itibaren bunun üzerine gittim ve bunu geliştirmeye çalıştım. Şâhitlik de tam olarak burada başladı. Yetiştiğim çevre, hayata baktığım ve dünyada durduğum yer bakımından; korkunç bir çağda yaşıyor olduğumuzu fark ettim. Ve bu çağa göre değil bu çağa karşı bir sözüm olsun istedim. Bir bakıma şâhitliği buradan anlatmak gerekir. Gerisi; olayların vuku bulma biçimi ve sıralaması ile işin daha çok magazin kısmına giriyor. “Dünyaya karşı bir söz!” benim şâhitliğim oldu.
“Öykü; benlik inşasıyla, şiir ise var oluşla ilgili bir mesele” diyorsunuz. İkisinin de aynı nüvede demlenip aynı imbikten süzüldüğünü düşünürsek; sizin aynanızda yerleri nedir?
Şiir çok ciddi bir yoğunlaşma gerektiren, sizi parçalayan, yoran, yoğuran bir şeydir. İşin başında gençken, enerjikken, kavga edebilecek gücünüz varken şiir yazmak; sert ve delikanlıca bir şey idi. Hikâyeyi de şiir bozdurarak yazmaya başladım. Bunu şöyle tarif edebiliriz: Yoğunlaştığınızda şiir yazabilecek bir koridor buluyorsunuz ama o yoğunlaşmayı o zaman diliminde yakalayamadığınız için o şiiri, öykü olarak bozduruyorsunuz. Benim “Kara Dursun” eserim, uzunca bir Ankara şiirleri dosyası olarak planlanmışken bir “Ankara söylenceleri öykü kitabı” olarak yayınlandı.
Şiirin ontolojik ve varoluşsal olması, insanın bütünüyle; kendisiyle, dünya algısıyla, dünyayı yorumlama biçimiyle mümkün oluyor olması, bizâtihi şiiri, yorucu hâle getiriyor. Oysa anlatmak, kendinden hareketle duygu ortaklığı yakalamak çok daha kolay bir şey gibi geliyor bana. Bazen arkadaşlara, “Öykümü okudunuz, beğendiniz, teşekkür ederim ama ben bunun bir de şiirini yazsaydım; çok güzel olacaktı.” diyorum. O bakımdan öykü; benim açımdan işin kolayına kaçmak olarak değerlendirilebilir. Şu da bir gerçek ki yazabilsem sürekli şiir yazmak isterim.
Yine “öykücülük” için “o anı tekrar üretiyor olmak; o anı yaşamış olmaktan daha kıymetli” demiştiniz bir yerde. Oysa modern zamanların tasavvufa öykündüğü “an” tarifi; “Dem bu demdir!” Bu ikisinin farkı size göre kalıcılık ve geçicilikle mi alâkalı?
Şüphesiz; kalıcı olma çabasıyla alâkalı. Başka bir yerde söylediğim bir cümleyle devam edecek olursam: İnsan, hatırlamaktan yapılmıştır. Ve insanın değiştirebilmeye güç yetirebildiği tek şey; geçmişidir. Bana sıkça sorulan; “Bu öyküler gerçek mi?” sorusuna cevaben; “Yarısı gerçek, yarısı değil ancak hangi yarısının gerçek, hangisinin olmadığını size söyleyecek değilim.” derim. Çünkü bu; işin tadını kaçırır. Dolayısıyla benim için an’ı tekrar üretmek; ayrıntıları zihnimde yeniden oluşturmak; o yaşantı parçasının üzerinden bir kurgu geliştirmek, benim için eşsiz bir deneyim. Ben doğrudan içselleştirmediğim hiçbir şeyi kurgulayamam dolayısıyla önce onu, bana ait hâle getirmem gerekiyor. Buradan hareketle ben öncelikle yaşamış olduğum şeyi mi yazıyorum yoksa yaşamayı umut ettiğim şeyi mi yazıyorum; orası benim açımdan da biraz belirsizleşiyor. O belirsiz alanı da çok seviyorum.
“İnsan ancak neyi hatırlayacağını seçerek benliğini inşa ediyor.” diyorsunuz. Oysa fıtratı gereği insan aynı zamanda nisyanla malûl. Sizin öykücülük anlayışınızda hatırlama/hatırlatma ya da unutma/unutturma kriterleri nelerdir?
