Hayat upuzun bir yoldur ve kimsenin hikâyesi benzemez kimsenin hikâyesine. Hakikate ulaşma arzusu herkesin kendi hikâyesinin örgüsünde bulunan, bir başkasını dâhil edemediği yegâne arayıştır.  Bu arayış sırasında insan bazen yorulur, insan bazen ümidini yitirir ancak hikâyemiz eskilerin insanın ölümü için kullandığı “küçük kıyamete” kadar sürer. Bu yüzden yorulduğumuzda, ümidimizi yitirdiğimizde hikâyemize bir virgül koyarak soluklanmak ya da üç nokta ile bir başka paragrafa geçmek en güzelidir kanaat-i acizâneme göre, tabi küçük kıyamete yakalanmadan önce.

İnsan o kadar karmaşık bir varlıktır ki yüzyıllardır âlimlerimiz onun üzerine konuşmuş durmuşlardır ve hâlâ da çözülmeyi bekleyen düğümlerden biridir... Çünkü insan iki kelime, binlerce damla kandan ibarettir ya da başka bir pencereden söyleyecek olursak insan mahlûkat sıralamasının zirvesinde yer alan, yeryüzünün hilafeti kendisine verilmiş zat-ı muhteremdir.

İnsanla ilgili bu mülahazaların zihnimde döndüğü bu günlerde, 12 Mart Salı günü Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleşen, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olan Doç. Dr. Ekrem Demirli Hocamızın sunumunda gerçekleşen, Muhyiddin İbn Arabî’nin konuşulduğu “İnsanın kim olduğu ve varlıktaki yeri” başlıklı semineri umduğumdan daha fazlasını kazandırdı bana. İnsan hakkında İbn Arabî’nin görüşlerini dinlemenin ağırlığının zihnimize oturmasıyla beraber iki saatin nasıl geçtiğini anlayamadık gerçekten. Konuların derinliği bir yana Ekrem Hocanın esprili dili düşünürken gülmeyi, gülerken düşünmeyi öğretti dersek sanırım olayı daha net kavramış oluruz.

Tam zamanında gelen dinleyici, zamanında salona teşrif eden anlatıcı ve tam zamanında başlayan bir seminer, işte bu paha biçilmezlerdendir. Çünkü camiamızın en önemli eksikliklerinden birisidir etkinliklere zamanında katılamamak ve zamanında başlayamamak. Bu bağlamda Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleşen bu program tam zamanında başlaması hasebiyle bizden tam puan almayı hak etti.

Ekrem Hocanın sahneye çıkar çıkmaz, dinleyiciler arasındaki Selahattin Amcaya selam verip hal hatır sormasından ve de seminerin sonunda fark ettiğimiz kemik bir katılımcı sayısından anlıyoruz ki Ekrem Demirli Hoca muhtelif yer ve zamanlarda bu başlıkta seminerleri belirli periyotlarda devam ettiriyor. Değinmeden geçemeyeceğim, Selahattin Amca 70 yaş civarlarında, elinde bastonu, gözünde hâlâ yitirmediği parıltısı ve yaptığı ince yorumlarla tam bir İstanbul beyefendisi ve de hikmet ehli bir zat olduğunu hemen belli ediyor. Programdan sonra yanına gidip tanıştığımızda, kendisine “nasılsınız, neler yapmaktasınız” diye sorduğumuzda verdiği şu cevap bizi uzun uzun düşünmeye sevk etti: “Ben hakikat âşığıyım, nerede bulursam onu alırım.”  Neyse efendim bu konu bahsi diğer. Seminere dönecek olursak, konuya son derece vakıf olan Ekrem Demirli, dimağımıza İslam irfanının balından bir parmak çalarak bizi gerçek dünyanın bağrına yeniden bıraktı dersek zannedersem abartmış olmayız. Cevaplanan onca sorumuz bir yana, açılan yeni ufuklarla belirginleşen daha başka bir sürü sorunun bizi bir süre daha yoracağı ve başka ufuklara yelken açtıracağı yanımıza kâr olarak kaldı.

