Darbeci tarihte kadim gelenek, biraz da Hasan Mutlucan türküsü demekti. Altmışları bağrına basan ‘darbe günlükseverciler’ için sabahın sahibi olmak, tez elden tankları salaş Ankara sokaklarında yürütmek, ergen oğlan ve tazecik kız hissiyatıyla mürekkep zifaf heyecanı bahşederdi onlara.
Güçleri kavi, yeminleri derunî, topyekûn Sakarya’nın altından girip üstünden çıkarak milletin ve vatanın hamisi kesilirlerdi. Silahları vardı onların, tankları ve toplarıyla mutlu mesut yaşar giderlerdi aramızda, yakınımızda. Vatandaş konuşmaz, konuşturulmaz ve fakat onlar boş buldukları her meydanda nutuk irad eylerlerdi. Nutuklarında vatan, behemehâl kurtarılmalı, ‘sol’un gözyaşları elbette kurutulmalıydı.
‘Sağ’ dediğin üç-beş gerici ve de yobazın ilmihallerinde gizledikleri binlerce yıllık kocakarı fısıltısını vatandaşa üfleyip duran Necip Fazıl, Serdengeçti, Şevket Eygi ve de Babıâlî’de yuvalanmış birkaç mevkute kırıntısıydı!.. Makûs talihimizi tersine çevirecek mektepliler, alaylılar karşısında sıkboğaz edilmiş vatan sathını, halkın reyleri rağmına bir koşu rasat eyleyecek hamleyi ateşlemişlerdi sonunda. Boru değildi ya bu; koskoca vatan tehlikeydi işte!.. Tehlikenin vatanda mı yoksa vatanın tehlikede mi olduğu sorusu altmışlar, yetmişler, seksenler, doksanlar ve dahi ikibinler hanesi boyunca dolanıp durdu dünyamızda. Bizler, yani istifini bozmadan bekleyenler olarak, Huzur Sokağı sakinliğinde hayaller kuran Şule Yüksel romanında mukim, Bilal ve Feyza’nın acemi yamaklarıydık nasılsa!
Hatırlayın, nasıldı?
Şimdi kimsenin huzurunu kaçırmaya niyetli bir kapı aralayacak değilim, aman kalsın. Lakin mürekkep yalamış pek asil beyzadelerin, titr aşığı akademisyenlerin, sosyal bilimci pek kabiliyetli üstad-ı azamların, apoletli takımının çığırından çıkardıkları bu şirazede bizatihi köşe kapmaca oynadıkları hatırlanmalı değil midir? Dilim kurumadan söylemeliyim ki Türkiye’nin aydını, ışıktan korkan hamamböcekleri gibi namlunun ucunda duran takvime ayarlı kalemleriyle usul usul ve de usulûne uygun yazarlar. Çevik bir adam karşısında çekirge, savunan adam karşısında sırtlandır onlar!.. Yazamayanları ise, jargonuna, meşhur konjonktür hazretlerine kaş çattırmadan ünlemeyi tercih etmişlerdir.
Bilinmelidir ki Huzur Sokağı ile bir alıp veremediğimiz yok. Tersine, Susam Sokağında büyüttüğümüz çocukluk mevsiminden geriye hatırladığımız tek şey, darbeler tarihinde konuşlanan klasik Türkiye sessizliği idi!.. O sessizlikte biz, aydın olmanın, namuslu aydın olmanın eklektik tarihini ötelenen, yok sayılan, mezkûr ‘sağ’ diye burun kıvrılan müslüman yazarlardan; Mehmet Akif’ten, Necip Fazıl’dan, Osman Yüksel’den, Sezai Karakoç’tan, Cahit Zarifoğlu’ndan, Nuri Pakdil’den, İsmet Özel’den, Erdem Bayazıt’tan, Rasim Özdenören’den ve daha birçok isimden öğrendik. Darbelerin finansına teşne hâliyle ‘sol’, kültürel deformasyona uğrattığı kronik Türkiye’nin sancılı fotoğrafında hastalıklı bir nokta idi sadece. Zira darbelere kucak açanların varlığı sol adına yürütülen sözümona hastalıklı ‘devrim ateşi’yle kaim idi. Bütün kutsallarından arındırılmış bir millet, ancak millet olarak ordu-ulus ketenperesinde el ele verebilirdi.
Seslenme yoksa...
Aklıma gelmişken söyleyeyim, bir süre önce ‘sosyal medya’da, tutuklanan son şah-ı merdan paşanın akıbetine dair faş ettiğim ‘iki film birden, başlıyooor; boruların gazabı ve kâğıt parçasından gemiler yapmak!..’ hitabıma pek esefle karşılık buldum. Zinhar böyle söylememem gerektiği ve de aynı durumlara düşmemim sözkonusu olabileceği hakkında epey malumat edinmiş oldum! Postmodern darbenin üzerinden yaklaşık onbeş yıl geçti; ‘o karanlıkta biz’, eylemler halinde üniversitelerin bahçelerini işgal etmiş iken bu malumatfuruş çevrelerin ne yaptıklarına dair merakım ziyadesiyle ayaklandı; Zira ‘yeşil sermaye’ boğdurulmuş, gümüş yüzük takanlar sindirilmiş, başörtülüler vebalı ilan edilmişlerdi. Üstelik karşımızda duran kâğıttan kaplan, sadece dişlerini göstermişti. Pençeler ise Müslüm-Fadime oyununda Nurettin Şirin’in, Yaşar Kaplan’ın, Bekir Yıldız’ın, Şükrü Karatepe’nin şahsında bütün bir milletin sırtına geçirilmişti. Beklediğimiz sesi veren bir tek merhum ‘Muhsin Başkan’ olmuştu. Üstelik ‘biz’ darbeci değildik!..
O da öldü!
Şimdi, Hasan Mutlucan öldü! Onun şahsında hayat bulan ve ‘yine de şahlanıyor aman…’ diye ünlediği ‘Köroğlu’nun kır atı’, elbette sahipsiz değil! Merhumun bir beyanatında, okuduğu türkülerin darbelerle birlikte anılmasından pek rahatsız olduğunu okumuştum. Dahası, bu türkülerin yeniden hayat bulması bir yana, askerin bu türkülere biçtiği rol, milletin hafızasından bir daha hiç çıkarılmaması yönündeki gayretiymiş. Fakat Hasan Mutlucan’ı hatırlayan ve hatırlatan bütün türkülerin, bu millette bulduğu karşılığın zindanlar, işkenceler, darağaçları ve memleket sevdasından duyulan pişmanlık olduğundan asla şüphem yok! Darbe geleneğiyle meşhur sevgili ülkemin gözyaşları dindi mi, şimdilik bilinmez. Bilinen bir gerçeği saklamanın da bilinen bir yaraya merhem olacağı söylenemez; Türkiye’nin darbeler tarihi ile yüzleşmesi, millet olarak uçurumlaşan yoksulluğumuz adına hesap sorulması kaçınılmaz bir gerçek olarak ortada durmaktadır.
Hasan Mutlucan öldü! Biliyorum ki türkülerin darbeci yanı boynu bükük kaldı!..
Reşit Güngör Kalkan bir hakkı teslim etti