Roger Garaudy, bir ömre iki hayatı sığdıran insanlık için yüreği yanan bir düşünür.  İnsanlığın varacağı çöküşü öncesinden gören bunun durdurulması için haykıran özellikle içinde yaşadığı, iyi bildiği Batı zihnine karşı çok güçlü bir tepkinin gür sesi. Düşünceleri muhataplarına yönelik bir çağrı ve çığlık aynı zamanda.

Cemal Aydın’ın güzel çevirisiyle dört bölümden oluşan kitabında akla pranga vuran dinsel yobazlıktan, saplantılı ırkçı yobazlığa, bilimi ilahlaştıran teknokratik yobazlıktan kendi çıkarı için diğerlerini açlığa mahkûm eden kapitalist yobazlığa, Marks’ın düşüncelerini pespayeleştiren komünist yobazlıktan Doğu’nun ve Batı’nın bütün yobazlıklarına bir bir değiniyor. Tespitten öte ne yapılabileceğini muhataplarına kendince öneriyor. Yobazlığın yüzyılımızın bütün siyasi ve dini hareketleri sarmış ölümcül bir hastalık olduğunu üstüne basarak vurguluyor.

Batı’daki yobazlıklar   

Yobazlık tüm şekil ve yönleriyle toplumun farklı katmanlarında kendini bir görüşe, düşünceye kapatmaktır. İçinde yaşadığı kafeste mesut, mutlu dışındaki dünyaya ise alerji duyma halidir.  Voltaire, Holbach, Saint Simon, Aguste Comte, Stuart Mill, Jules Ferry gibi isimler üzerinden bilimsel dogmayı açıklayan Garaudy, gericiliği bitirelim diye ortaya çıkan bu teorisyenlerin “ilerlemeyi ve teknik aklı yeni bir din yaparak, sanayiciler ve mühendisler iktidarına ideolojik bir temel kazandırma ülküsüyle ortaya atıldıklarını” anlatıyor. Teorisyenlere göre insanlık için metafizik çağın bitişinin ardından öncülüğünü Auguste Comte’un yaptığı “pozitivizm” insanlığın yeni dini olmuştur. Bu bölümde sömürgeciliğe yönelik önemli tespiti dikkat çekici. Ona göre yeni sömürgecilik, “bir zamanlar olduğu gibi İsa’nın öğretilerini yaymakla değil de, artık teolojik dönemde kalmış ilkel halklara laik, bilimsel bir medeniyet sunuyor olmakla kendini haklı gösteriyordu” Comte’nin Fransa’daki müridi Jules Ferrry 1985 yılında millet meclisinde yaptığı konuşmasına bizim üç temele dayanan bir sömürgecilik siyasetimiz vardır: İktisadi gereklilik, siyasi gereklilik, ve insani gereklilik. Bu açıklamalar sömürgeciliğin bilim gerekçe gösterilerek ideolojik olarak aklanmasıdır.    

Stalinci yobazlık bölümünde ise Marks’ın sahte mirasçılarının yobazca saptamalarından dolayı hayatta olsa bir kez daha “Marksizm buysa, ben Karl Marks kesinlikle Marksist değilim” demekten geri kalmayacağını iddia ediyor. Çünkü Garaudy’e göre SSCB, Batı ile arasındaki gecikmeyi yakalayıp kapatmak için daha çok büyümeye ve askeri güç olmaya yöneldi. Bu durumda Batı’nın büyüme tarzına az ya da çok benzemek kaçınılmaz oldu. Ona göre “Marks’ın amacı gerçekte ekonominin acımasız rekabet ve çatışma ortamından çıkartıp insancıl gayelere hizmet edecek şekilde düzenlemek iken, Stalin’den Kruşçev ve Brejnev’e kadar bütün kararları tepe yönetiminin verdiği alt kademedekilerden bazen kör bazen de kan dökmeye kadar varan bir teslimiyet isteyen merkeziyetçi bir bürokratik yönetim çıktı”                      

Garaudy, bu bölümde çarpıcı olarak Sovyet sistemini sosyalizmin tek ve değişmez modeli olarak gören tanrısız bir teoloji yobazlığının Avrupa ve üçüncü dünya ülkelerinde komünist partilere bulaştığını fakat bu sonucun onları iflasa sürüklediğini ifade etmesi önemlidir. 

Vatikan yobazlığının ise modernizmin bütün çeşitlerine karşı tepki gösteren ve geçmişe dönüşü esas alan Katolik kilisesinde ortaya çıktığını hatırlatıyor. İkinci Vatikan Konsili, kilisenin dünyaya açılarak güncelleştirilmesini sağlamak için papa 13. Jan (Jean) tarafından toplandığını bunun tüm Hıristiyan dünyasında umut ve beklentiye yol açtığını dile getiriyor. Sonrasında ise “konsil’den bu yana otuz yıl geçmesine rağmen Katolik Kilisesinin şimdiki hiyerarşik yapısı, yobazlığının temel özelliklerini kendinde taşımıyor mu? Diye soruyor. Kilisenin kendi kanununu (tahakküm ilahiyatını) otoriter bir şekilde kabul ettirme iradesinin devam etmesinden dolayı dogmatik kurum olduğunu ifade ediyor.

