Çoğu ilmin bir metodolojisi olduğunu biliyor muydunuz? Hele İslâmî ilimlerden bahsediyorsak… Bütün bir geleneğin içerisinde bilhassa medreselerde öğrenilen ilim, öncesinde usulüyle birlikte tedris edilmişti. Hadis öğrenecek bir talebeye “Usul-i Hadis”, tefsir öğreneceklere “Usul-i Tefsir” anlatılırdı.

Vehbe Zuhayli de Risale Yayınlarından çıkan Fıkıh Usulü kitabında konuyu ana hatlarıyla anlatıyor. Şerî delillerinden hükümlerine, hüküm çıkartmada riayet edilecek kaidelere kadar çeşitli başlıklar ele alıyor. Bu başlıklara dair doyurucu izahatlar getiriyor. Bu sayede okurun hadiseleri kolayca kavramasını temin ediyor. Zuhayli’nin eserinden İslâm hukukunun daha geniş bir manası olan fıkhın metodolojisini öğrenecek, ilim deryasına paçalarınızı sıvayıp gireceksiniz.

İslâm hukukunu anlamada temel olma niteliği taşıyan eser, Müslümanlar için hem bu dünya hem de ahiret için öğrenilmesi gerekli bilgilerle doludur. Rasyonel aklın hâkim olduğu günümüzde vahye dayalı ilimlerin metodolojisi öğrenilmeden anlaşılması da güç oluyor. Bu sebepten metodun, pratiğe tatbikini sağlamak İslâmî bilgi çeşidinin de bir tezahürünü oluşturuyor.

  1. Fıkıh Usulü, dinin amelî hükümlerini deliller arasından çıkartırken izlenen yoldur

Bu deliller üzerinden hüküm çıkartabilecek seviyedeki ilim sahiplerine “müctehid” denir. Müctehidler sadece tek bir meseleyi ilgilendiren ve sırf onun hükmünü gösteren delillerle uğraşır. Buna cüzî delil denir. Mesela “Anneleriniz size haram kılındı.” (Nisa: 4/23) ayeti, annelerle nikâhlanmanın yasak olduğunu gösterir.

Bir de buna karşılık icmalî veya küllî denilen deliller vardır ki bunlar sadece bir mesele ve ona ait hükümle ilgili olmaz. Mesela, dinî hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icma ve kıyastır dediğimiz zaman icmalî ve küllî bir delil ifade etmiş oluruz.

Fıkıh Usulü’nün iki konusu vardır: Hüküm çıkartmak için vasıta olan şerî deliller ve hükmün bir neticesi olarak şerî hükümler. Çünkü “Usul” konusu delile dayandığı için şerî hükümlerden hareket eder.

Fıkıh ilmi, mükellefin fiillerinin haram ve helâlini belirlemek iken “Usul”ün hedefi bu belirleme esnasında takip edilecek metoddur. Bu sahanın âlimleri Kur’an ve hadis ilmine vakıf olmakla kalmayıp kelâm ve Arapça kurallarını da iyi bilmesi gerekir.

Fıkıh Usulü’nün doğuşu ise İmam Şafi eliyle olmuştur. Kendisi Risâle adlı kitabında usule ait bilgileri derlemiş ve bu ilimde ilk eser yazan kişi olmuştur. İmam Şafi’nin açtığı bu kapıdan sonra, birçok âlim usul üzerine düşünmüş ve eser vermiştir. Usulcüler metodu kullanırken iki yol takip etmiştir: Mütekellimin ve Hanefî metoddur.

Bu ikisinin ayrıldığı en önemli nokta usul kaidelerinin ortaya konuş şeklidir. Mütekellimin metodu, fıkıh meselelerinden evvel akıl, kelâm ilmi, mantık, dil kuralları ve diğer delilleri göz önünde bulundurulurken; Hanefî metodunda mezhep imamlarının fıkhî ictihatları ön planda tutulurdu.

Hicrî yedinci asırdan itibaren bu iki metodu birleştiren “Karma Metot” ortaya çıktı. Bu tür eserlerde önce usul kaideleri ve bunların dayandığı deliller incelendikten sonra, bu kaideler fıkıh meselelerine uygulandı. Hanefî ve Şafî usulcülerin bazıları bu yolu takip etmişlerdir.

