Türk Dil Kurumu işaret dili sözlüğü yayınlamış sitesinde. Hangi işaretin hangi anlama geldiğini bu sözlükten öğrenmek mümkün. Sözlüğe bu linkten ulaşmanız mümkün...)

“Sen ki Allah’ın “BAK!” diye hitap ettiği varlıksın./ Niçin bu yoldan körler gibi yürüyüp geçiyorsun?/ Bahar rüzgârı gibi güllerin üzerinden geçip gitme; gülistanın manasına dal…” (Muhammed İkbal)

Bir iş günü daha bitmişti. Saat 17.30’u geçmiş olmasına rağmen, sıcak hâlâ hatırını saydırıyordu. Öyle ki, kaldırımda yürürken, taşların sıcaklığını tabanlarımda hissediyordum.

Kavurucu sıcağa rağmen evin bir kaç eksiğini almak için çarşıya uğrayacaktım. Ben kaldırımda “erime kıvamında” yürürken, arkamdan koşarak birinin gelmekte olduğunu duydum. Hani bilirsiniz, bedeninizi kontrolsüzce bıraktığınız zaman yer nasıl sarsılır. Apartman dairelerinde bunu çok fark etmişimdir. Kimi insan yürürken güm güm basar ve zemin sallanır. İşte arkamdan koşarak gelen de öyleydi. Ses bana, kösele ayakkabılı birinin adeta yeri döverek yaklaştığını söylüyordu. Tenha kaldırım… Sıcak hava… Pat pat pat...

Sonra başladılar ellerini kullanarak işaret diliyle konuşmayaişaret dili

Gitgide yaklaşan bu ses, sanki insanın başına balyoz gibi iniyordu. Ses geldi, geldi, geldi ve yanımdan geçip gitti. Yirmili yaşlarda bir delikanlıydı. O yanımdan geçerken gayriihtiyari ellerimle kulaklarımı kapattım. Hatta delikanlının ayaklarının altının acıyor olması gerektiğini düşündüm. Abartmıyorum, gerçekten öyleydi. Belki sokağın yankıya müsait akustik bir yapısı vardı, bilemem. İçimden dedim ki; “Eh be delikanlı sağır mısın? Hadi çevreni düşünmüyorsun; insan önce kendi rahatsız olur.” Ben bu düşünceler içindeyken, delikanlı az ileride bir başka gençle karşılaştı. Sarılıp öpüştüler. Sonra başladılar ellerini kullanarak işaret diliyle konuşmaya… Olduğum yere mıhlandım.

Beynimin içinde, utançla çınlayan “Eh be delikanlı sağır mısın?”dan başka bir şey yoktu. Tekrar ama bu sefer çok yavaş adımlarla yürümeye başladım. Yanlarından geçerken onlara baktım. Etrafla alakaları yoktu. Yüzlerinde tebessüm, elleriyle harıl harıl sohbet ediyorlardı. Suçumu itiraf edip, af dilecek kadar işaret dili bilmediğim için hayıflandım. Ama “kolay kurtulamayacaksın Zeynep” dedim. “Ucuz atlattığını sanma. Eve gidelim, ben sana göstereceğim.” (Çocukken canım annem bu tehdidin sonuna, bir de “Baban gelsin, gününü görürsün” kısmını eklerdi.)

Beni bu hale düşüren yine zan’dı

Eve girince namaz için değil; tövbe için abdest tazeledim. Aslında olay anından itibaren bununla meşguldüm ama bir de ahkamıyla tövbe etmek istiyordum… Seccadeden kalktıktan sonra istatistikî bir metotla düşünmeye başladım. Aynı yerde, aynı vakitte acaba kaç kere aynı şeyi yaşasam ve acaba kaç kere “sağır mısın be adam” desem… Kaç kere kulakları işitmeyen biri denk gelirdi?.. İhtimal bu kadar zayıfken yine de iş başa geliyorsa; aslında ihtimal hiç de zayıf değil demektir dedim. Yoksa neden her geceyi Kadir, her geleni Hızır bilmemiz istensin ki?..

Beni bu hale düşüren yine zan’dı. Ha düşünceni kelimelere döküp boş boğazlık yapmışsın; ha dökmeyip boş beyinlik! Peki hüsnüzan ne zaman lazım olacak sana dedim? Hadi hüsnüzan seni aştı; ya hoşgörü, onu da anlatmadılar mı senelerce? Kullanmayacağın bilginin seni kitap yüklü eşek yapacağını da biliyorsun. Ah Zeynep, senin bu halin, cebi para doluyken elini cebine atmayı akıl edemeyen ve açlıktan kıvranan birinin hali gibi…  Neden sonra bir kıvılcım çaktı beynimde ve bu sefer şükre başladım. İyi ki, delikanlı yanımdan geçtikten sonra yolumu değiştirmedin Allah’ım. İyi ki onun durumunu gösterdin bana… Ve iyi ki kendi durumumu gösterdin. Affet.

Efendim sık sık; “Akıllı insan başına gelenlerden ders alır; daha akıllı insan başkasının başına gelenlerden ders alır” der. Bu konuda daha evvelden de şaşırtıcı bir tecrübem olmasına rağmen, durum göstermişti ki, ben bu iki sınıf insandan ikisine de giremiyordum. Şimdilik böyle ama ümidim ve niyetim var; inşallah bir gün girerim. Öyle veya böyle… Düşündüm taşındım, bu yaşadıklarım işe yarasın, “daha akıllılar” sınıfının mensubu sizler benim başıma gelenlerden ibret çıkarın diye yazdım.

