“İslâmî hareketlerle Liberalizmin, tam olarak buluştuklarını söylemek mümkün değildir. Ekonomik Liberalizmin tek tanrısı, kârdır. Oysa bizim Rabb'imiz, Allah'tır. Tek tanrısı kâr olan Liberalizm için kâra ulaştıran her şey helâldir. Bu uğurda yalan söylemek, halkların kültürlerini yok etmek, kanlarını emmek birkaç seçkin aile için mübahtır. Bütün dünyada, bir kaç millet değil, bir kaç kartelin daha fazla zenginleşmesi için diğer halklar sömürülmektedir.
Liberalizm, uğradığı birçok cerrahi müdahalelere rağmen günümüzde de dünyayı tehdit etmekte, büyük felâketlerin haberciliğini yapmaktadır. Liberalizmin hakim olduğu ülkeler bile cinsel hastalıklar, uyuşturucu, aile hayatının bitişi, artan işsizlik ve ekonomik durgunluk gibi önemli tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır. Bu Liberalizm, dünyayı her şeyden kâr eden bir zümre ile, her şeyini yığınlar olarak iki kısma ayırmaktadır. Böyle bir Liberalizm, İslâm'la nasıl bağdaşabilir?
Faiz İslam’da neden yasak?
Her şey bir yana İslâm, ne suret ve kılıfta olursa olsun, faizi yasaklamıştır. Bu da İslâm'la Liberalizmin belkemiği arasında büyük bir zıtlık bulunduğunu gösterir. Faizin yasaklanması, tamamen farklı bir yaklaşımın sonucudur. Bu felsefeye göre, kazancın aslı ve dayanağı, çalışmaktır. Buna göre, büyük sermaye sahiplerinin, duran sermayelerinden elde ettikleri sembolik kazançlar, faiz olmaktadır.
İslam’la Sosyalizm birbirine benzer mi?
İslâm ile sosyalizm arasındaki benzerlik, İslâm ile liberalizm arasında karşılaştırmadan daha kolaydır. Çünkü sosyalizm, çoğunluğun çıkarını, her şeyin önüne koymaktadır. Çünkü ona göre kazanç, çalışmayla irtibatlıdır. Sosyalizmde faiz geliri diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. İslâm'ın ekonomik felsefesi de bunu gerektirmektedir.
İslâm'a göre mülkiyet, özgürlüğün karındaşıdır. İslâm'da aslolan, sermayenin biriktirilmesi değil, dağıtılmasıdır. İslâm'ın hedefi, mülkiyet sahiplerini azaltarak en sonunda, her şeye sahip olan bir devlet çıkarmak değildir. Aksine mülkiyetin adil bir şekilde dağıtılması ve herkesin, kendi mülkü üzerinde çalışır hale getirilmesidir. Ücretli sistemi, hedeflenen ana sistem değil, istisnai bir durumdur. Aslolan, insanın kendi mülkü, kendi şirketi içinde çalışmasıdır. Çünkü ücretlilik sistemi de nihayetinde bir tür köleliktir. Sonuç olarak liberalist ideallerin, İslâmî ideallerle uzaktan yakından hiçbir ilişkisinin olmadığı ortadadır.
Liberalizm, hangi yönden İslam’a benzer?
Felsefi ve ahlâki çerçevede, İslâm önceliği, bireye değil çoğunluğa, kâra değil ahlâka vermektedir.
Siyasal açıdan liberalizmin ideali ile İslâmi değerleri arasında daha çok benzerlik vardır. Dolayısıyla liberalizm ile İslâm arasındaki benzerlik noktalarının ekonomik alandan çok siyasi alanda olduğunu söyleyebiliriz. Siyasi karara katılım ne kadar fazla olursa, siyasi kararın dayandığı zemin de o kadar geniş olur. İslami düzen de, bu açıdan demokrasi gibi, katılımın genişliğini hedefler. İslâm'ın ve demokrasinin bu noktadaki düşmanları aynıdır; diktatörlük ve istibdat. Aralarındaki farklılıklar ise, mekanizmayla değil, içerikle ilgilidir. Demokrasinin kullandığı araçlar da İslâmi açıdan uygun bulunacak araçlardır; seçimler, halkoylamaları, parlamento, çoğunluk ve iktidarın el değiştirme yolları..