Böyle bir girizgâhtan sonra, merakını celbetmeye çalıştığım sevgili okuyucuyu, dikkatle tutmaya çalıştığım seminer notlarını, doğrudan hocamızın dilinden çıktığı şekilde sizlerle baş başa bırakmak istiyorum. Zira birazdan okuyacağınız derin mülahazalar arasına girerek akışı bozmak ve okuyucuyu kızdırmak hiç de işime gelmez. Son olarak burada serdedilen fikirlerin zihnimizdeki elekten bir kısmının geçtiğini, diğer bir kısmının ise elekte kaldığını belirttikten sonra sizleri “İnsanın kim olduğu ve varlıktaki yeri” adlı seminerle baş başa bırakıyorum.

Namazın anlamına bakarken, namazdan olmamaktır esas olan

Ekrem Demirli önce bir tespit cümlesiyle sunumuna başladı ve arkasından şunları ekledi: “İnsan delildir Allah’ın varlığına… İnsan kelimesini anlatırken İbn Arabî şöyle der: ‘İnsan ünsiyet kökünden türer der bazıları. Diğer bazıları da der ki insan kelimesi nisyandan türer.’ İbn Arabî uzlaştırma yeteneği çok iyi olan bir âlimimizdir. Ümmetin bir kısmı ünsiyet, bir kısmı nisyan diyor. ‘Acaba bunlar arasında bir bağ olabilir mi’ diye soruyor. Ünsiyet bilmek, tanışmak demektir. Yûnus Emre, ‘Gelin tanış olalım, biliş olalım’ demiştir, bu ünsiyettir. İnsan bu iki anlama da gelebilir. Kelimenin bir yanını savunacağız diye öbür tarafını atmamalıyız. İbn Arabî nisyan ile ünsiyeti bir araya getiriyor. İnsan unutan/bilen varlıktır, kişidir. Nisyan ise çok geniş anlamlı bir kelimedir. Unutmak kelimesini doğru anlamıyoruz. Unutmak şöyle bir insan anlayışına dayanır: ‘Bizde bir bilgi var ve biz onu kaybettik.’ Unutmayı cahillikle eş anlamlı kullanan Platon’dur. Cehalet nisyan demektir. Cahil nisyan etmiş olandır yani. Aslında o bilgi onda vardı, sadece unuttu. Öğrenmek ise hatırlamak demektir. Cehaletin unutmak, bilmenin hatırlamak olduğu yerde başladı metafizik.”Ekrem Demirli

Bu girişten sonra düşüncenin geniş ve zengin bir olgu olduğundan bahseden Ekrem Demirli, İbn Arabî gibi kişilerin farklı kültür havzalarını bir araya getirip kaynaştırabildiğini ve bunun düşünce geleneğimizde çok önemli bir yere sahip olduğunu belirterek İbn Arabî’nin şöyle dediğini aktardı: “Biz unutmaya artık cehalet, öğrenmek dediğimiz şeye ise hatırlamak diyeceğiz.”

Tasavvufun çok geniş bir alan olduğunu ve içinde mücahedelerin, zikirlerin olduğunu ve bunların insanı kemale ulaştırdığını söyleyen Demirli, Yaşar Nuri Öztürk’ün şu tespitini aktardı: “Cehd: İnsanlarla savaşmak; eğer düşünürsek bunun manası cihat olur. Nefse karşı savaş haline getirirsek mücahede olur. Gayretimiz entelektüel alanda olursa bu sefer de ictihad olur.”  “Bu çok önemli bir tespittir” diyen Demirli şunları ekledi: “Çünkü kendimizi içine katmadığımız bir eleştiri tasavvufun içine girmez. İslam’ın ana kavramlarından biri cehd kavramıdır. ‘Kim bizim yolumuzda cehd ederse onu maksadına ulaştırırız.’ Bu cehd nefisle savaşımızı, ahlakî mücadelemizi, entelektüel gereksinimimizi giderir. Tasavvuftaki mücahedenin ortak adı zikirdir. Cihat ve zikir kavramını doğru anlarsak dinî bilgimiz yoluna girer. Bir kavramı doğru anlarken anladığımıza ilave olarak bir şeyler öğrenmek de gerekir. Namazın anlamına bakarken, namazdan olmamaktır esas olan. Tasavvufta bir şeyi ele alırken artı bir şey olması lazım gelir. Zikir hatırlamak, yâd etmektir: ‘Allah’ı unuttuğunda onu zikr eyle.’ Zikr ile nisyan zıt anlamda kullanılır. Zikr hatırlama eylemidir. Zikrin hakikati demek, gerçekten bir şeyi hatırlamak, başa dönmek demektir.”

