Felsefe, ontolojik bilginin özünü kavrama uğraşısında, bir takım sorular sorarak ilerlemeye çalışan bir disiplin olarak dikkat çeker. İzzet Tanju’nun Ötüken Neşriyat’tan çıkan İslâm’dan Batı’ya Düşüncenin Yol Alışı isimli çalışması, (derlemesi dersek sanırım daha doğru olacak) İslâm ve Batı düşüncesi arasında, erken dönem Arap etkisindeki Doğu ve sonrasında İslâm düşüncesinin ilk düşünürleri ile Yunanistan, Roma ve İtalya bağlamında Bizans uygarlıklarının oluşumunda karşılıklı bilgi alışverişinin düşünce boyutunda vardığı nihai noktaları çerçeveleyen bir çalışma.
Epistomolojinin ve ontolojinin felsefenin varlık sebebi olduğunu söylemek sanırım yanlış bir yargı olmayacaktır. Bu kavramlar etrafında okullarında dersler veren ilk dönem filozoflarının öğretileri zamanla, tek Allah inancına sahip dinlerin zuhuruyla birlikte, yeni ticaret yollarının bulunması ve gittikçe gelişen ticaret faaliyetlerinin neticesinde yeni bir boyut kazanmıştır. Yani Akdeniz çevresinde oluşan bilgiler, ilişkilerin biçimine bağlı olarak son derece karmaşık bir haldedir. Bilimde devam eden gelişmelerin hızı karşısında İslâm ve Batı ilişkileri, İslâm’ın ilk dönem anlayışına bağlı olarak çatışmadan çok anlama ekseninde şekillenmektedir. Bilgi ihtiyacı ve susuzluğu, Yunanlılardan Araplara, onlardan da Avrupalılara geçmiştir. Dilleri, dönemleri, sınırları aşan merak ve öğrenme isteği neticede Akdeniz havzasında Doğu’nun ve Batı’nın aklını birleştirerek melez bir bilgi geliştirmiştir.
Doğrusu Avrupa veya Doğu kavramlarının gelişimi de bu noktada dikkat çekiyor. Zira, 13. yüzyılda bir Avrupa düşüncesinin oluşmadığını ifade eden Tanju, “Jacques Le Goff’a göre, Papa 2. Pie, Avrupa kıtasında oturanları Türk tehlikesine karşı dayanışmaya çağırdığında, Avrupalıların ortak bir uygarlıktan oldukları duygusu 15. yüzyılda doğmuştu” ifadesini kullanır. Bu noktada, felsefenin veya düşüncelerin ayrışmasının sebebini de yine Akdeniz oluşturmuştur. Lucien Febvre’ye göre, Avrupa ortaçağın eseridir. Çünkü Doğu ile Mağrib’in ayrılmasından doğmuştur. Roma dünyası ile bu temelden kopuş, Müslüman âlemini Avrupa karşıtı bir alana itmiş, Akdeniz’deki birlik bozulmuş, Doğu ile Batı arasındaki ticaret duraklamıştır. Sonunda da Araplar Akdeniz’i kapatınca, Akdeniz, kaybolan bir uygarlık alanı haline gelmiş ve Batı doğmuştur. Yani, Avrupa kimliğinin tarihteki köklerinde, Hıristiyanlıkla İslâm’ın çatışması yatıyor. Doğu-Batı karşıtlığı da, yeni dünyanın özelliğini oluşturuyor bu durumda.
Eski Müslüman dünya, değişik dinleri tek bir kültür dilinin, Arapça’nın bayrağı altında kucaklar
İzzet Tanju çalışmasında, özellikle Von Grunebaum, Dimitri Gutas, Benvenist, Roger Arnaldez, D. Urvoy, Marwan Rashed, Paul Lemerle’den yapılan veya yaptığı çevirileri sunar. Şüphesiz İslâm ve Batı, daha doğrusu Doğu ve Batı düşüncesi çevirinin bir ortaklığı olarak gelişir. Yunanca’dan Arapça’ya, Arapça’dan da İbranice ve Latince kanalı ile Avrupa’ya geçen kolu oluşturan bu ilk dönem çeviri hareketi sayısız bilimsel ve felsefî metni kapsar fakat edebiyata uzanmaz; felsefe metinleri ve Bizans örneğine göre yazılmış ‘hikmet kitapları’ ile sınırlı kalır.