Batının demokrasisi yalan üzerine
Batı demokrasileri, yalanı mübah görmekte, kamuoyunu yalanlarla saptırmakta ve sermayenin, kamuoyunun üzerinde egemenlik kurmasına izin vermektedir. Batı demokrasileri, seçmenlerin oyları üzerinde oyunlar oynamayı mübah görerek, ahlâk denen olguyu, siyaset dünyasından kovmaktadır. Sonuçta da siyaset dünyası, ahlâksız bir dünya haline gelmektedir. Liberalist siyasal düzenin en büyük virüsü işte budur. Düzenin araçları sağlıklı olmasına rağmen, düzene yön veren değerlerde büyük çarpıklıklar vardır. Bu değerlerin arkasında da materyalist bir felsefe olan laiklik yer almaktadır. Materyalist düşünce, insana da maddi olarak yaklaşır. İnsana yönelen ekonomik bakış, onun değerini sahip olduğu senetle ölçer. Hastalık da tam buradadır.
İslam diktatörlüğün her türlüsüne karşı
Müslüman milletleri ezen ve öğüten demokrasi değil, diktatörlük ve totaliterizmdir.
Beni şaşkına çeviren; diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadele yerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyle demektedirler: Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur ve iktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.
Bizler de demokratik özgürlüklere inanıyoruz. Ancak demokrasimizin işleyeceği kültürel çerçeve, Batı değerlerinden oluşmayacaktır. Fransa'da demokrasinin dayandığı çerçeve, laiklik ve Hıristiyan kültürü olabilir. Ama başka bir ülkede bu çerçeve oranın yerel şartları göz önünde bulundurularak oluşacaktır. Bizim kültürel alt yapımız da Batınınkinden farklıdır. Sonuç olarak bizde uygulanacak demokrasinin işlediği zemin, İslâm-Arap kültürü olacaktır.
İslam toplumu çok sesli bir toplumdur
Hareketimiz, halk üzerindeki hiç kimsenin vesayet iddia edemeyeceğini ve nihai kararı, terör ve kaba kuvvetin değil, kamuoyunun vermesi gerektiğini ilan etmişti. Biz, yıllardan beri sadece Tunus'ta değil gittiğimiz bütün ülkelerde katıldığımız bütün toplantı ve konferanslarda üstte anlattığım görüş ve ilkelerin savunuculuğunu yapıyor ve gerek İslâm düşüncesinden gerekse Allah Resulünün hayatından bunları delillendirmeye çalışıyoruz. Gittiğimiz her yerde, İslâm toplumunun daha ilk günlerinden itibaren, çok sesli bir toplum olduğunu ifade ediyoruz.
Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkeyi, Müslüman olmayan birinin yönetmesi düşünülemez. Böyle bir toplumda, elbette İslâm hakim olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, böyle bir toplumda yöneticinin Müslüman olmasının, aynı zamanda demokrasinin de gereği olduğunu görürüz. Çünkü hem çoğunluğu Müslümanların oluşturması, hem de toplumun kültürel ve düşünsel altyapısı bunu gerektirmektedir.
Demokrasi... Ama Batı tarzı değil!
Eğer toplumumuzun hala kimlik arayışı içinde olduğunu düşünüyorsak, o zaman demokrasiyi uygulamamız gerekir. Ama bu, Batı tarzı bir demokrasi olmamalıdır. Çünkü Batı demokrasileri, belli bir kimliğe dayanan demokrasilerdir.
Biz Müslüman bir toplumda İslâmî olmayan güçleri, ikincil güçler olarak görmekteyiz. Toplumumuz belli bir bilinç düzeyine ulaştığı zaman, biz de demokrasinin bu ortamda icra edilmesi gerektiğini söyleriz.
Kanlı mı olacak, kansız mı?
Demokrasi bize, iktidarın kansız olarak el değiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunmaktadır.
Demokrasi, kamu politikalarının oluşturulmasında ve iktidarın tekelciliği önleyecek biçimde dağıtılmasını sağlayan, bunların yanı sıra barışçıl muhalefete de izin veren bir sistemdir.
Demokrasi, düşünsel ve siyasî mücadelelerde kan akıtılmaksızın ve toplumu parçalamaksızın yürütmemizi sağlayan bir araçtır.
Demokrasinin organları olan, seçim, iktidarın el değiştirmesi, çoğunluğun karar alma, azınlığın muhalefet etme; kamuoyunun dernekler, sendikalar, siyasal örgütler, kültürel etkinlikler, sosyal hizmetler ve medya bazında örgütlenmesine izin vermek gibi unsurların hangisi İslâm tarafından gayr-ı meşru sayılmıştır.
