Kim Mehmeti, Balkan edebiyatının en önemli isimlerinden biri. Üsküp doğumlu yazar aynı zamanda gazeteci ve aktivist kimliğiyle de ön plana çıkıyor. Eserlerini Arnavutça ve Makedonca olarak kaleme alıyor. Kuyu romanı, otobiyografik öğeler barındırıyor olsa da tam manasıyla bir otobiyografidir denilemez. Çünkü yazarın anlattığı zaman ile doğduğu ve yaşadığı zaman benzerlik gösteriyor ama aynı değil. Bunu da romanın bir yerinde anlatıcının Stalin öldüğünde beş yaşında olduğunu söylemesiyle anlıyoruz. Biz biliyoruz ki Stalin 1953 yılında öldü ve yazar Kim Mehmeti 1955 doğumlu. Bu da kitabı incelerken kimden bahsedeceğimi bilemememe neden oldu. Eğer ki eserin bir otobiyografi olduğuna inanmış olsaydım olaylar sanki Kim Mehmeti’nin başından geçiyormuş gibi bir anlatım söz konusu olabilirdi. Fakat araya anlatıcı gibi bir aracıyı koymak zorunda kaldım.
Kitapta yoğunluklu olmasa da komünist rejim etkilerinden de bahsediliyor. Toplum hayatına fazlasıyla müdahalede bulunan kolluk güçleriyle beraber yaşamaktan mutlu olmayan insanlar burada da var. Bir Balkan kitabında olmazsa olmaz konulardan birisi de budur. Diğer komünist rejimlere göre nispeten yumuşak bir rejim olsa da Tito rejimi belirli zaman aralıklarında geçen hikâyelerde mutlaka bulunur. Kim Mehmeti de bizi bundan mahrum bırakmamış. Ayrıca Komünizm gibi aşırı müdahaleci bir rejimde en fazla özgürce inançlarını yaşayamayan Müslümanlar etkilenmektedir. Herhangi bir inanç tasavvuru olmayan ve var olanı da reddeden bu düzende Osmanlı gibi dini merkeze alan bir devletten sonra halkın değerlerinden uzak bir ideolojinin boyunduruğu altında yaşamak zor olsa gerek.
Eserde herhangi bir diyaloga yer verilmemiş. Yazar bütün kurguyu hatıralar üzerinden diyalogsuz olarak inşa etmeyi başarmış. Başta sıkıcı bir tarz gibi dursa da sayfalar ilerledikçe kendinizi anlatılanların akışına bırakıyorsunuz. Uzun paragraflar etraflı anlatımla destekleniyor. Çok süslü bir anlatım yok fakat dediğim gibi sıkıcı bir anlatım da yok. Ayrıca eserde bir kişi dışında herhangi bir isme de yer verilmemiş. Anlatıcının dedesinin isminin Meta olduğunu biliyoruz o kadar. Kim Mehmeti, isimsiz insanların öykülerini anlatıyor bize. Okuyucunun beklentisi de bir isim duymak ya da kim kimdir öğrenmek değil esasında. Yazar bunların pek de önem arz etmediğini kabullendiriyor. Belki isimler bize anlatılan yerde yaşayan insanların Müslüman olup olmadıklarına dair bilgi verebilirdi. Ama yazarın Müslüman oluşu ve kişi isimleri verilmese de belirli hassasiyetlerden bahsedilmesi anlatılan yerin Müslümanlardan oluştuğunu belli ediyor.
Kitabın kapağını gençlerle bir toplantı ya da konferans gibi bir organizasyonla bir araya gelecek bir yazarın tereddütleriyle açıyoruz. O tereddütlerde neler söyleyeceğini bilemeyen ve bundan emin olamayan birini görüyoruz. Bu kişi daha çok kendi kendine konuşarak eserlerini kaleme aldığını ve göz önünde konuşmadığını söylüyor. Hatta aklında playback yapmak bile ve var. Yani daha önce söyleyeceklerini kaydedecek ve orada sadece ağzını oynatacak. Bu akıl almaz fikre sahip olamadan derhal vazgeçiyor doğal olarak. Burada yazı yazmakla konuşmak arasındaki farkı gösteriyor.
Gençlerle buluşmasından bir anılar yığını çıkarıyor yazar. Ne konuşacağını bilmediğinden anılarına sığınıyor ve Üsküp'e yani şehre daha yakın başka bir yere taşınmadan önceki hallerini hatırlıyor. Tüm kitap bu hatıralardan oluşuyor. Kuyu, bir hatıralar kitabı. Anlatıcı hatıralarında çok değer verdiği ve hiç unutamadığı annesini merkeze alarak eski evlerinin bahçesinden, kuyusundan, çiçeklerinden, balıklarından bahsediyor. Her bahsettiğinde annesine olan özlemi daha bir kabarıyor gibi. Gözyaşlarını buralardan da görmek mümkün.
