İlk sağır ve dilsiz mektebi II. Abdülhamid'in 25 Haziran 1889 tarihli iradesi ile açılır Bu mektebin 25 öğrencisi vardı. Her birine okul üniformaları dağıtılmıştı. Vapurlara ve tramvaylara ücretsiz biniyorlardı. Bunların Servet-i Fünun dergisinde bir fotoğrafları yayınlanıyor işaret diliyle 'Padişahım çok yaşa' demeleri büyük yankı uyandırır. Padişah, mektebin kalıcı bir binaya kavuşması için kampanya başlatır. Memur maaşlarından yüzde 1 kesinti yapılır. Padişah kendisi de 1000 lira bağışlayarak kampanyaya öncülük eder. Ancak padişahın tahttan indirilmesinden sonra 1911'de mektep binası için toplanan paraların bir kısmının başka işlerde kullanılır bir kısmının da kaybolur. Sağır ve dilsizler kalıcı bir binaya kavuşamaz.

İşte ahrazların tarihteki serüveni

Dilsizlere mahsus işaret dili 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı iç sarayında yaygın olarak kullanılırdı. Bir rivayete göre bu âdet etrafında sessizce işaretlerle konuşulmasını kendi mehabetine uygun bulan Kanuni Sultan Süleyman’ın dilsiz olmayan saray görevlilerini de bu dili kullanmaya teşvik etmesiyle başlamıştı.

TDK’ye göre dilsiz, sağır manalarına gelen ahrazlara Farsçada aynı manaya gelen “bîzebân”da denirdi.

Ahrazlar sarayın, Enderûn denilen ve padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısmında, Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren istihdam edilmeye başlandı. 17. asır sonlarında Enderun’da on kadar sağır-dilsiz vardı. Bunlar yüksek rütbeye terfi edemezlerdi.

Sadece Enderûn’da değil; Bîrûn’da, yani sarayın diğer kısımlarında çalışan kapıcılar ve infaz memurları arasında da sağır-dilsizler vardır. Bu da gösteriyor ki, sadece gizliliğin muhafazasında değil; üçüncü şahıslarla irtibat kurulmasını veya rüşveti engellemek için de bu yola müracaat edilmiştir. Nitekim sağır-dilsiz cellâdın vazifesini icra ederken, mahkumun yalvarmalarına ve vaadlerine kulak vermesi mümkün değildi.

Sağır-dilsizlerin, birbirleri ve başkalarıyla anlaşmak üzere, kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı da bu işaret dilini öğrenmişti. Sarayda sessizlik esas olduğu ve eskiden büyüklerin, hele padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için, saraylılar bu işaret dili ile anlaşmaya alışıktı.

İşaret dili sarayda yaygın olarak kullanılırdı

Dilsiz dili, sarayda neredeyse moda olmuştu. Hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlar; adeta sessiz sinema oyunu oynarlardı. Sultan II. Osman (1618-1622), bu dili gayet iyi öğrenen muhtemelen ilk padişahtır. Bu devirde dilsizlerin sayısı yüzü bulmuştur. Enteresandır ki, mahremiyete bu kadar dikkat eden genç padişah, planlarını hanımına çıtlatınca, duymayan kalmamış, bu da tahtını ve canını kaybetmesine yol açmıştır.

Hemen her padişah bu dili tercih etmiştir. Devlet işlerinin görüşüldüğü toplantılarda padişah, oradakilerin anlamasını istemediği hassas bir şey söylemek isterse, bunu dilsizlere işaret diliyle anlatabilirdi.

Sultan II. Mahmud devrinde (1808-1839) Osmanlı siyasi teşkilatı yeniden tanzim edildi. Saray’daki sağır-dilsizler, yeni kurulan meclislerde ve bilhassa Heyet-i Vükelâ denilen Osmanlı kabinesinde de hizmet görmeye başladılar. Sadrazam ve nazırlar ile maiyetlerindeki sivil ve askeri memurlar, bunlarla anlaşabilmek için, şifre dilini öğrenmek mecburiyetinde idiler.

Osmanlı Devleti’nin son günlerinde (1922) bile, Bâbıâli’de dört tane emektar dilsiz kalmıştı. Bunlar senelerden beri Osmanlı kabinesinde hizmet etmişti.