  1. İttifak kabul edilenlere uymak vaciptir. Ancak bunların delil olarak kullanılmasında önce Kitap, sonra Sünnet, sonra İcma, ardından da Kıyas gelir

Nisa Suresi’nin 59. ayetine göre “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre de. Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Resulüne havale edin.” denmektedir. Bu ayetin gereği olarak takip edilecek metot oraya konulmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in şeksiz şüphesiz kabulü “a-priori” (kablî) yani önceden kabul edilmiş bir bilgidir. Bu kesin bilgi tevâtür yoluyla nakledilmiş olduğundan “sübut-ı katî” olarak isimlendirilmiştir. Mesela miras hisseleri, ceza hukuku, fakir doyurulması ile ilgili ayetler katî delillerdir. Hükümler çok açık bir şekilde beyan edilmiştir. Lâkin ölmüş hayvanlar ve kanlarının haram kılındığı ayette her ölmüş hayvan mı kastediliyor, bunlara deniz hayvanları da dâhil midir muallaktadır. Bunlar da zannî delillerdir.

Sünnet ise Kur’an’dan sonra en güvenilir ikinci kaynağı oluşturmaktadır. Sünnet sözlü, fiilî ve takrirî olmak üzere üç kısımdır. Takrirî sünnet başkasının yaptığını Resulullah’ın (s.a.) tasdik etmesidir. Aynı şekilde sünnetin delilleri de ayetlerinki gibidir.

Bir diğer kaynak olan icma, ittifak ile hareket etmek manasına gelir. Usulcülere göre icmanın tarifi “Resulullah’ın (s.a.) vefatından sonra herhangi bir asırda onun ümmetinden müctehidlerin dinî bir hüküm üzerinde ittifak etmeleri” şeklindedir.

İcma ise oluşma şekli açısından iki çeşittir: Sarih icma, sükutî icma.

Sarih İcma: Müctehidlerin görüşlerinin söz ve fiil olarak belli bir meselenin hükmü üzerinde birleşmesidir. Mesela, âlimler bir yerde toplanır o mesele üzerinde herkes görüşünü açıklar ve tek hüküm üzerinde birleşirler veya o meselede her âlim fetva verir. Bu fetvalar tek şey üzerinde birleşir. Âlimlerin ittifakıyla bu tür bir icma hüccettir yani delil teşkil eder.

Sükutî İcmâ: Bir asırdaki müçtehitlerden bir kısmı bir mesele hakkında sözünü söyler, diğerleri de bu görüşü öğrendikten sonra reddetmeyip sükût ederler. Bunun ise hüccet olup olmaması tartışmalıdır. Malikî ve Şafîlere göre bu bir icma ve hüccet olmaz iken Hanefî ve Hanbelîlere göre olur.

Kıyas ise şerî hükmü hakkında nas bulunmayan bir şeyin, hükmü hakkında nas bulunana ilhak edilmesidir. Mesela, Allah Teâlâ, “Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 5/90) buyurmaktadır. Müctehid burada geçen taze üzüm suyunun haramlığının illeti olarak sarhoş edicilik ve şuur gidericilik vasıflarını görmüş, başka meyvelerden elde edilen böyle vasıflar var ise onların da haram olduğuna hükmetmiştir.

  1. Usulde bir diğer delil ise istihzandır. İstihzan hafî kıyası (gizli) celî kıyasa (açık) tercih etmektir

Eti yenilmeyen hayvanların artık sularını düşünelim. Bu necistir. Buna göre karga, doğan ve dölengeç kuşları gibi yırtıcı ve eti yenmeyen kuşların da suyu necistir. Kıyas budur. Ancak kuşlar havadan inerek su içtikleri ve gagaları kemik olduğundan temiz sayıldığı için onların artığı temiz sayılır.

İstihsan dayandığı delillere göre çeşitlere ayrılır. Bu delil ya nas (ayet veya hadis) ya icma ya zaruret ya da hafî kıyastır. Bunlara bir de örf ile maslahat da eklenir.

İstihsan, cumhur ulemanın görüşüne göre hüccettir. Bunun istisnası ise Şafîler, Şiîler ve Zahirîlerdir. Hatta İmam Şafî bu konuda “Kim istihsan ederse bir din uydurmuş olur.” demiştir.

Fıkıh Usulü “Mürsel maslahat” denilen mevcut nizam içerisinde bir fayda ve kamu yararı hâsıl edecek hükümleri de delil olarak görmüşlerdir. Sahabenin Kur’an-ı Kerim’i bir mushafta toplarken, divanları oluştururken, hapishane açarken, para basarken, fethettikleri ziraata elverişli araziler sahiplerinin elinde bırakarak arazi vergisi koyarken, esas aldıkları vasıf maslahattır.

