Bu sıcakta zor olmuyor mu” diye soruyor birkaç yıldır etrafımdaki pek çok kişi, “nasıl dayanıyorsunuz böyle?” Önceleri birer birer cevaplardım iyi niyetle. Orucun bir kalkan olduğunu, insanı hiç susuz ve aç bırakmadığını, bu sıcakta bir yağmur bulutu içindeymiş gibi dolaştığımızı, insana müthiş bir kudret geldiğini... Anlattım durdum.

Aynı soru devam ettikçe başka cevaplara gerek duydum. Orucun kişisel yararcılık kısmına değindim sözgelimi. Mideyi dinlendirdiğini, faydasız şeylerden arındırdığını, insana düzen ve disiplin getirdiğini, abur cubur gibi kötü alışkanlıkların sona erdiğini filan...

Tabii bununla yetinmeyip asıl anlamına, ibadet boyutuna dair daha net şeyler söylemeyi de denedim. Yiyeceklerle olan ilişkimizin nasıl değiştiğini, tabağa konup sofrada vakti bekleyen yiyeceklerin nasıl da ‘canlı’ olduğunu, onların ve tüm varlıkların şükrünü eda etme sorumluluğunun insana emanet edildiğini, yememekle gelen az konuşmayı, az uyumayı, melekî özelliklerimizde görülen artışı, kısacası tüm organların oruç tutmasının bir bakıma vücudun zekatı olduğunu... Söyledim de söyledim.

Tutmayana anlatmak çok zor

Kimi zaman didaktik ve telaşlı bir tonla. Kimi zaman sakin ve umursamaz. Bazen çok içten ve samimiyetle. Bazen paylaşmak niyetiyle... Ama hayır. Hiçbir sözcüğüm menziline isabet etmedi. Etmiyor. Yine dönüp dolaşıp aynı klişe: “Böyle yoğun çalışırken kendinizi zorlamayın, sağlığınızdan olacaksınız, ne bir de seyahate mi çıkıyorsunuz, mecbur değilsiniz ki yolculukta, sonra tutarsınız, koca insanlar oldunuz, zorlaştırmayın, kolaylaştırın...”

Sosyal yönlerine değinmeye de çalıştım. Dayanışma ruhuna, yiyeceği olmayanların halinden anlamaya, azla yetinmeye, nefsin terbiye edilmesine, kıymet bilmeye, başkalarıyla özdeşleşmeye, acıyı ve sevinci paylaşmaya... Pek çok şeye değindim, yan alanlarında gezindim, iç anlamlarında derinleştim, yüzeyden anlattım, susarak anlattım. Konuştum da konuştum...

Artık ziyadesiyle suskunlaştım. “Orucun tutmayanlar için zor olduğunu söylüyorlar” diyorum sadece. Bir iki kere de “tutmayana anlatmak çok zor” diye kaçırdım ağzımdan... Evet, sahiden de tutmayana zor oruç.

İman, insan kalbinde bir nur

Afrika kıtasında açlık sınırındaki insanlarla birlikte yaptığım bir sahuru hatırlıyorum. İftardan kalma yemek artıklarını bir araya getirip, birkaç konserve kutusu takviye yaparak oturmuştuk sahur sofrasına. Öylesine büyük bir lütuf olmuştu ki, tıka basa doyduğumuz halde, bir türlü azalmamıştı tabağımızdakiler.

İman, insan kalbinde bir nur. İbadeti başkalarından öğrenebilirsiniz ama imanı, O’nu bilme arzusunu, aşkı öğrenemezsiniz. Ramazan’ın yaz aylarına geldiği yıllarda ortaokuldaydım. Birkaç gün tutmuştum heveslenip. Ama ne etrafımda, ne yakınlarımda bu ibadeti uygulayanlar pek yoktu. Oturduğumuz ev caminin avlusuna bakardı. Teravihden çıkanlar gecenin karanlığına dağılırken pencereden bakardım onlara. Ne hissettiklerini, nasıl bir sır paylaştıklarını çok merak ederdim.

Sonradan anladım ki, bu, insanın kalbiyle Rabbi arasında bir sır imiş. Ve sır herkesin kendi tabağında... İnsanın kendinden kendine bir sefer. Goncadan güle bir hicret... Ramazan’ın şu son kutlu gecelerinde, hep beraber O’nun nurundan bir gül koklayabilme ümidiyle...

 

Leyla İpekçi yazdı