İnsanı insan yapan Allah’a giden yolculuğudur

Zikir ile ilgili bu açılımları serdeden Ekrem Hocamız, konuşmasına şöyle devam etti: “Âlimlerin birisi dedi ki, insan unutmaktan gelir; diğeri de dedi ki, insan hatırlamaktan gelir. İbn Arabî ise şöyle dedi: ‘Aslında insan ikisinden de gelir çünkü onda bu ikisi de vardır. Bir şey öğreniriz, başka bir şeyi kaybederiz. Âlem kevn ve fesat âlemidir. Bütüne sahip olmak diye bir şey yoktur. Bunların ikisi de rahmettir. Cehalet de rahmettir, öğrenmek de.’ Kur’an’da şu ayetler geçer: ‘Biz emaneti göklere ve yerlere sunduk kabul etmedi. İnsan ise onu yüklendi.’ ‘İnsan yüklendi’, bu cümle önemlidir. Bir başka ifadede ise şöyle geçer: ‘İnsan zalim ve cahildi.’ Sonra bir başka ayette melekler şöyle der: ‘Yeryüzünde bozgunculuk çıkartacak birini mi yaratacaksın?’ Melekler nereden biliyor mevzusu bahsi diğer, daha önemli olan ise, insan daha doğmadan önce zalim ve cahildi. Bu nasıl oldu? Tamam, Allah her şeyi biliyor, bunu bir kenara koyalım. İbn Arabî bu konuyu farklı ele alıyor. Hıristiyan ilahiyatı bunu doğarken sırtımızda kırk kilo yükle doğuyoruz şeklinde anlamıştır…”

Konuşmasında yer yer konudan biraz uzaklaşarak, kendi düşünce dünyasına yön veren isimlerden ve onların eserlerinden bahseden Ekrem Demirli, Muhammed İkbal’in Cavidname’sinin önemi hakkında şöyle dedi: “Cavidname 20. yüzyılda yazılmış, İslam metafiziğini ele alan en önemli kitaptır. Kitabın altı çizilmesi gereken en önemli özelliği ise Muhammed İkbal’in hâlâ İslam metafiziğine umut bağlıyor olmasıdır. Cavidname, miraciye yani namaz demektir. Miraç üzerinden bir insan inşa etmeyi önerir bu kitabında bize. Namaz üzerinden bir toplum inşa etmeye çalışır, tıpkı Sezai Karakoç’un şöyle demesi gibi: ‘Seccadeden medeniyet üretmek.’ İkbal bize miracı anlattı. İnsanı insan yapan Allah hakkındaki bilgisidir. İnsanı insan yapan Allah’a giden yolculuğudur. Bu çağdaki entelektüeller Muhammed İkbal’e çok şey borçludur. İkbal 1910’lardan bakıyor. İstiklalini kazanan bir Türkiye var, bir de Afganistan. Müslüman âlemdeki moral bozukluğu had safhadadır. İkbal ki Avrupa’yı da gördü; hem de Almanya’yı Almanya olduğu zamanda gördü. Bütün bu gördüklerinden sonra İslam bu, böyle olmaz diyebilirdi. Ancak o dedi ki, ‘Ey Müslümanlar, siz Allah’ı tanımadınız. Eğer onu tanısaydınız böyle olmazdınız.’ İkbal tarzında bakan 2. bir kişi olmadı.”

Konuya kaldığı yerden devam eden, insanın zalim ve cahil olmasının nasıl anlam kazalarına uğradığını Müslüman ve Hıristiyan perspektiflerinden anlatmaya çalışan Ekrem Demirli, Muhammed İkbal’in bu konuyla ilgili düşüncelerini aktararak sunumuna devam etti ve şöyle dedi: “Hıristiyanlar bu günahkârlık ve suçluluk meselesini yanlış anladılar. Müslümanlar da yanlış anladı. Âdem ve Havva bir günah işledi, bu bize de yüklendi. Hıristiyanlar şu iki şeyden çıkamadılar: 1) Bu günahı onlar işledi ise bize nasıl sirayet etti? 2) Tanrı oğlunu çarmıha neden gerdi? Bu bağlamda, ‘Sadece insan kötüdür demek yetmez, tabiat da kötüdür. En iyisi dünyaya gelmemek. Bıraksalar gelmezdik zaten. İntihar da yasak. En iyisi el etek çekelim. İnziva hayatı yaşayalım.’ dediler. Hıristiyan düşüncesi böyle algıladı meseleyi.