“İnsan neyi hatırlayacağını seçerek benliğini inşa edebilir.” meselesi psikolojik olarak da açıklanabilir. Çocukluğunuzdan kalan hangi anı parçalarını hatırladığınız, benliğinizi inşa eder. “Ben, babamın akşam eve gelmemesini” hatırlarsam başka bir hikâye olur, babamın beni elimden tutup bir Ankaragücü maçına, sinemaya ya da bir Nakşî dergâhına götürdüğünü hatırlarsam başka bir hikâye olur. Ve bu hikâyeler aslında bugün olduğun insan olmanı temin eder. Biz; hikâye parçalarından yapılmış benlikleriz, aslında. Hatırlayarak, hatırladıklarımızı tekrar ederek ve o tekrarlar üzerinden bir karakter inşa ederek devam ederiz. Yediğin kazığı asla unutamıyorsan çok tedbirli olursun, insanları kolayca affedebilen bir hikâyenin kahramanıysan da sürekli kazık yersin. Bunlar gibi bir tercihler denizindeyiz aslında bir yapbozun parçaları gibi biz; hâtıralarımızdan müteşekkiliz. “Bak, şimdi neyi hatırladım?” dediğimiz an; bizi neyden yaptıklarını da ele vermiş oluyoruz. Böylece bu; unutma/hatırlama meselesi, son derece şahsi bir mesele hâline geliyor.
“Anlatmak istediğim ama anlatamadığım bir şey var mı?” derseniz evet, elbette vardır. Belki itikâdi gerekçelerle belki bütünüyle imajımla ilgili gerekçelerle hikâyemi tam anlatmadığım gerçektir. Hiç kimse, hikâyesini tam anlatmıyor aslında.
“Portakal Turta Bir de Kirpi, Ablam Uzak Ülkede, Amerika Sen Busun, Gelecek ve Diğer Meseleler” isimli şiir kitaplarınız var. “Ablam Uzak Ülkede” 2004 yılında Cahit Zarifoğlu şiir ödülünü alıyor. Ancak ilk şiiriniz; Kaknüs Dergisi’nde yayınlandı. Sizin için hususiyeti nedir?
Ben, İstanbul’a 1993’te geldim. Bir yıl sonra çok ilginç bir karşılaşmalar silsilesiyle Ömer Lekesiz abiyle karşılaştım ve kendimi Kaknüs Dergisi’nin yayın toplantısında buldum. Henüz 18 yaşında, araba sürme ehliyetimin bile olmadığı bir dönemde; büyük bir heyecan yaşadım. Beni İskender Pala’ya yazı istemeye gönderdiler. O dönemde kendisi askerdi ve ben kapısını çalıp: “Bize yazı vermeniz lazım çünkü biz, iyi bir edebiyat dergisiyiz.” dedim. Bana bir çay ısmarladı ve sonra gönderdi. Benim açımdan herhangi bir basılı yerde ürünümün yayınlanacak olması çok önemliydi.
İkinci heyecanımı; Hece Dergisi’nin ilk sayısının 84. sayfasında yayınlanan şiirim sayesinde yaşadım. Korkum şu ki genç arkadaşlarda gözlemlediğim kadarıyla benim o dönemlerde yaşadığım heyecanlara benzer heyecanlar yaşanmıyor. Çünkü seçenek çok fazla, bir dergide çıkmasa bir diğerinde; hiçbirinde olmasa blog sitesi açıyor ve kendi yayınlıyor. Ancak meselenin aslı öyle yakalanamıyor; bu, bir ortam işi, birlikte hareket edebilme kabiliyetidir. O arkadaşların benimkine benzer heyecanlar yaşamasını çok arzu ederdim.
Dünyadaki kültür endüstrisine dair ne söylemek istersiniz? Yerli üretim açısından bu alanda “varlık” gösteriyor muyuz sizce?
Dünyada devasa bir kültür endüstrisi var ve insanlar son derece standart bir kültür tüketimi alışkanlığına itiliyor. Sinema, konser, festival vs birçok alanda bu kültürel endüstri, hepimizi; solcu, İslamcı, ülkücü, hümanist, komünist kim olursa dümdüz ediyor. Endüstri; vahşi kapitalizmin bir alt aracı olarak; dünyayı tektipleştirme üzerinden varlık gösteriyor çünkü bir kitabı 10 bin satmakla 10 milyon satmak arasında devasa bir fark vardır. Bunun dışında hiçbir normun olduğunu düşünmüyorum.