Diğer taraftan örf de aykırı olmamak şartıyla uyulması gereken kaideler arasındadır. Örf sözlü de olabilir, fiilî de. Halkın hiç konuşmadan yaptığı alışveriş fiilî örfe, “çocuk” derken erkeği kastetmesi sözlü örfe delildir. 

Geçmiş şeriatların da İslâm hukukunda tatbiki tartışmalı konular arasında yerini almıştır. Maide Suresi’nde (5/45) geçen “Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş” ayeti bu türden nazil olmuştur.

Âlimler bu konuda ikiye ayrılmaktadır. Hanefî, Malikî, Şafiîlerin bir kısmına ve Ahmed b. Hanbel’den rivayet edilen kuvvetli görüşe göre değiştirilmiş kitaplarda yazılı olanlar değil de bunlara dair bizim Peygamberimize vahiy yoluyla bildirilen, sahih haberler bizim şeriatımız sayılır, onunla amel edilir ve ona uymak vacib olur. Bazı Şafiî, Eş’arî, Mutezile ve Şia’ya göre ise önceki şeriatlar bizim için geçerli değildir.

  1. Rey ve içtihadın geçerli olmadığı konularda sahabenin sözünün alınabileceğinde âlimler ittifak etmiştir. Çünkü bu Resulullah’tan gelen haberden sayılır

Sahabe mümin olarak Resulullah’ı görmüş ve O’nunla bir miktar bulunmuş kişidir. Lakin sahabelerin de kendi arasında ihtilafa düştüğü meseleler olmuştur. Dolayısıyla sahabeden birisinin görüşü ihtilaf ettiği diğer sahabenin görüşüne delil olmaz. İçtihatlardan birisi hüccet olarak kullanılabilir. Ancak yine mezhepler arasındaki görüş farklılığı sebebiyle Şafiî, Eş’arî, Mutezile ve Şia’ya göre sahabe kavli bir delil teşkil etmez.

Usul-i Fıkhın temel prensiplerinden bir diğeri de “sedd-i zerâyi”dir. Yani içinde zararlı olduğu için haram olan şeylere ulaştıran her şey haramdır. Zina haram ise ona sevk ettiği için kadınlara şehvetle bakmak da haramdır. Aynı şekilde hac farz olduğuna göre Kâbe’ye gitmek ve Hac için gidilen diğer mahalleri ziyaret etmek de sevaptır. Malikî ve Hanbelîler bu kaideye riayet edilmesini, Hanefî ve Şafiîler ise bazı hâllerde riayet edilmesini benimsemişlerdir.

Fıkhın amel kaidesi olarak koyduğu ve usulcülerin nazariyat hâline getirdiği bir diğer umde ise “istishab”dır. İstishab, bir şeyin geçmişteki varlığına veya yokluğuna dayanarak, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça şimdide var veya yok olduğuna hükmetmektir. Var olduğu bilinen bir şeyin yok olduğunda şüphe edilirse, varlığının devam ettiğine hükmedilir. Olmadığı bilinen bir şeyin varlığında şüphe edilirse, yokluğuna hükmedilir. Bu esastan hareketle, bir akdin veya tasarrufun hükmünü öğrenmek istersek hükmüne dair bir delil yoksa “Eşyada asl olan ibahadır.” kaidesine dayanarak helal olduğuna hükmederiz.

Bir canlının, bitkinin, yiyeceğin, içeceğin veya bir işin hükmünü öğrenmek istersek, naslarda bunun hükmüne dair bir delil de yoksa helal olduğuna hükmederiz, çünkü helallik asıldır.

Fıkıh Usulü bütün bu kaideleri şerî hükümlere göre verir. Usulcüler bu hükmü iktiza, tahyir veya vaz şeklinde mükellefin fiillerini ilgilendiren Allah’ın hitabı olarak görürler. Buradan hareketle fakihler hükmün vücub, hürmet ve ibaha gibi şariin hitabının fiildeki eseri olarak tanımlar. Mesela akidlerin yerine getirilmesiyle ilgili olan “Akidleri yerine getirin.” (Maide, 5/1) ayet-i kerimesi usulcülere göre şerî hükümdür.