İslamcı yobazlığın sebepleri

Yobazlığın ikinci kaynağını Batı’nın ahlaken çöküşüne bağlayan Garaudy’nin kapitalizmle sömürgeciliğin eşzamanlı olarak ortaya çıkışının ardından insanın ilahi yanının sürekli budanıp dumura uğrattığı yorumuna katılmamak mümkün değil. “Batı’nın hür dünya, liberalizm, demokrasi, modernite gibi çeşitli etiketlerle dünyaya kabul ettirmeye çalıştığı dinsiz, imansız kudurganlık modeli işte budur” diye tarif ettiği hegemonya düzeninin insanı tek boyutlu olarak sadece üretici ve tüketici konuma indirgediğini bununda serbest piyasa ortamında vahşi rekabete yol açtığını açıklıyor.

Fransız sömürgeciliğinin Cezayir toplumuna ait değerleri reddetmesinin ardından entegre ve asimile etmeye çalışmasının Cezayir’de yobazlığın doğumuna vesile olduğunu “Toplumun en gerici en yobaz unsurları olan Mağrip dervişlerini sistemli bir şekilde destekledi ve teşvik etti. Onların iktidara itaatleri, kendilerine gönüllü işbirlikçiler haline getiriyordu” sözleriyle açıklıyor.

İran devrimini çok özgün bulan Garaudy, devrimin sıradan bir siyasi rejime değil de Batı medeniyetine karşı yapılan ilk devrim olduğu için çok önemsiyor. Ancak devrimin ardından iki tarihi etkenin ortaya girmesiyle devrim, uzun vadede etkisini ve umut olma şansını kaybetti. Birincisi, siyasetin kutsallaştırılmasına sebep olan “imamet” geleneği; ikincisi de İran ve Irak savaşıdır. Garaudy, siyasete dini nitelik kazandırılması noktasında Tunuslu İslamcı Raşid Gannuşi’yi örnek göstererek kıyaslama yapıyor: “Çağdaş İslami hareket, İslam’ı yönetici sınıfın tahakkümünden kurtarmayı, bir ölçüde, başardı.”

İran’daki devrimci isyan, tüm dünyadaki iktidar sahiplerinin kâbusları oldu. Korkularından Irak’a savaş açtırarak İran’ı şeytanlaştırıp öcü ilan ettiler. “Sovyetler birliği ve Fransa ABD’nin tavsiyesiyle, saldırgana silah temin etti. Suudi Arabistan ve körfez ülkeleri Irak’ın borçlarını ödediler. Arap birliği 1988’de İran’ı baş düşman ilan edecek kadar ileri gitti” haliyle bu kuşatma İran rejimini sertleşmeye ve teröre yöneltti. Arap Baharı sürecinde de aynı korkularla benzer senaryolar tekrarlanmamış mıydı?  

Ortadoğu’daki yobazlıklar

Düşünüre göre İsrailli yöneticilerin izlediği dinci, ırkçı yobazlık, Arap dünyasındaki yobazlığa katkıda bulunan üçüncü etken olmuştur. Siyasi Siyonizm, İsrail devletinin gerici ve kabileci bir fotoğraf vermesine sebep olmuştur. Filistin üzerinde devlet terörizmi estiren İsrail yobazlığı sadece Filistin’in değil, batılı devletlerce tüm bölgenin huzurunu bozan bir enstrüman olarak kullanılmıştır. Garaudy, bu gerçeği siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in günlüklerinden alıntı yaparak dile getiriyor. “Yahudi Devleti, batı medeniyetinin Doğu barbarlığı karşısındaki ileri karakolu olacaktır” bu anlayış gösteriyor ki dinin siyasallaşması veya siyasetin kutsallaştırılması yobazlığın en temel ortak özellikleridir.

Suudi Arabistan’ın zengin petrol kaynaklarına sahip olması İslam dünyasında birçok alanda göz ardı edilmeyecek ağır bir oyuncu olmasını sağlamıştır. Garaudy, Ortadoğu’daki yobazlığın dördüncü ayağı diye nitelendirdiği devlette herhangi bir rol alamayan, içinde ne halkın ne milletin olduğu Suudilerin monarşik yönetim sistemini eleştiriyor. Suudiler, önceleri katif anlaşması ile İngilizlerin bugünde Amerika’nın himayesinde varlığını sürdürüyor. Düşünüre göre petrol, kur’an ve sünnet İslam’ını kirletip boğarak Suudi Arabistan’ı kapkara bir petrol atıkları ülkesine çevirmiştir. Bu bölümde prenslerin batı kumarhanelerinde içkili âlemlerde saçıp savurmalarını, lafızcı yorumlarla dinin “halkın afyonu” olmasına hizmet eden araç olarak kullanıldığını farklı örneklerle anlatıyor.