Asırdan asra nakledilen bu işaret dilinin detayları malumata maalesef sahip değiliz. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in kurduğu sağır-dilsizler mektebi, muhtemelen bu işaret dili geleneğini sürdürüyordu. Şu halde şimdi kullanılan Türk İşaret Dili’nin, Osmanlı sarayındaki işaret dilinin devamı olduğu söylenebilir.

Ahrazların farklı yetenekleri vardı

“Allah, kulunun bir uzvunu alınca, diğerlerini güçlendirir” derler. Saraydaki sağır-dilsizler de, son derece hassas ve zeki kimselerdi. Hâfızaları çok güçlüydü. Hâdiseleri en ince teferruatına kadar hatırlarlardı. Tarihi hâdiseleri, meşhur şahsiyetleri, kendilerine mahsus işaretleriyle ve hoşsohbet adamları gölgede bırakacak ifadelerle hikâye ederlerdi.

Yaşadıkları hâdiselere ait meşhur şahsiyetleri tek bir işaretle mükemmel surette karikatürize etmekte ve canlandırmakta emsalsiz birer sanatkârdılar. Mesela, sağ ellerini parmakları açık tuğ gibi başlarına götürdüklerinde padişahı, sağ ellerini yumup başparmağı “birinci” der gibi dimdik yukarı kaldırdıklarında sadrâzâmı kasdettikleri anlaşılırdı.

Şeyhülislâm demek isterlerse, sağ kollarının yenlerini tutup sol eli arşınlar gibi aşağı doğru indirirler ve şeyhülislâmların giydikleri cüppelerin diz kapaklarına kadar uzanan yenlerini tasvir ederlerdi. Ayrıca bu hareketten sonra sağ elin şahadet parmağını başlarının üzerine sarık sarar gibi birkaç kere dolaştırırlardı.

Harbiye Nâzırı sağ kolu silah omuza gibi şiddetle kaldırarak sol omuz üzerine koymak suretiyle tarif edilirdi. Sağ elin ayası yukarı gelmek üzere ufkî (yatay) olarak tutulup üzerine yelken gibi üflenirse bundan Bahriye Nâzırı’nın kasdedildiği anlaşılırdı. Dâhiliye Nâzırı’nın işareti, sağ eli, böğür üzerinde oğuşturur gibi dolaştırmak ve vücudun iç uzuvlarını hatırlatmaktan ibaretti.

Hâriciye Nâzırlığı, ecnebilerle ve Avrupa devletleriyle alâkadar bir makam olduğu için, iki elin şahadet parmaklarına birbirileri üzerine çaprazvâri konarak bir haç şekli verildikten sonra bu haç işaretini alnın ortasına getirmek suretiyle Hâriciye Nâzırı denmek istenirdi. Adliye Nâzırı’nın işareti bir terazi tutar gibi; polis müdürününki iki bilek yan yana getirilerek kelepçelenmiş vaziyette idi.

İslam hukukundaki statüleri

İslâm-Osmanlı hukukunda, bütün engelliler gibi, sağır-dilsizlerin de statüleri hukuki olarak tanzim olunmuştur. Hazret-i Peygamber (sas), bir uzvunu kaybeden insanın, buna mukabil cennet ile mükâfatlandırılacağını buyurmuş ve sağırlara olup biteni duyurmaya çalışmanın, sadaka sevabı kazandıracağını söylemiştir. Fıkıh kitaplarında sağır ve dilsizler hakkında etraflı hükümler bulunmaktadır. Osmanlı medeni kanunu Mecelle’de bu bahse dair hükümler konulmuştur.

Sağır ve dilsizler, dini hükümlerden anladığı ve güçleri yettiği kadar mesuldürler. Hukuki muamelelerde, bilinen işaretlerine itibar edilir. Bu işaretlerle her türlü akdi yapabilirler; evlenip boşanabilirler; alıp satabilirler. Şahitlikleri, muayyen şartlar altında hukuken muteberdir. Hâkim ve hükümdar olamazlar.