  1. Allah’ın kitabı veya kelamı, sözleri doğrudan Kur’an-ı Kerim’i içine aldığı gibi dolaylı olarak da Sünnet, İcma, Kıyas ve diğer delilleri de içine alır. Bu delillerin her biri usulcüler için şerî hükümdür

Örneğin, öldürmenin mirasa mani olduğunu ifade eden “Katil miras alamaz” hadis-i şerifi usulcülere göre hükmün kendisidir. Fakihlere göre ise hüküm, bu yasağın bir neticesi olan “Mirastan mahrumiyettir.”, “Allah taharetsiz kılınan namazı kabul etmez.” de böyledir. Yani bu hadis-i şerif aynı zamanda hadesten ve necasetten taharetin, namazın bir şartı olduğunu ifade eder.

Hükmün tarifinde geçen “iktiza”dan maksat istemektir. İster bir şeyin yapılmasını, ister terk edilmesini istemek olsun her ikisi de iktizadır. Yapılma isteği kesin ise icab, kesin değilse nedbdir. Terk edilme isteği kesin ise tahrim, değil ise kerahattir.

Tahyirden maksat ise ibahadır. İbaha, kulun yapmak veya yapmamakta serbest olduğu fiillerdir. İktiza ve tahyir kayıtları ile beş teklifi hüküm (icab, nedb, ibaha, tahrim, kerahet) hüküm tarifine girmiş olmaktadır.

Tarifte geçen vaz kaydından maksat ise Şari’in bir şeyi başka bir şeye sebep, şart veya mani sayması; sahih, fasid, azimet, ruhsat kabul etmesidir. İşte vazî hükmün çeşitleri de bunlardır. Mesela “Güneşin dönmesinden gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz kıl.” (İsra, 17/78) ayetinin kendisi vazî hükümdür. Namazın farz olması ve mükellefin zimmetinin bu işle meşgul olması için güneşin dönmesini sebep kılması fıkhî hükümdür.

Böylece açıkça görülüyor ki vazî hüküm şerî nassın kendisidir. Fıkhî hüküm ise bu şerî nassın gerektirdiği neticedir. Bütün bu kaidelere uyacak olan insana ise mükellef denir. Netice itibariyle bu kurallar bütünü insanlar için vardır. İnsanın mükellefiyetini yerine getirmesi için ise iki şart aranır:

Birincisi akıl ve idrak sahibi olmak. O da buluğa ermeyi gerektirir. İkincisi ise ehliyet sahibi olmaktır. Ehliyet, insanın haklara sahip olmaya ve tasarruf yapmaya uygun hâlde olmasıdır.

Ehliyet ise kendi içinde ikiye ayrılır. Vücub Ehliyeti, insanın hak ve sorumluluklara uygun hâlde olması ki bu da canlı olması ile kaimdir. İkincisi ise Eda Ehliyeti’dir. İnsanın kendisinden çıkacak söz ve fiillerin dinen muteber sayılmasına uygun hâlde olmasıdır.

  1. Âlimler naslardan hüküm çıkarırken Arap dilinden, şerî hükümler ve bunların illetlerinden, naslardan elde edilmiş küllî esas ve prensiplerden yararlanılmıştır

Arap dilinin doğru anlaşılması hüküm çıkaracak âlim için en başta gelen prensiptir. Dilin ifade tarzı, kelime ve lafız olarak manaya delalet eden şekil özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır. Bu kaideler ortaya konulurken Arapçanın yapısı, din âlimlerince kabul görmüş veya Arapça metinler taranarak ortaya çıkarılmış, manaya delalet eden şekillerden istifa edilmiştir.

Nassın ise şerî hükme delil olabilmesi için dört hususun yerine gelmesi gerekmektedir. Birincisi, sözün kendisinden kastedilen manadır ki bu nassın ibaresidir. İkincisi, sözün ne asıl ne tabii olarak hedeflenen fakat söyleniş gayesini ifade etmek için gerekli olan manaya delaleti olan nassın işaretidir. Üçüncüsü, nassın delaletidir; hükmün menatı veya illeti yoluyladır. Bir de dördüncü bir unsur vardır: Nassın mana yoluyla delalet ettiği şeyler. Netice itibariyle “Köye sor.” (Yusuf, 12/82) ayeti “Köy halkına sor.” ilavesiyle anlaşılabilir.

Mefhum-ı muvafakat ve mefhum-ı muhalefet yolu da hüküm çıkartmanın bir başka metodudur. “Onlara öf bile deme.” (İsra, 17/23) ayetinden vurmanın da haram olduğu derhal anlaşılır. Çünkü “öf” demenin haram olmasının illeti olan eza, “vurmak” da daha kuvvetli bulunmaktadır. Bu mefhum-ı muvafakat kaidesiyle ortaya konulur.