Cavidnameİkbal diyor ki: ‘Bu ayetlerin bu manaya gelmemesi lazım. Biz deriz ki, beşerdir yapar. İnsandır yapar. Bu cümleyi normal şartlarda kötüye kullanmaya teşniyizdir. Kimse ilk söylendiğinde olumlu bir mana yüklemez ‘İnsandır, yapar’ cümlesine. ‘İnsandır, yapar’ düşüncesi olumsuz bir bağlamda kullanılmıştır: ‘İnsan ise yapar.’ Ben diyorum ki insan ise yapmaz. Bu şu demektir, biz şöyle cümle kurarız, ‘Adam melek gibi.’ Şunu yapar, bunu yapar. Hâlbuki melekler çok fiil bilmez, onlar tesbih ederler ve verilen görevi yerine getirirler sadece. İnsan kelimesini nasıl yücelteceğimizi bilmediğimiz için melek diyoruz…”

“İnsandır yapar & İnsan ise yapmaz” metaforu üzerinden devam eden hatip, İbn Arabî’nin bu iki cümlenin birleştirilmesi istediğini belirterek sunumuna şu açılımlarla devam etti: “Bu metaforu birleştiren İbn Arabî’dir, o ister bizden bu iki cümleyi birleştirmemizi. Bunun anlamı yapsa da yapmasa da insandır tezine vurgu yapmaktır. Katil de insan, hırsız da, Hz Peygamber de. Buradan öğretmek istediği şey şudur: ‘Bu hakikat-i Muhammediye var ya, aslında hakikat-i insaniyedir.’ Gerçek insandır.”

Bizim insandaki nisyan ve ünsiyeti bir arada görmemiz lazım

Burada Ekrem Demirli, İbn Ârabi’nin yorumu istikametinde düşünmemizi salık vererek konuşmasını şöyle sürdürdü: “Nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi muhlime, nefsi mutmainne, nefsi radiye. Hangisi daha baskındır? Nefsi emmare: Emredici nefis. Nefis kötülüğü emreder. Nefis her zaman emredicidir. Bazen hayrı, bazen şerri emreder. Hz Ali diyor ki: ‘Bu içki yasaklandı ya, ola ki elim değerse içine, o elimi keserim.’ Ne kadar katı bir tavır bu. Hz. Ebu Bekir’in lakabı sıddıktır. Efendimiz miraçtan geldi, insanların bir kısmı dinden çıktı. Ebu Bekir’e bu olayı sorduklarında, ‘kim dedi bunu’ diye sormuş, ‘Muhammed’ cevabını alınca şöyle demiştir: ‘Muhammed dediyse doğrudur.’ O kadar buyurgan bir nefsi var ki peygamberi tasdikten başka bir şey yapamıyor. Nefsi emmaredir bu. ‘İnsan çiğ süt emmiştir, aman kimseye güvenme.’ Bunlar söylenegelen şeylerdir. Müslüman ahlakçılar der ki: ‘Eğer bir topluma güvensizlik girerse anarşi çıkar.’  İnsana çalınmış değerini veren dindir. ‘Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız’ demek, ‘Sadece senin karşında değersiz oluruz’ demektir: Senin karşındaki yerimiz en değersiz olan yerdir. Aslında en değerli olduğumuz yer. Din insana çalınmış değerini verendir. İnsanı, insan kılan dindir.”