İslam dünyasında sağır, dilsiz ve âmâ olan kişiler, Kur’an-ı Kerim ve mevlit okumak suretiyle toplumsal hayatın içerisinde yer edinebiliyorlardı.

Devlete ait meselelerin ve konuşmaların dışarıya yansıtılmaması gerekçesiyle sağır ve dilsizler hükümdara, hanedan üyelerine ve devlet adamlarına hizmet etmede görevlendirilmişlerdir. Dilsizlerin esas görevi padişah kapısında nöbet tutmak ve padişahların Divân-ı Hümâyûn erkânı ile yabancı ülke elçilerini kabul ettiği arz odasının iç hizmetini görmekti. Belli bir süreden sonra, kendilerinin istemesi halinde, maaş almak kaydıyla emekli olabiliyorlardı. Saraydan çıkmak istemeyenler ise hayatlarının sonuna kadar sarayda kalabiliyorlardı.

Padişahla birlikte gezilere katılırlardı

Sağır ve dilsizler padişahın şehir içi gezilerine katılır, halka para dağıtır, cellatlık yapar ve padişahın bazı gizli emirlerini diğer devlet görevlilerine tebliğ ederlerdi. Önceleri sadece sarayda istihdam edilen dilsizler daha sonra Babıâli’de, özellikle 19. yüzyılda Meclis-i Hâs’ta gizli meselelerin görüşülmesi sırasında da kullanılmaya başlanmışlardır. II. Abdülhamid, devleti idare ettiği Yıldız Sarayı’nda gizli meselelerin dışarıya ulaştırılması ve bazı şeylerin saraya getirilmesinde dilsizlerden faydalanmıştır. Bu zümre varlığını devletin yıkılışına kadar korumuştur.

Geçmiş asırlarda tıbbi bilgilerin ve imkânların yetersizliği sebebiyle sağır ve dilsizlerde dilsizliğin kaynağı ve derecesini tespit etme, okuma yazma öğretme ve iletişim kurma hususlarında yeterli bilgi bulunmamaktaydı. Sonraki asırlarda tıbbi bilgi-imkânların artması ve eğitim yöntemlerinde meydana gelişmeler neticesinde sağır ve dilsizler, özel bir eğitimle okuma-yazma ve iletişim kurma imkânına kavuşmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde de Maarif Nezâreti bünyesinde böyle bir imkânın sağlanması için arayış içine girilmiştir.

Nitekim sağır ve dilsiz olan kişilerin ihtiyacını giderecek böyle bir okulun açılması II. Abdülhamid döneminde uygun görülmüştür. Böylece ilk Sağır ve Dilsiz Mektebi (h. 4 Safer 1307/m. 30 Eylül 1889 senesi Pazartesi günü açılmıştır.) 9 Maarif Nezâreti’nde memur olan Aziz Bey’in de Dilsiz ve Âmâ Mektebi’nin kurulması ve varlığını devam ettirmesinde büyük hizmet ve gayreti görülmüştür. İlk pedagog Selim Sabit Efendi’nin oğlu Besim Bey, Türkçe öğretme amacıyla bu okula tayin olunmuştur.

Sağır ve dilsizler, kendilerine yüklenen bütün olumlu ve olumsuz anlamlarla birlikte, Osmanlı saray kültürünün temel unsurlarından biridir.

Hikmet Kızıl

Kaynaklar

Ali Haydar, “Sağır ve Dilsizler”, Muallimler Mecmuası, C.3, S.29, İstanbul 1925

Sezai Balcı, Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Eğitimi Sağır Dilsiz ve Körler Mektebi, Libra Yayıncılık, İstanbul 2013.

Süleyman Gök; Dünyada ve Türkiye’de Sağır, Dilsiz Okulları Tarihçesi ve Eğitim Sistemi, Hüsnü Tabiat Matbaası, İstanbul 1958.

Ramazan Günay-Halil İbrahim Görür; “Osmanlı Devleti’nde Sağır, Dilsiz ve

A'mâ Mektebi”, Tarih Araştırmaları Dergisi.

Saltanat Sembolü Olarak “Farklı” Bedenler Osmanlı Sarayında Cüceler ve Dilsizler”, Toplumsal Tarih, S. 240,Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2014.