Sözün, nassda adı geçen şeyin hükmünün sükût edilen şeyde olmadığına delalet etmesine mefhum-ı muhalefet yolu denir.

Delalet ise açıklık ve kapalılık ile tasnif edilmiştir. Açıklık mertebeleri dört olup birbirlerinden ufak farklılıklarla aynı şeyi ifade eder. Herhangi ilave bir açıklamaya ihtiyaç kalmadan anlaşılabilen lafızlardır. Bunlar dört tane olup zahir, nass, müfesser ve muhkem şeklinde sayılabilir.

Delalette kapalılık ise bir lafzın anlaşılmasında diğer bazı delillerin kullanılmasının gerekliliğini ifade eder. Bunlar da hafî, müşkil, mücmel ve müteşabih olarak sınıflandırılır.

Bazı lafızlar da müşterek manalar ifade eder. Bu kaide ve bunun devamı mahiyetinde olan amm ve has hakkındaki iki şerî nasslar da bu lafızlardan ne murat edildiğini açıklar.

Hüküm çıkarılırken de bazı kaidelere dikkat edilmelidir. Bilhassa ana gayeden asla sapılmamalıdır. Şârinin hüküm koyarken gözettiği ana hedef, insanlara faydalı olan celp etmek, zararlı olanı def etmek suretiyle maslahatını sağlamaktır. Aynı şekilde def-i zarar esasını da fakihler gözetir. Def-i zarar esası “Başkasına zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur” kaidesinden alınmıştır.

  1. İctihat şeriatta dinî hükümleri tafsili delillerden çıkartma işidir

İçtihat her asırda caizdir ve gereklidir. Bir hadise hakkında hüküm verecek sadece bir müctehid varsa ona farz-ı ayn olur. Birden fazla varsa farz-ı kifaye olur. Birisi yerine getirirse diğer insanlar vebalden kurtulur. Hiç kimse yerine getirmezse herkes vebal altında olur.

Usulcülerin içtihadın alanı konusunda koydukları kaidelerden birisi şöyledir. Hakkında nass bulunan konuda içtihada cevaz yoktur. Bu bize ifade ediyor ki hükmü hakkında delalet-i kat’î şerî bir delil bulunan mesele üzerinde içtihada yer yoktur. Mesela kelime-i şahadeti söylemek, beş vakit namazın, orucun farz olması gibi. Bütün bu hükümler hakkında başka bir manaya ihtimali olmayacak kadar açık nasslar bulunmaktadır.

Meselenin hükmü hakkında gelen nass sübutu veya delaletinden her ikisi veya birisi zannî ise ya da hakkında nass veya icma yoksa içtihat yapılabilir. Bunların her birinde müctehidlerin fikri farklı olduğundan delil hakkındaki değerlendirmeleri de farklı olur.

İctihat yapacak insan Arap dilinin inceliklerine vakıf olmalı, fıkıh usulünü iyi bilmeli, ahkâm ayet ve hadislerini çok iyi bilmeli, üzerinde icma olan meseleleri araştırmalı, kıyas ve çeşitlerini tedkik etmelidir. Her isteyen dinden hüküm çıkartamaz. Çıkartsa da yanlış olur ve ciddiye alınmaz.

Diğer taraftan deliline şerî hüküm getirebilen iki müctehid meseleleri farklı anlamış olabilir. Bu durumda “içtihat ile içtihat nakzedilmez” yani bozulmaz kaidesine uyularak birisine uyulabilir.

Eser bize bir ilmin metodolojisi nasıl çıkartılır, hangi hususlara dikkat edilir bir bir anlatmaktadır. Şerî ilimlerle uğraşanlar her kaideden hüküm icat etmemelidir. Mutlak manada o hükmün isnat ettiği şerî bir delil ile meşrulaştırmalı, bunun için daha evvel yapılan çalışmalardan istifade etmelidir. Ancak bu şekilde doğru bir din anlayışına kavuşabilir, her kafadan çıkan seslere dur diyebiliriz.

Her ilmin olduğu gibi İslâmî ilimlerin de bir ihtisas sahası vardır. At nallamak için nalbanta giden, dişi ağrıdığında dişçiye koşan insanımız dinî meselelerde de din mütehassıslarına müracaat etmeli; “ben okur, anlarım” tuzağına düşmemelidir.