Roman sürekli eskilerde dolaşıyor
Yazarın bu eserdeki üslubu biraz da kıyaslama üzerine kurulmuş. Eski ile yeniyi hatıralarından yararlanarak kıyaslıyor. Eski ile yenide eski insanlar, eski çevre ve eski alışkanlıklar da var. Mesela diyor ki "...annelerimiz bizi kundaklarımıza koyup ninniler söyleyerek uyuttuklarında güzel olmamız için değil akıllı olmamız için dua ediyorlardı." Kim Mehmeti sürekli eskilerde dolaşıyor: Eski ev, eski kuyu, eski çiçekler, eski insanlar, eski ne varsa o… Eski evlerinden neden ayrılmak zorunda oldukları tam olarak bilinmiyor fakat bu durumdan annesinin pek hoşnut olmadığı biliniyor. Annesinin eski evlerine ve kuyusuna, kuyusunda yetiştirdiği ve şarkılar söylediği çiçeklerine olan özlemi hiç bitmeyecek bir özlem. Annenin eski hayatına olan özlemi artık çıldırma noktasına gelmiş bir özlem ayrıca. Ortalıktan kaybolmalar, kuyusunun başında uyuyakalmalar ve bunların sürekli olması hep bu özlemden. Yazar anneye insanüstü özellikler atfediyor. Sınırsız hayal gücü ile çocuklarına yüreğiyle söylediği şarkılar hem onları büyütüyor hem de çiçeklerini…
Köyün kadınlarını etkisi altına alan ve onların yüzlerinde sivilceler çıkmasına neden olan bir hastalıktan ve salgından bahsediliyor. Hastalıkla beraber kadınların yüzlerinde çıkan sivilceler onları çirkinleştiriyor. Ama köyde bu hastalığı umursamayan tek kişi annedir. Annenin hiçbir şey umurunda değildir çünkü. Onun umurunda olan tek şey eski evi ve bahçesindeki kuyusudur. O eski evden ayrılmak bir anda bir çileye, bir derde dönüşmüştür. Balkanların genelinde var olan anaların çilesi bu eserde de kendisini gösteriyor. Biz bu bölgeye uzaklardan Osmanlı bakiyesi olarak bakıyoruz ve buralarda yaşayan insanların artık hiçbir zaman mutlu olamayacaklarını düşünüyoruz. Bir yalnızlık, bir sahipsizlik sezinliyoruz ve o coğrafya insanının daima garip kalacağını öngörüyoruz. Bu kalpten gelen hislerimiz belki bizi yanıltıyor, belki bize uzaktan öyle geliyor... Belki de bu yüzden şimdiye kadar içimizde hissetmediğimiz hiçbir Balkan ezgisi yok gibi. Bu nedenle Balkanlarda bir ananın çektiği acıyla Anadolu’da bir ananın çektiği acı her zaman birbirine benzer, her zaman birbirinin aynıdır. Akan kanın, dökülen gözyaşının hiç bitmediği gerek Ortadoğu, gerek Kafkaslar ve gerekse de Balkanlarda çekilen her acı bizim de acımız haline geliyor
Yazar gençlerle olan buluşmasını ve anlattıklarına verilen tepkilerden ya da tepkisizlikten şikâyet ediyor. Bir uyumsuzluk, kan uyuşmazlığı ya da kuşak çatışması dediğimiz zamansal faktörler iki tarafın birbirlerini anlamalarına ve birbirlerinden tam manasıyla istediklerini almalarına engel oluyor. Ayrıca anlattığı kuyunun içindeki balıkların tüm kuyulara yayılması, yeni evdeki kuyudan yayılan farelerin ortaya çıkardığı sorunlar fantastik hikâyeler olarak kabul edilebilir. Yani bunlar gençlere pek de inandırıcı gelmiyor. Kim Mehmeti nereden bildiğini hatırlayamadığı hikâyelere de yer veriyor. Özellikle kırsal alanlarda ve merkezden uzak bölgelerde el altında daima gerek dinsel temalı gerekse de fantastik temalı hikâyeler bulunur.
Kim Mehmeti'nin anne karakteri dışında ortaya koyduğu bir diğer karakter de dede karakteri. Dedeyi bir toplum önderi olarak tanıtıyor ve ona ait iyi ve onu yücelten hatıralardan bahsetmek istediğini söylüyor. Dedenin köyün en popüler ismi olduğu bir gerçek. Arada bir ortadan kaybolmalarıyla da ünlü biri. Küçük yerlerde ortaya çıkan dedikodulardan nasibini alması da çok doğal. Yazarın doğaüstü hikâyelere olan ilgisi dede karakteri ile de devam ediyor. Nitekim onun hakkında da uydurulmuş birçok fantastik hikâyeye de yer veriyor. Dede bahsi savaşlarla eşzamanlı ilerliyor. Balkan savaşları ve bölgeyi yerle bir eden İkinci Dünya Savaşı halkları bölen ve özgürlüklere darbe vuran bir ortam var.
Kuyu, gerçekten de bir kuyudan bahsediyor. Evin önünde içi dışı çiçekli, dibindeki beyaz noktayı görebildiğimiz ve annelere kalpten gelen şarkılar söyleten huzur ve ilham verici bir kuyu bu.