Kemerin üç boyutlu uyarlaması olan kubbe, Müslüman mimarisinde iki temel sembolik anlama sahipti: Gök kubbeyi ve müminlerin maddi ve manevi varlığını kuşatan ilahi kudreti temsil ediyordu. Ayrıca minber veya mihrap gibi belirli alanları vurgularken binanın içini aydınlatmak gibi pratik işlevlere de sahipti.
Kubbe yapımının gelişiminde, kare seklindeki bir alanın bombeli ve kemerli bir yapıya nasıl dönüştürüleceği sorusunun cevaplanması gerekiyordu. Bu sorunu Müslümanlardan çok önce çözen Bizanslılar ve İranlılar bingili kubbe (pandantif) kullanıyordu. Yani kubbe için ihtiyaç duyulan daire veya elips şeklindeki kesintisiz tabanı, üçgen şeklindeki küre parçalarını köşelere yerleştirmek suretiyle elde ediyorlardı. Kubbenin ağırlığı bu pandantifler sayesinde dört köşede toplanıyor ve bu noktalara denk gelen dört ayakla destekleniyordu.
Bu yaklaşımı bir süre kullanan Müslümanlar, ödünç aldıkları tüm fikirlerde olduğu gibi pandantifi de geliştirerek mükemmelleştirdiler ancak sonunda pandantif yerine, kemerleri köşelere atarak küçük nişler oluşturan tonozbingi (tromp) kullanmayı tercih edeceklerdi. Tonozbingi kullanımı sayesinde etkileyici mukarnas tromplar ya da mukarnas adıyla bilinen ve kubbelerin iç kısmını süsleyen tonozlar inşa ettiler.
Yarım dairesel kubbe
En yaygın kubbe formu, en eski yarım dairesel kubbedir. Ebadı küçük olan ilk kubbeler Kayrevan (670-675) camileriyle ve Şam (705-707) ve Kurtuba’daki (756 796) Emevi Camileri gibi mihrabın önündeki transept karesinin üzerine inşa ediliyordu. Yüzyıllar geçtikçe sayısı ve büyüklüğü artan kubbeler sonradan ortada kullanılmaya başladı: Kimi zaman türbelerde olduğu gibi çatının tamamını kaplayacak şekilde inşa edildi. Kubbe, Osmanlılar döneminde mabedin tamamını kaplayacak kadar büyütülecek, etrafı tıpkı Süleymaniye Camisi'nde olduğu gibi küçük kubbelerle donatılacaktı.
Geleneksel olarak, kubbe yapımında harç, çakıl ve moloz karışımı kullanılıyordu. Bu malzemeler, kuruyuncaya kadar harcı tutan ahşap kalıplara dökülüyordu. Bu tekniğin dezavantajlarından biri, çok fazla ahşap gerektirmesi ve kurak bölgelerde kerestenin kolay bulunmamasıydı. Ayrıca, kalıpların binanın başka bölümlerinde kullanılabilmesi için önce bu kısmın kuruması gerekiyordu; bu sebeple bu teknikle bina yapımı oldukça uzun sürmekteydi.
İnşaat sürecinin kolaylaştırılması için bazı değişiklikler yapılması gerekiyordu. Öncelikle, ahşap kalıp yerine örgü sıra tercih edilerek, kubbenin oturacağı daire şeklindeki kaideyi oluşturmak amacıyla yayılan yarım dairelerden oluşan dört adet tromp kullanılmıştır. Bu örgü sıra, kenara örülen tuğla kemer uç duvara belirli bir açıyla yaslanarak yapılıyordu. Sonraki kemerler paralel olarak örülüyor ve önceki kemerin yassı tuğla yüzeyine uygulanan harç ile birleştiriliyordu. Ortaya bir tonoz ya da tavan çıkana kadar bu işleme devam ediliyordu.
Müslümanlar kaburga da kullanmış ve bu sayede kubbeyi “kaburgalı tonoz”a benzer şekilde inşa edebilmişlerdir.
Soğan kubbe
Önceleri Bâbürlüler’in gözdesi olan soğan kubbe; Iran, Hindistan alt kıtasında ve Asya’da yaygınlaşmıştır. Bugün Moskova'dan çok aşina olduğumuz bu kubbeler Avrupa’da ilk kez Venedik’te ortaya çıktı; St Mark Katedrali’nin kubbelerindeki fenerleri süslemek için kullanıldı. Fenerleri ve soğan kubbeleri destekleyen yarım dairesel ahşap iskelet, 15. yüzyılın ortalarında yapılmıştır. Bu kubbeler, özellikle 14. yüzyılda Asya ve İran olmak üzere İslam dünyasında yaygınlaşarak yeni mimari moda olan “kaş kemer” ya da “Gotik kemer”e tekabül eder. Soğan kubbeler estetik açıdan bu tür kemerle uyum içerisindedir.
Doğu Avrupa’da kademeli olarak ortaya çıkan soğan kubbe, taş yapılardan önce ahşap mimaride kullanıldı. Büyük ihtimalle Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra Camisi’nden ve bu kubbelerin ilk örneklerini gösteren Emevi mozaiklerinin bulunduğu Suriye’den gelmiştir.
Kubbe ve minarenin uyumu
Görkemli bir camiyi düşündüğümüzde aklımıza gelen ilk şey, bulutlara değercesine yükselen minarelerle, mimari planda ve şehir siluetinde denge sağlayan ortadaki kubbedir. Kubbe ve minare arasındaki bu ilişki, Sir Christopher Wren’in de aralarında bulunduğu birçok Batılı mimar tarafından taklit edilen estetik bir çekicilik yaratmıştır.
Sir Christopher Wren’in babası Windsor dekanı, amcası Mathew Wren ise Norwich psikoposuydu. Wren ,1653 yılında Oxford’dan mezun olduktan sonra Londra’daki Gresham College’da astronomi profesörü olmuştu. Sir Christopher önemli bir matematikçi, tabiat bilimleri teorisyeni ve İslam mimarisine çok büyük saygı duyan tanınmış bir mimardı. Bu saygısını, Müslümanlara ait çok sayıda çözüm tasarımlarında kullanmak suretiyle gösterdi. Bu Müslüman etkisi, en büyük projesi olan Londra'daki St. Paul Katedrali'nin kubbe yapısında, sahanlarda ve kubbeyle kulenin birlikte kullanılmasında açık şekilde görülür.
1001 İcat Dünyamızda İslâm Mirası
Editör: Salim T S Al-Hassani