Fransız şarkiyatçısı Ernest Renan’ın Sorbonn Üniversitesinde  “İslam ve bilim” başlıklı verdiği konferansa yazdığı makalesi ile cevap veren Cemaleddin Afgani 19. asırda, yobazlık yüzünden kemikleşmiş bir İslam’ın karşısında canlı ve dipdiri bir İslam hareketini başlatmıştır. Onu öğrencisi Muhammed Abduh ve bu iki ismin açtığı yolda ilerleyen Mısırlı Hasan el-Benna 1928’de Müslüman kardeşleri kurar. Hasan el-Benna “sosyal adalet” esasına dayalı bir devlet oluşturma hayaliyle bir taslak hazırlar. Ancak onun katledilmesiyle İslamcılığın mecrası 1960’lı yıllardan sonra değişir.

İslam Rönasansı mı?

İslam dünyasının her türlü rönesansını (toparlanıp yeniden kendine gelmesi) din eğitimi ve öğretiminde yapılacak değişiklikle mümkün olacağını düşünen Garaudy, İslam’ın her çağa seslenebilecek bir din olabilmesi için fıkıh ile şeriat ayırımının yapılması gerektiğine inanıyor.  Kur’an ayetlerinin yüzde 95’ten fazlası imanı, ahlakı, doğru yolu başka bir ifadeyle Allah’ın rızasını kazanmak için peşinden koşulacak gayeleri ele alıp ilerken dini, fıkıh alanına hapsetmenin ifrat olduğunu şöyle açıklıyor: “Kur’an, dini bir çağrı ve ahlaki bir davettir; bir kanunlar kitabı değildir! Öyle olsaydı, topluluğun anayasal yapısından ekonomik düzenine kadar sosyal hayatın tamamıyla ilgili kanunlar belirlerdi. Kur’an, her dönemde, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kanun ve kural düzenlemesi oluşturmaya yarayacak ahlaki prensipler verir.”

Yobazlıkla nasıl mücadele etmeli?

20. yüzyılın bütün dinlerini, ideolojilerini ve siyasetini saran yobazlık konusunda ilk önce yapılmaması gerekenleri üç başlık altında topluyor. Tavizler, saptırmalar ve baskı.

Ağırlıklı olarak Fransa merkezli olmak üzere Almanya, Japonya, Kanada ve Avrupa ülkelerinin sömürgeci anlayış ile Yahudi ve diğer göçmenlere yaklaşımını örneklerle eleştiriyor. Örneğin, Fransa’da politika yobazı dediği Lö Pen’in ülkede “işsizlik sorunu varsa bu ancak göçmenler kovularak önlenebilir. Fransa’da 2 milyon 500 bin işsiz varsa aynı sayıda göçmen olduğu içindir” görüşüne Garaudy, bu açıklamanın aldatıcı olduğunu göçmen problemini ırkçılığa bağlamayı ahlaksızca bir teşhis olarak değerlendiriyor. Ona göre ülkede işlenen suçlar etnik kökenden değil, aksine son derece alt düzeydeki hayat şartlarından kaynaklanıyor. Tıpkı insanlık tarihinde çoğu isyanın ekonomik nedenlerin sonucu olması gibi. “İşsizlik, aşırı nüfustan dolayı ortaya çıkan mesele değildir. Nüfusu çok olan Japonya herkese iş veriyor”

Fransa’da uygulama kararı alınan başörtüsü kararını eleştiren düşünür, Suudileşmiş bir Fransa ile Türkiyeleşmiş bir Fransa arasında tercih yapmaya mı düştük biz? diye soruyor.

Çözümün üçüncü dünya ülkeleri, Avrupa, işsizlik ve sosyal politikalar bütünü, kültürler, yani bizim ve diğerlerinin kültürleri arasında sıkı sıkıya bağlı olduğunu hatırlatıyor. Hem sosyolojik hem de insancıl değerlendirmelerde bulunarak ikinci dünya savaşı sonrasında 1945’ten 1974’e kadar olan göç dalgasını değişik yönleri ile ele alıyor. Fransa’da “İslam ve Batı” derneğinin eğitim ile alakalı yaptığı değişiklikleri eleştiriyor. Çünkü ders kitaplarında İslam’ı olumsuz tanıtmanın karşısındakini anlama ve onunla diyalog kurmaya engel olduğunu örnekleriyle gözler önüne seriyor. Üçüncü dünya ülkeleriyle redçilik ve yobazlık tepkileri doğuracak ilişkilerden ve zengin ülkelerin ortak sömürgeci politikalarının aracı olan İMF mantığından vazgeçilmelidir diyor.

Fransız Komünist Partisinin teorisyenliğinden sonra İslam ile tanışan Garaudy’inin Marksizmle Hıristiyanlık arasında kurmaya çalıştığı bağ gibi İslam ile de bağ kurmak istemesi şaşırtıcı değil. Buna ilahiyatı soldan okuma yaklaşımı da diyebiliriz. Düşünürün özellikle Seyyid Kutup ve İslamcılık gibi bazı konularda kantarın topuzunu kaçırdığı ağır değerlendirmelerine katılmasam da hakikat adına söyledikleriyle, özgüven aşılaması ve düşünce dünyamıza katkılarından dolayı kesinlikle okunması, kulak verilmesi gereken bir filozof.

Kerim Alptekin