İkisi de elimdeki sigaraya bakıyorlardı

Diğer tecrübem 1985’den… Üniversitede kaldığım yurdun kantininde Nazillili bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Arkadaşım Sibel birdenbire “Tut şunu annemler!” dedi ve sigarasını parmaklarımın arasına sıkıştırıverdi. Ben ne üniversitede ne sonraki hayatımda sigara içmedim. O anda da içmiyor olmanın safiyâne rahatlığı ile tuttum sigarayı. Arkadaşımın anne ve babası masamıza geldiler; tanıştık. İzmir’de işleri varmış, kızlarına da uğramak istemişler. Annesi bana ve elimdeki sigaraya ters ters baktı. Önce anlamadım. Sonra Sibel’i kolundan yakalayıp az öteye çekti. Sesini kısmaya çalışmıştı ama ne dediğini duymuştum. Kızının benim gibi sigara içen bir arkadaşı olmasından hiç memnun değildi ve bunu Sibel’i azarlayarak söylüyordu.

Arkadaşım kendini bana karşı mahcup hissetse de; yüzünde, sigara baskınından kurtulmuş olmanın mutlu ifadesi vardı. Bana göz kırptı ve annesiyle babasını alıp yukarı odasına çıkarttı. Elimde sigarayla öylece kalakalmıştım. Beni bekleyen asıl şok bundan sonraymış, ne bilirim? Kantinin kapısından iki kişinin girdiğini gördüm. Amcam ve eniştem! Babam yeni öldüğü için sık sık beni yoklarlardı. Onlar da aynen arkadaşımın ailesi gibi iş için İzmir’e gelmişler; “gelmişken bir de Zeynep’e bakalım” demişler. Koştum yanlarına… “Hoş geldiniz” dedim ama onlar gülmüyordu. İkisi de elimdeki sigaraya bakıyorlardı. Ben onu unutmuştum bile! “Şey… Arkadaşımın ailesi geldi de, bilmiyorlar sigara içtiğini. Ondan yani… O tutuşturdu elime…” dedim. Gülmeden yüzüme bakmayı sürdürdüler. “Gerçekten!” dedim. Olmadı. İnanmış gibi yaptılar ama inanmadılar.

İlk anlattığım tecrübeden kazancım, işaret dili ile ilgilenmeye başlamam oldu

Aradan yedi sene geçti. Bir başka arkadaşımla dükkân açtık. Kapının önünde oturduğumuz bir yaz akşamı, arkadaşım; “Tut şunu babam!” dedi. Bu filmi daha evvel görmüştüm. Tuttum. Ne oldu biliyor musunuz? Selahattin Amcanın sekiz on metre arkasından eniştem çıktı. “Ne o, yine arkadaşının ailesi geldi de sigarayı eline mi tutuşturdu?” dedi alaycı alaycı gülerek. Ben de güldüm. “Gülersin tabii” dedi. Yedi senedir beni sigara içiyor biliyorlarken derdimi anlat(ama)mak için ağzımı bile açmadım.

işaret diliYaşadığım bu milyonda bir ihtimalli sigara vakası tecrübesi, yine de beni “sağır mısın be adam” hatasından kurtarmamıştı. Kulluk hata gerektirir biliyorum ama tekrar istatistikî metotla söylüyorum; Allah bizi dakika başına, saat ya da gün başına düşen hatalardan muhafaza etsin. Ruhu şad olsun Necip Fazıl Kısakürek, “zaman geçtikçe hatalarıyla yüzleşenler” ve “zaman geçtikçe yüzsüzleşenler” diye sınıflandırdığı iki çeşit insandan bahsediyor. Allah bize ilk sınıfta olmayı ve hata grafiğimizi günden güne aşağı çekmeyi nasip etsin.

İlk anlattığım tecrübeden kazancım, TİD (Türk İşaret Dili) ile ilgilenmeye başlamam oldu. İşaret dilinin, kimi zaman işitenlerin dilinde ve dünyasında dahi bulunmayan kavram ve durumları anlatabildiğine şahit oldum.

Şu an sağ elim başımın hizasında, tüm parmaklarım kapalı, sadece işaret parmağım açık ve yukarıyı gösterir şekilde tutuyorum. Avuç içim size/karşı tarafa dönük. “Allah” dedim yani… Şimdi iki elimi de göğüs hizama indirdim. Sağ elimin işaret parmağını, sol elimin birbirine dokunur vaziyetteki işaret ve başparmaklarının arasına dokundurdum. “Emanet” demek istedim. Ve son olarak, hani annemizin yemeğine nefis derken bütün parmaklarımızı bir araya toplarız ya, işte sağ elimin beş parmağını birbirine değdirdim ve elimi göğüs hizamdan yavaşça karnıma kadar indirdim. “Olsun” kelimesidir bu… İşaret dilinde kelimeler takı istemiyor biliyor musunuz? Onlar el ele tutuştuklarında “Allah’a emanet olun” deyiveriyorlar.

 

Zeynep İnan yazdı