Kore Pop’u üzerinden bir örnek verecek olursak deniliyor ki: “Bir grup eşcinsellik propagandası yapıyor ama bir diğeri de aile değerlerini savunuyor.” Bunda anlaşılmayacak ne var; 30 milyon dolar harcayarak bir havuz oluşturdular, onun içinde birçok farklı grup oluşturdular; eşcinsellik, aile değerleri, hümanizm, lezbiyenlik, varoluş, intihar vs hiçbir şeyi dışarda bırakmadan, herkese hitap eden bir müzik çeşitliliğiyle yola devam ediyor. 10 milyar, 20 milyar kopya satmaktan başka hiçbir amacı olmayan ve önüne gelen herkesi öğüten bu sistemle mücadele etmek için bana bu ülkenin solcusu da ülkücüsü de Müslümanı da lazım. Bir mevzi oluşturacaksak şüphesiz ilkesel bir zemin oluşturmak gerekiyor. Ancak bu mevzi nasıl olur? Örneğin; bugün Türk sineması, Hollywood sineması karşısında artan bir değere sahip, bilet satışlarına da yansıyan bir durum bu. Bu; 2000 li yılların başından itibaren Kültür Bakanlığı’nın, Türk sinemasına verdiği destekle oldu. Türk sinemasının kalitesini artıran bir endüstri formu; bugün Fransızlar’ın gelip: “Siz bu işi nasıl yaptınız?” diye akıl sormasına yol açıyor. Şu şartlarda kültürel iktidardan bahsediyor olmak, fantastik bir hezeyandan öteye geçmiyor.
İsmail Kılıçarslan deyince Meksika Sınırı’ndan geçmemek olmaz. Bizim jenerasyonun da başından beri hararetle takip ettiği dönemler arası şahitliği olan bu programın sizin aynanızdaki yeri nedir?
Şimdi bana aynı ekiple tekrar programı yapmayı teklif ediyorlar ancak Meksika Sınırı’nın yapıldığı Türkiye kaldı mı ki? Hepimiz, acayip bir sosyolojik dönüşüm geçirdik; herkes kendi evine, sokağına, balkonuna çekildi. Meksika Sınırı, benim hayatımın en önemli duraklarından biridir. Orada kesintisiz bir kültürel ilgi vardı, çok temiz, saf bir hususiyeti vardı dolayısıyla artık hepimize son derece naif ve nostaljik bir şey olarak geliyor. Şimdi gündelik politikayı baz almadan, önemsemeden neredeyse hiçbir şey konuşamıyoruz. Bunun böyle olmasını ben istemedim ama hâl böyleyken durmam gereken yerde durmak cesaretini gösterdim.
1976’da Ankara’da doğdunuz; ilk ve orta öğretiminizi orada tamamladınız. Yükseköğrenim için 1993’te İstanbul’a geliyorsunuz ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bırakıp İletişim Fakültesi’ne geçiyorsunuz. Geriye dönüp baktığınızda bu kararın sizin serüveninizdeki kaderi boyutu nedir?
İki okulu da bitirmediğim için bir sorun olmadığını düşünüyorum. Ben İstanbul’a ilk geldiğimde yapmak istediklerimi herhangi bir okulu bitirmeden de yapabileceğim kanaatini geliştirmiştim. Kendime bir serserilik süresi tanıdım; 93’ten itibaren bir altı-yedi yıl; akabinde belirlediğim bir alan özelinde hayata atılmak şeklinde bir planlama yaptım. Üniversite tercih döneminde bana felsefe, ilahiyat, edebiyat ya da gazetecilik gelmesi arasında bir fark yoktu; nasıl olsa editörlük, yazarlık hayalime yönelik bir taraftan hayatımı kazanacak bir taraftan da okuyacaktım. Tam olarak da öyle gelişti; 1998’de Yörünge Dergisi’nde başladım. Her şey kaderle olur, kuşlar bile kaderle uçar. Gerçekten ilahiyatı sevseydim belki müftü olurdum ama sevemedim; nasip diyelim…
Birçok belgeselin senaristliğini yaptınız;
“Aliya
Roger Garaudy
Cahit Zarifoğlu - Yaşamak
Gönlümüzde Yaşayan Peygamber
Osmanlı'yı Kuran Şehir; Bursa
Bir Masal Denizi: Hâl”
Bu belgesellerden “Aliya”, “T.Y.B Yılın Belgeseli” ödülünü aldı. Eserlerinizden sizin yâdınızda en özel olanı hangisi? Yazarken ya da çekerken ki zamanlara dair paylaşmak istediğiniz özel bir anınız var mı?
