Ölülerle konuşmayı bilirdim, onlarla konuşmaya aşikârdım da ölmüşlerle mektup dostluğu kurmanın bu kadar güzel olabileceğini bilemezdim. Ta ki Zeki Bulduk’un Sevgili Mayakovski adlı kitabını/mektuplarını okuyana dek. Uzun zaman Tahran’dan Mayakovski’ye mektuplar yazdı Zeki Bulduk. Yazdığı mektuplar bir kitap haline geldi. Koyukitap Yayınları’ndan Sevgili Mayakovski-Tahran’dan Mektuplar adıyla yayınladı. “Ülkem, kadınım Gülay’a, Beyrutlu Elif’e, Tahranlı Selim’e” ithaf edilen kitaptaki mektuplar, 17 Kasım 2013’te başlıyor. Belkide bir ölüye yazıldığından “Yazının diriltici bir tarafı olduğunu biliyorsun” diye başlıyor Mayakovski’ye mektuplar.

Mayakovski’ye mektupları okuyunca şunu fark ettim ki ölülerle hasbihal etmek, dirilerle boş gevezelik etmekten yeğ olsa gerek. Biz de Müslümanların dertleriyle dertlenmeye çalışan, onların dertleri ve acıları son bulmadıkça da ölmeye devam edecek olan ölülerdeniz.

Mayakovski’ye mektupları okuduğum vakitlerde Selçuklu ve Osmanlı’nın kokusunun hala çokça hissedildiği Amasya’da, şehrin kalesinden arka arkaya top sesleri duyulmaya başladı. Şehir yanıyor ışıklarla, önce turkuaz oluyor, morarıyor ve sonra kızıla boyanıyor. Şehir yanmaya devam ederken sala başlayacak birazdan. Dinin direği, Hz. Bilal’in (r.a) en güzel terekesi ezan-ı Muhammedi okunacak ardından. Kim bilir kaç insan daha ölecek, kaç Müslüman daha şehit düşecek Gazze’de, Mısır’da, Suriye’de… Acı dinmeyecek ama… Bu top sesleri nereden geliyor? Yahya Kemal’in şiirlerinden mi? Süleymaniye’de “Bayram Sabahı”ndan mı? Başka başka zaferlerden mi geliyor? Rabbimizden misafir gelen bu mübarek ayda, şu ağlamaklı halimizle bu top sesleri yüreğimizin titremesini daha da derinleştiriyor. Ruhumuzun hissettiğiyle o top sesleri, zulüm altındaki Müslüman memleketlerinden geliyor. Yani bu top sesleri, küçük ölüme, uykunun tatlı kollarına, zafer dolu rüyalara dalamayan biz Amasyalı Müslümanları sahura kaldırmak için atılıp duruyor, şehri asırlarca korumuş olan Amasya Kalesi’nden…

Mardin’de dinlemek, Saraybosna’da yaşamak

Zeki Bulduk şehirleri sever. Özellikle bazı şehirleri ayrıcalıklı sever.  Kırşehir, İstanbul, Bursa, Saraybosna, Mardin, Bağdat ve nice şehirler… En çok da Marakeş’te yazmak, Mardin’de dinlemek, Saraybosna’da yaşamak, Bursa’da ölmek, İstanbul’da yürümek ister.  Kırşehir ve şehre ait Ahi Evran, Cacabey Kütüphanesi, hatıralarıdır onun. Yaz tatili memleket ziyaretlerini ise helalleşme ve ölüm provaları olarak görür.

Üniversitede öğrenciyken güzel şehir Bursa’da idim. Emir Sultan’da otururdum. Yürümeyi çok sevdiğimden her gün yürüyerek Emir Sultan Mezarlığı’na gider, ölülerle konuşurdum. Bazen uzun uzun dinlerdim onları. Orada herkesin kısacık yaşadığı, uzun, upuzun bir hikayesi vardı anlatacağı… Bir gün saatlerce karşısında oturduğum bir kabrin diğerlerinden farklı olduğunu fark etmiştim. Kafesli ve biraz şatafatlı idi. Geri dönüp de baktığımda kabrin şu meşhur sanatçı Zeki Müren’e ait olduğunu görmüştüm. Sonradan vefasızlık etmemek için uğradım ara ara onun da mezarına. Bazen ben onu dinledim bazen de o beni dinledi. Ne mi öğrendim ölülerden? Dünyanın pişmanlıklar yurdu olduğunu ve ölüm provalarını ihmal etmemek gerektiğini… Dertlerimiz ortak bizim Zeki Bulduk ile. Derdi, derdimiz!

Mayakovski ile öyle güzel bir bağ kuruyor ki gurbet diyarlarda Zeki Bulduk. Kendisinden dinlediğimize göre Türkçe okutmanı olarak görevlendirildiği Tahran’daki odasında Mayakovski’nin posterini asacak bir yer kalmayınca masasının üstüne koyuveriyor ve gelip gidip onunla söyleşiyor. Zamanla mektuplar şeklinde yazılı bir metin haline dönen halleşme, kitap olarak yayınlanıyor.