İşte burada, Şeriat kanunları, insanların maslahatını gerçekleştiriyor mu, gerçekleştirmiyor mu? Ona bakmalıyız. Bunun içindir ki İbni Teymiyye, İbni Kayyım gibi büyük İslâm âlimleri Allah şeriatının maslahata göre olduğunu açıkça söylemişlerdir.
Zamana göre değişen hükümler
Müslüman'a göre şeriatın belli zamanlarda gerçekleşen bir gücü vardır. Ve Ömer Bin Hattab'ın kıtlık yılında uygulamadığı hırsızlık haddi gibi şeriatın da bu gibi durumlara göre değişiklik gösteren amaçları vardır. Hattab oğlu Ömer, bu cezanın zenginleri himâye etmek amacıyla değil, genel çıkarları gözetmek amacıyla geldiğini anlamıştır. Genel çıkarların gerçekleştiğini gören Hattab oğlu Ömer, hırsızlık cezasını dondurmuştur.
Hırsızlık suçunun şer'i cezası zayıf ve yoksullara uygulamak değil, halkın sermayesi üzerinde oturan, kazanmak için gayret sarfetmeyen suçlu tabakayı kontrol etmektir. Eğer ortada toplumsal bir şartın zorunlu olarak beraberinde getirdiği kıtlık yaşanıyorsa, insanlar ihtiyaçlarını buldukları yerden karşılıyorlarsa, İslâm'ın bu insanlardan alacağı bir intikamı yoktur ve onları zor durumda bırakmaz. Ömer Bin Hattab'ın kıtlık yılında hırsızlık cezasını uygulamamasında şaşılacak bir durum yoktur. Aksine toprak sahibi bir ağa, kendisine devesini çalıp kesen ve yiyen hizmetçilerini şikâyete geldiğinde, Ömer Bin Hattab olaya el koymuş ve araştırmıştır. Araştırma neticesinde bu ağanın hizmetçilerin parasını ödemediği için hizmetçilerin böyle bir işe giriştiklerini görünce şeriatı gerçek olarak uyguladı ve ağaya hizmetçilerini hırsızlıkla suçladığı için iftira atmak suçuyla had uyguladı. Hizmetçiler ağa taráfından sömürülüyor ve bu da yetmiyormuş gibi ağa onlara hırsızlık haddinin uygulanmasını istiyordu. Cezalandırılması gereken mülk sahibiydi ve Ömer ona şöyle dedi: "Eğer hizmetçilerin, ikinci kez kendilerine haklarınca yeterince ödemediğin veya hiç ödemediğin için hırsızlık yaparlar ve bana gelirlerse, senin elini keseceğim."
Şatibi'nin belirttiği gibi şeriatın gayesi nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra gelir. Malı korumak ise, nefsi korumadan sonra gelir. Bunun içindir ki nefisleri korumak uğruna mallar feda edilir. Bir şahsın aç olduğunu, hasta olduğunu ve çaresini bulamadığını gören kimse, bu şahsın derdine deva için mal harcamazsa, hukuken suçlu sayılır. Aynı şekilde İslâm devleti, toplumda servet sahipleri dururken, o toplumda giyecek bulamayan bir çıplak, barınak, gıda ve ilaç bulamayan bir insan bulunduğu sürece hukuken suçlu sayılır. Tüm mallar, kişinin barınak, sağlık ve eğitim hizmetleri için harcanır. Burada sorunun cevabına gelelim. Hattab oğlu Ömer'in söz konusu uygulaması; Müslüman'ın düşüncesi önünde, dini nass ile değişken ortam arasında şekli değil, öz olarak bir iletişim kurma alanını açmaktadır.
Siyasi suçların ölümle cezalandırılmasına karşıyım. Siyasi suçlarda şüphe vardır. Çünkü suçlu gerçekten suçlu olmayıp bir kahraman olabilir. Aynı şekilde öldürme cezası muhalefet tarafından değil, iktidar tarafından verilmektedir. Bu ceza, iktidarın elinde muhalefeti bastırmak için bir silah olmaktadır. Siyasi suçlar gerçekte kuşkulu suçlardır. Çünkü, devlet, muhaliflerinden kurtulmak için idam hükmünü devreye sokmaktadır. Muhalefetteki bu insanlar da, aslında suç ve cinayet işlemiyorlar. Suçlu değil kahramandırlar. Zaten çoğunlukla onlar öldürmemekte, öldürülmektedirler."
Raşid el Gannuşi, İslami Yöneliş kitabından alıntılanmıştır.
Kâmil Yeşil