Hiç şüphesiz; Aliya’nın hem yazdığım ilk belgesel olması hem de Aliya’nın vefatının ve Bosna Savaşı’nın bizdeki yaralarının henüz çok daha taze olması hasebiyle bendeki yeri çok başkadır. O dönemde Necdet Konuk abi çok özel çizimler yapıyordu. Bir taraftan da Cahit Zarifoğlunu konu alan “Yaşamak” belgeseli için yaptığım; Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt ve çok yakın daha başka arkadaşlarıyla yaptığım söyleşileri unutmam mümkün değildir; çok tatlı bir içeriktedir.
Hece, Yedi İklim, Kaknüs, Kırkayak, Fayrap, Kırklar ve İtibar dergilerinde şiirleriniz yayınlandı. Hâl-i hazırda “CİNS” dergisi genel yayın yönetmenliğini yürütüyorsunuz, İtibar’ın yayın kurulundasınız. Dergiciliğin nezdinizde yerinin ayrı olduğu aşikâr. Geçmişten günümüze dergiciliğin sizin için hususiyeti ne oldu? Türkiye’deki akıbetini nasıl değerlendirirsiniz?
Benim yolculuğum, ana akım dergilerinden, kuşak dergilerine doğru; Hece, Yedi İklim, Kaknüs gibi ana akım temsillerinden Kırklar, Fayrap, Atlılar gibi kendi kuşağıma doğru bir geçiş şeklinde oldu. Bu kuşak dergilerinden sonra İtibar’la yeniden merkezileştik. Cins ise bambaşka bir hikâyedir. Edebiyat dergileri, kişinin kendisini de katarak ürettiği bir içeriktedir ancak biz Cins’i, 18 yaşında bir kız çocuğu ya da bir delikanlı okusun diye çıkarıyoruz. Kendi hedef kitlesini seçmiş, o hedef kitleye uygun kültürel üretimler yapan bir dergi olarak planlandı. Hayatımda; “iyi ki olmuş” dediğim meselelerden biridir. En sevdiğim sloganı olan; “Onu, tam bir işaret fişeği olarak kurguladık.” Biz burada bazı fikirlerden, durumlardan, adamlardan bahsedelim ve genç okurlarımız da bu kitaba, bu şiire, bu adama, bu kadına doğru ilerlesin. Ve oradan bir pencere bulsun kendine, oradan da bir baksın. İlk defa doğal okuru olmadığım bir oluşumun içindeyim.
Türkiye’deki içeriğin akıbeti ile ilgili çok kaygılı değilim; çünkü “aslolan şarkıydı.” Hiç kayda alınmadan da taş plaklara kaydedildiğinde de 45’liklere yazılırken de şimdi sıkıştırmak suretiyle bulutta barındırılarak ve istediğimiz zaman on binlercesini geri çağırabildiğimiz formuyla da aslolan şarkıydı. İçerik değişmediği sürece form dilediği gibi değişebilir; bunun avantajları ve dezavantajları olur. Kâğıda basmadığımız dergileri, dijital formda yayınladığımız ya da diyelim ki dergi fikrinin tamamının bittiği ve bir mikroblock teknolojisiyle devam eden bir süreçte dahi içerik üretimi vardır; önemli olan da budur.
İsmail Kılıçarslan’ın sinemayla olan profesyonel ilişkisini biliyoruz. Sinema kültürü açısından özellikle görülmeli dediğiniz yerli/yabancı yapımlar hangileridir? Dünya sinemasından beğendiğiniz yönetmenler kimlerdir?
Benim tercihlerim ana akımın dışında kalacaktır. Bence Türklerin yapıldığı ruhu keşfetmek açısından Cüneyt Arkın’ın bütün tarihi filmleri izlenmelidir. Türk’ün kahramanlık fikri, Türk’ün genetik kodları, adalet duygusu, mazlumlara bakışı konusunda her biri çeşitli dersler barındırır. Türk melankolisi dediğimiz şeyi ise bize; Sadri Alışık anlatır. Melankoli nedir, bir erkek, bir kadını nasıl sevmelidir, meselesini ondan öğreniriz. Yenilere yaklaştığımızda beni en çok heyecanlandıran adam; Osman Doğandır. Öte yandan Derviş Zaim, Ahmet Uluçay, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’u çok severim; bunlar Türk sinemasına yepyeni bir soluk getiren yönetmenlerdir. Tür olarak Uzak Doğu sineması özelinde aksiyonu tercih ederim; Micheal Mann, müteveffa kardeşler Ridley Scott, Tony Scott’ı bu minvalde zikredebiliriz. Güvenlik kamerasıyla çekilmiş, büyük laflar etme iddiasıyla hikâyeyi de zorlayan, güçlükle akan filmler, benim ilgimi çekmez. Hikâye zaten bizim alıştığımız şeydir, bana kurgudan bahsetmelidir. Mecid Mecidi böyledir; dümdüz hikâyeleri, eğip bükmeden dümdüz anlatma başarısı gösterir; bu yönüyle büyük sinemacıdır. Dolayısıyla sinemaya olan temel bakışım, hikâye yazmaya olan temel bakışımla aynıdır; anlatacak bir şeyin varsa yaz okuyalım, çek izleyelim ama bir şekilde anlatmalısın.