Emevi halifesi Abdül Melik’in kararı ile bir kültür dili olarak temayüz eden Arapça, ilk dönem Urfa’da var olan ve sadece felsefe ve ilahiyat eğitimi veren okulda Yunanca’dan çevrilen eserler Süryanice kanalıyla Ortadoğu’ya yayılır. İlk çeviriler Organon’un bazı kitapları, Porphyre’in İsagoci’si, Aristo’nun İlk Analitikleri’dir. Abbasiler döneminde yoğunlaşan çeviri faaliyetleri ile iki kültür arasında âdeta görünmeyen ve fakat bilginin insana verdiği şevk ve merak duygusuyla arada bir köprü kurulur. Halife Mansur, tıp ve matematikle ilgili bilim kitaplarını çevirtir. Beyt-ül Hikme adı verilen ve halife Harun Reşid ve Me’mun dönemlerinde doğunun yıldızı olarak parlayan kütüphanede yoğun bir çeviri faaliyeti kesintisiz devam eder.
İlerleyen dönemlerde Huneyn Bin İshak, Galenos’tan tıp bilgilerini içeren önemli bir kitap çevirmişti. Aslında o zamanki çeviriler her iki dilin farklı aile gruplarından gelmiş olmalarından dolayı harf harf yapılmakta iken, sonraları sözcükler üzerinden devam eder çeviri çalışmaları. Cabir, Aristo’dan ve Afrodisiaslı İskender’den önemli eserler kazandırır Arapça’ya, dolayısıyla İslâm dünyasına. Bu noktada, yazar İzzet Tanju, çeviriler konusunda önemli bir tespitte bulunarak, eski Müslüman dünyanın, değişik dinleri tek bir kültür dilinin, Arapça’nın bayrağı altında kucakladığını ifade eder. Bu çok özel bir niteliktir aslında. Arap olgusu, bir dil olgusudur. Süryaniler, Mezopotamyalılar, İranlılar, Endülüslüler duygu ve düşüncelerini yüzyıllar boyu Arapça anlatacaklardır. Dil ortaklığı, bir yandan, aynı anlatım mantığına bağlılık, öte yandan ortak bir kültür zenginliği demektir. Bu kültür ekseninde İslâm duyuş ve düşünüş biçiminin ağır bastığı kuşkusuz. Bu şu anlama gelmektedir ki, tarihten gelen nedenler, Arapça’yı fethedilen toprakların kültür dili yapmıştır.
Çeviriler neticesinde İslâm dünyası Batı’yı, Yunanistan’ı ve felsefeyi, bilimi önemli ölçüde tanır. Çok hızlı bilimsel çalışmalara girişilir. Avrupa’nın aynı dönem içerisinde bir birlikten yoksun, yoğunlaşmış bilinçsiz bir kütle olarak varlığını devam ettirmesine karşılık Doğu’nun bu kıpırdanışının, palazlanışının en önemli sebepleri arasında, İslâm’da ruhban sınıfının olmamasını ve bir çeşit denge politikasının sürdürülmesini göstermek mümkün.
İslâm ve Batı arasında yazılı kaynaklar vasıtasıyla başlayan ilişki biçimi
İzzet Tanju, Marwan Rashed’den özetlediği bölümde, çağdaş İslâm felsefesinin ilk adımlarını sıralar. İslâm felsefesi tarihi, kimi Yunan felsefe yazılarının içinde yapılan değişikliklerin tarihidir Rashed’e göre. Felsefe ve ilahiyat sorunlarına yanıt vermek için Yunan metinlerine başvurulmuştur, diye de ekler. Çağdaş İslâm felsefesinin Hasan el-Basrî’nin bir takım akıl yürütmelerinden hareketle tarih sahnesine çıktığını söylemek mümkün. Görüş bilgisi, basit anlama bilgisi ve orta bilgi olarak ortaya konulan Yunan felsefesinin Tanrı ve mutlakiyet bağlamında insanın iradesinin sorgulandığı bu ilk dönem felsefî yaklaşımlar, kelam ilminin bütün hüviyetiyle ortaya çıkmasını sağlar. Ebu Huzeyl, El Nazzam dönemin önemli kelamcıları arasındadırlar. Allah’ın hayat, kudret, hikmet, irade sıfatları ile insanın cüz’i iradesi ve aklı üzerinde, aynı zamanda dünyadaki olayların inkişafı ve devamında tek güç sahibi olduğu düşüncesi, sonraları tartışmalara sebebiyet verecektir.