Dinin insan üzerindeki önemini ifade eden Demirli, İbn Arabî’nin konu üzerindeki mülahazalarını açıklamaya devam etti: “Muhyiddin İbn Arabî diyor ki: ‘Bizim insandaki nisyan ve ünsiyeti bir arada görmemiz lazım. İnsan hırsızlık yapar-yapmaz. İkisi de insan. Eğer gerçekten ‘insan yapar’ cümlesini ‘yüzde elli yapar yüzde elli yapmaz’ diye düşünürsek İslam irfanının kapısından girmiş oluruz. Bu oluşmadığı sürece insan bahsini anlayamayacağız. Bunun sebebi Hıristiyan düşüncesidir. Tabiat müthiş bir şeydir. İnsanın kaçırdığı budur. İnsanın beden tarafı tabiattır. Biz bedeni anlamadık, dolayısıyla tabiatı da anlamadık. Ahirete gittiğimizde bedenin, senin küçük gördüğün bedenin şahit olacak sana…”

Ekrem Demirli tabiat bahsinde şunları da ekledi: “Tabiat kelimesi önemli. Hıristiyan düşünürler diyorlar ki, ‘insan tabiatı kötüdür.’ Bu aslında kadın-erkek problemidir. Tabiat mevzusu kadın-erkek ilişkisinde düğümleniyor çünkü. Hıristiyanlık diyor ki, ‘Kadından kaçacaksın, kadın günahın sebebidir.’ Müslüman düşünürler şöyle soruyor bunun karşısında: ‘Tamam kaçalım ama insanlar nasıl çoğalacak?’ Şükür ki Hıristiyanlık, İslam’ın tesiriyle biraz düzeldi. Geçmişi daha katıydı. Şöyle devam ediyorlar sormaya: ‘Eğer sizin dediğiniz doğruysa evlilik, çalışmak, tabiat kötü bir şeyse Cenab-ı Hakkın muradı bizim çoğalmamamızdır.’ Hıristiyanlar şöyle cevap veriyor: ‘Tamam insanlar evlensin ama amaç haz olmasın, sadece çocuk için evliliğe izin verilsin.’ Bu çarpık düşüncelerinin sebebi şudur, onlar ‘İnsan cahildir’ cümlesini doğru anlamadılar. Müslüman düşünürler dediler ki: ‘Tabiat doğrudur, güzeldir ve tamamen Allah’ı zikrederler.’ Yûnus Emre dedi ki: ‘Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni.’ İbn Arabî bize tabiatın Allah’ı zikreden varlıklar olduğunu gösterdi. Dünya insana hamiledir. İnsanı dünya yetiştirecek. Çağımızın Müslüman entelektüelleri çok iyi anlamalıdır bunları.”

Allah’ın var olduğunu bilmek bir olduğunu idrak etmekle anlam kazanırEkrem Demirli

Futuhat-ı Mekkiye’den de bahseden Ekrem Hoca, oradaki bir hikâyeyi anlatarak sunumuna renk kattı ve şöyle dedi: “Dünya ile ahiret aralarında bir diyalog yaptılar. Ahiret dedi ki: ‘Senin bir kıymetin yok. Dünya yakın demek, süfli olan demek. Peygamberler bende, hazineler bende.’  (Tin suresinde geçer: “Aşağıların en aşağısına indirdik.”  En aşağısı dünya, en yukarısı cennettir.) Bu diyaloglar önemlidir; cennet önde gibi duruyor değil mi? Bakarsınız dünya kazanır, çünkü mevzu Allah’’tır. İslam irfanında cümleler bitmez. Dünya der ki: ‘Sen nerden geldin. Sen öyle bir şeysin ki yaratılanı gönderdin. Öyle bir oldun ki o oralara sığmadı. Hâlbuki bu dünya ne kadar sabırlı bir dünyadır.’ Muhyiddin İbn Arabî sürekli bir şeyleri konuşturur, maksat hep Allah’tır ama.”

Bu kısa veciz hikâyeden sonra Allah-insan-tabiat arasındaki ilişkilerden hareketle şunları konuşmasına ilave etti Ekrem Demirli: “Allah her yerde, her kişidedir. ‘Dünya kötü, tabiat kötü’, bu cümleleri değiştirmemiz lazım. Böyle düşündüğümüz sürece meseleyi anlayamayacağız. İnsan kötüyse, zalimse, o zaman manastır hayatı en doğru çözüm gözüküyor. Hâlbuki İbn Arabî diyor ki: ‘Şu tabiata çıkınca Hamd seslerini dinlemekten âmâna geliyoruz. Tabiat dediğiniz şey Ez-Zahir isminin tecellisidir. Ruhumuz ise El Batın isminin tecellisidir. İnsanda bir çelişki, tezat vardır.’”