“Zannediyorduk ki abone olmasak da olur.” Ancak gelişmeler gösterdi ki zannımızda yanıldık. Bir youtube kanalı açtınız; şiirler, türküler, acı tatlı meyveler… Daha neler bekliyor bizi, neler; biraz bahseder misiniz?
Youtube kanalımızın adı; “Burada Kalalım” daha çok yeni, çiçeği burnunda, yolumuz çok uzun, gönlümüzde bir youtube central olarak planlandı. Gözümüze kestirdiğimiz ve bu platformda kendi içeriklerini üretmelerini istediğimiz insanlar var. Kendi şarkılarını söylesinler, şiirlerini okusunlar istiyoruz. Bir de sözümüz var elbette; Srebrenitza, 15 Temmuz gibi bizim nezdimizde yeri ayrı olan hadiseler özelinde burayı da o içeriğin üretiminden farklı görmüyoruz. Hususiyeti; çok daha geniş spektrumlu olmasıdır, bir medrese hocası dini program da yapabilsin, üst düzey bir sanat yönetmeni burada modern sanat da konuşabilsin ve tüm bunlar aynı anda olsun. Gündelik politika dışında büyük bir kültürel birikimin içinden ne çıkarsa spor, moda, müzik, şiir, mimari, sevdiğimiz her şeyi aktarmak gibi bir kaygımız var. Zorlu ve uzun aynı zamanda geç kaldığımız bir süreç ancak iyi olacağına dair umutluyuz, dua bekleriz.
Edebi yolculuğunuzda özellikle etkilediğiniz, birikiminizde kilometre taşı niteliğinde diyebileceğiniz şair/yazarlar kimlerdir?
Böyle listelerde kimi saysak öbürüne haksızlık olacakmış gibi geliyor. Ama tabi listenin başına Yunus Emre, Sezai Karakoç ve İsmet Özel’i koymak gerekir. Turgut Uyar, benim şiirimi çok etkilemiş biridir. Cemal Süreya, Cahit Zarifoğlu şiirde çok mühimdir. Türkçe’yi kullanma bakımından Refik Halit Karay’dan daha ötesini tanımıyorum. Kurt Vonnegut; en sevdiğim kurmaca yazarıdır. “Benim edebiyat ilgim var” diyen herkesin Dostoyevski ile bir boğuşması gerekir. Bugünlerde saz şairlerimizi, halk ozanlarımızı dinlemeyi çok seviyorum. Aşık Sümmani, Aşık Seyrani, Erzurumlu Emrah gibi yakın dönem saz şairlerimiz, geniş bir kültürel arka plandan sesleniyorlar.
Son olarak; sizin adımlarınızı takip eden ve sizi severek okuyan genç kardeşlerimize bu yolda özellikle neyi önerirsiniz?
Çok tuhaf gelecek ancak kişisel olarak hayatta sahip olduğum en önemli şey; (ailemi, kızımı, dostlarımı dışarda tutarsak) bağımsızlığımdır. Kimsenin adamı olmamak, kimseye de adamlık taslamamak, kendi bağımsızlığını müdafaa etmek üzere kurulu bir hayat felsefem var. Görebildiğim kadarıyla kendi bağımsızlığına düşkün olmayan kimseden, pek bir şey olmuyor. Kendi bağımsızlığınız; gündeminizi kendinize mahsus hâle getiriyor ve nasıl düşünmeniz konusunda size bir hareket alanı açıyor. Dolayısıyla gençlerimize bu yolda özellikle fikir özgürlüklerini korumalarını öneririm.
Röportaj: Hacer Yeğin
Makas Dergisi, Ağustos-Eylül 9. sayı