Bu mısralar nasıl yazıldı?

Mayakovski’nin Lili’ye yazdığı mektuplardan bir kısmını okumuştum. Aslında ben Lili’nin kız kardeşi Elsa’ya yazılan şiirleri sever, okurdum. Aragon’un sevgilisi, Mayakovski’nin baldızı Elsa… Mayakovski, intihar etmeden önce Lili’ye bir şiir yazar. “Ve dayayıp şakağıma namluyu çekmeyeceğim tetiği…” Lenin yandaşı, sırdaşı, fütürist abidesi Sevgili Mayakovski: “Ben bir fabrikayım” derken nasıl yazdı Lili’ye bu şiirleri, bu mektupları? Bizlerden önce Nazım Hikmet’i etkilemişti Mayakovski. Öyle ki Nazım Hikmet de makineleşmek istedi. İyi de yine Nazım Hikmet, makineleşmek isteyerek nasıl yazabildi Piraye’ye bunca hisli dizeyi? “Ve sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylememiş olduğum sözdür…”

Mektuplarında, kibrin kalbinde tevazuuyla uyuyoruz, kirlendikçe kirleneceğiz, artık yalan söyleyene sen yalancısın demek zorunda değiliz. Sözcükler de yalana bulaşmasın, şeker suyuna yatırılmış elma gibi lezzetli olmasın, diyor.  “Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek” diyen Akif’e katılmamak mümkün mü? Evet, yalan söyleyene yalancısın demiyoruz ve ilişkilerimiz zedelenmiyor ama basbayağı yalan yaşıyoruz işte! 12 Ocak 2014-Mevlit kandili günü- yazmış olduğu bir mektupta: “Kardeşler kandilin hatırına en iyi, en büyük, en doğru Allahçı olmaktan bir günlüğüne vazgeçerler.” diyor. Vazgeçerler mi gerçekten? “Mayakovski’nin ve arkadaşlarının öldürdüğü tanrıyı bizler her gün yeniden yaratır olduk. Müslüman kardeşler, Allah’tan bahseden birilerini duydular mı bakıyorlar. O bizim Allah’ımız değil, öteki cemaatin Allah’ı diyorlar ve zikirlerine kaldıkları yerden yeniden devam ediyorlar ” diyor. … Kainatın yaradılışına, insanın fıtratına en uygun düşen duygu iken acı, bu başka türlü bir acı değil mi? Mektuplarında soruyor Zeki Bulduk. “Mayakovski’nin köyünde, Rusya’sında da hiç şehrin hafızası ve vicdanı olan delisi olmuş mu acaba? Hiç sevdiğini uyurken uzun uzun seyretmiş mi? Abdestini bozmamış bir şehir görmüş mü? Hatta Afgan Dağlarını da görmüş mü hiç?”

Yoldan önce yoldaşları olsaymış

Keşke Mayakovski’nin hayattayken yoldan önce yoldaşları olsaymış! Ona da kitap alan bir kadını olsa imiş! Keşke! Belki intihar etmezdi değil mi? Mayakovski’ye mektup yazan ve intihar eden edebiyatçılar duymuştum. Ünlü edebiyatçılardan da vardı aralarında. Adlarını hatırlamıyorum şimdi ama onların o mektupları okurken ne kadar ıstırap içinde olduklarını hissediyorum. Onlar da intihar etmemiş olurdu değil mi?

20 Nisan 2014’te yazmış olduğu mektupla bitmiş kitap. Kitaptakiler biter de insan dostlarıyla, gönül bağıyla konuşmayı ve onlara mektuplar yazmayı ihmal etmez, sanıyorum. 

Yazmak acizliktir ve insanın yazdıkça acziyeti artar. Aczimin giryesidir bence bütün asarım …”diyen Mehmet Akif’i anmadan yapamayacağım yine. Yazacağız. Yazı yazıp dert edip dert çekmektense ıspanaklı börek mi yapmalı?

Alemdağı’nda var idi bir Türkçe öğretmeni… Çocukları çok seven, Afrikalı çocukların kara yanaklarından öptükçe kara bahtı Hakk katında ağaracak olan… Öğrencileriyle takım elbisesini de boyaya boyaya sınıf boyayan, bir dilim böreğini paylaşan hocalardan bir Zeki Hoca var, orada! Tahran’da, Afganistan’da, Kosova’da…

Söz uzar, büyü bozulur. “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı…” Sözlerimiz hep dua. Sözlerimiz ulaşsın Hakk katına. Müslüman memleketlere huzur olsun, cennet olsun sözlerimiz… Dua etmeyi seven, dostlarının dualarıyla temizlenecek güzel Müslümanlara, dua olsun yazıcının son sözü.      

Şehirlerin şehri, şehirlerin anası Mekke! Peygamberimizi koynunda saklayan Medine! O ulu şara varasınız, yunup yıkanıp pak olasınız. Ve biçare dostlarınızın rahmete vesile duaları olasınız!

Yasemin Kapusuz