Kelamcıların Allah’ın sıfatları üzerine bu denli titizlenmelerinin neticesi olarak ilerleyen yüzyıllar içerisinde yalnızlaşacaklardır. Özellikle El Kindî, Sâbit İbn Kurre ve Ebu Bekir Er Razî gibi döneminin en ünlü düşünürleri Yunan felsefesi ve düşünürleri ile kıyasıya bir mücadeleye girişirler. El Kindî, zamanın sonsuzluğunu kabul etmediği için Aristo karşıtıdır. Sâbit İbn Kurre, tözün varlığını kabul etmediği ve şimdiki sonsuzun varlığını ileri sürdüğü için Aristo karşıtıdır. Er Razî ise ilk prensibin birliğini kabul etmediği için Aristo karşıtıdır. Çünkü ‘insan, iyilikle zorunluluk arasındaki çelişkinin çözüldüğü kozmik yerdir.’ Fakat bununla birlikte, Farabî’nin Aristocu olarak ortaya çıkacağı dönemler uzakta değildir. Felsefî geleneğin teknik ayrıntılarını ve Aristo’nun birçok eserini şerh etmekle onlar üzerine ciltler dolusu eserler yazacak denli bilgi sahibidir Farabî. El Kindî’ye göre, vahyin dili ile felsefenin dili, iki ayrı biçimde, aynı şeyi söyler. Söylemin içeriği aynıdır, biçim değişir. Buna karşılık Farabî’ye göre bu iki söylem aynı şeyi dile getirmez. Ne içerik aynıdır, ne de biçim. Biri kesinkes doğrudur, diğeri kaypaktır, ikircildir, kısmen de yanlıştır. Bir arada olmalarının nedeni, amaçlarının bir olmasıdır.
İbn Rüşd, unutulmaması gereken bir isim olarak, yüzyıllar sonra Avrupa semalarında bir güneş gibi parlayacaktır. O, Fasl el Maksat adlı eserinde, felsefe ile din arasındaki uyum üzerinde durur. Eser, felsefî söylemle dinî söylemin birbirinden ayrı olduğunu ama aralarında bir ilişkinin de bulunduğunu belirtir. Yani hakikat, doğası gereği, tektir. Onu ister felsefe koymuş olsun ortaya, isterse dini inançlar, değişen bir şey olmaz. İbn Rüşd ile Aristo’ya tam olarak yeniden dönüş gerçekleşir. Onun yorumları, Batı felsefesinde Aristo’yu okuma örneği olsa da, çok çok fazla tartışmalara da yol açar. Bunun üzerine İbn Rüşd ve düşüncesi Avrupa’da bir süre sonra yasaklanır.
İslâm’dan Batı’ya Düşüncenin Yol Alışı isimli çalışma, İslâm döneminin ilk filozofları arasında yer alan El Kindî, Sâbit İbn Kurre, Ebu Bekir Er Razî, Farabî, İbn Rüşd ve İbn Sina (gerçi İbn Sina doğrudan yer almaz) üzerinden Batı, dolayısıyla Avrupa düşüncesine karşı klasik modernliği gerçekleşebilir kılan tarihî koşulları mümkün olabildiğince göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Bu bakımdan İslâm ve Batı arasında yazılı kaynaklar vasıtasıyla başlayan ilişki biçimi, ticaretin ve seyahatlerin getirisinden çok daha derin bir etki oluşturur İslâm düşüncesinde.
Çalışmanın sonlarına doğru İzzet Tanju, ‘Kültürde Çöküş’ konulu Bordeaux Sempozyumundan iki bildiriyi dâhil eder kitabına. Bu bildirilerde, İslâm’da felsefî düşüncenin nasıl donuklaştığına dair, Roger Arnaldez’in düşüncelerini aktarır. Paul Lemerle’in kültürde donuklaşmanın ekonomik ve toplumsal etmenleri üzerine sunmuş olduğu bildiriyle birlikte tartışmaları da kitaba dâhil eder.
Doğrusu, çevirisi, sistematiği ve üslûbu ile derinliği haiz olmamakla birlikte, ilk dönem İslâm ve Batı ilişkilerini eserler üzerinden incelemesi ve dönemin ilk düşünürlerinin bilime ve felsefeye olumlu/olumsuz tepkileri bakımından İslâm’dan Batı’ya Düşüncenin Yol Alışı nitelikli bir çalışma.
Arif Akçalı yazdı