Ebu’l Utahi’nin bir mısrasıyla konuyu farklı bir alana taşıyan Demirli, bu mısra üzerinden şu noktaya dikkat çekti: “ ‘Her şeyde ona ait bir ayet var ve onun bir ayet olduğunu gösterir.’ Bu Ebu’l Utahi’nin bir cümlesidir. Ona göre Hu zamiri Allah’a gider ve her şeyde Allah’ı gösteren bir ayet vardır. ‘İslam’ın temel kavramı tevhittir. Yahudilik Sebt kavramına dayanır. ‘Seçilmişliktir ya da’ der Birûni. Hıristiyanlığın ana kavramı teslistir. Her şey teslisi kapsar. İslam’da en önemli konu Tevhittir. Bu normalde izaha muhtaç bir varlıktır. ‘Allah var’ demek yetmiyor. Bir de ‘tek’ diyeceksin. Tevhidi anlamak varlıktaki gayemizdir. Allah’ın varlığını bilmek, Allah’ın hikmetini bilmektir. Bizim zihnimizde vahdetle vücut aynı anlama gelir. Bizim şöyle düşünmemiz gerekir: Allah varsa zaten birdir. Allah’ın var olduğunu bilmek bir olduğunu idrak etmekle anlam kazanır. Dikkatimizi Allah’ın varlığına değil, birliğine vermeliyiz. İbn Arabî’ye göre birlik sen ve Allah arasında ki, senle âlem arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Tevhit Allah’la olan ilişkidir. Öyle bir ilişkidir ki Allah’ın bir olduğunu bileceğiz. Tecelli görünmek demektir.”

İbn Arabî’nin insan ilişkilerinden bahseden Demirli onun şöyle yaptığını ifade etti: “O kimseyi öyle bir başına bırakmaz, sürekli olarak insanlara hakikati anlatmaya çalışır, bu peygamber geleneğidir çünkü.” Bu anekdottan sonra İbn Arabî’nin Allah’ın bizim üzerimizde nasıl tecelli ettiğinden bahsederek sözlerini şöyle sürdürdü:  “Allah göründü, Cenab-ı Hakk’ın fiili bir yerde ortaya çıktı. Bir yerde fiili göründü ve bir çocuk doğdu, bir yerde fiili göründü ve anne öldü, bir yerde göründü ve mevsimler oluştu. Tevhit âleme bakarken âlemin bir olduğunu anlamak demektir. Gönül o kadar uçsuz bucaksızdır ki sadece Allah sığar. Beyazıt-ı Bestami diyor ki: ‘Benim gönlüm o kadar geniş ki dağları denizleri içine koysanız nokta gibi kalır.’ Bu çok büyük bir şey diye yorum yaparız. Çünkü mevzuya hâlâ mekân cihetinden bakıyoruz. Ruhun sonsuzluğu cümlesini anlamıyoruz. Ruhumuz, bedenimizin ihtiyaçları karşısında pasif kalırsa olmaz. Ruhumuzun bedenimizi nasıl yöneteceğini şeriat öğretir. Ruhumuz bedenimizi yönetmeye başlarsa şunu anlarız: İnsan uçsuz bucaksız bir okyanustur. Ne varsa orada var. Bütün inciler denizde. Eğer başın ağrımasın istiyorsan kenarda kal. Bizim için çetin olan konu Allah’ın birliğini anlamaktır. Cüneyd-i Bağdadi der ki: ‘Aslında bu tevhid insanın var olmazdan öncesine giderse anlayabileceği bir şeydir. Yokmuşuz gibi olabilirsek...’

Ekrem DemirliSenin Allah’ın bir olduğunu bilmen lazım. Her şeyde bir ayet var, her ayet onu gösterir. Bu bir mizah değil. Gerçek bir şeyden, varlıkta karşılığı olan bir şeyden bahsediyorum. Nasıl ki Allah birdir, sen de birsin. El Ferd Allah’ın ismidir. Varlığımız Allah’ın varlığına, birliğimiz birliğine şahittir. Birlik demek insan için, ruh demektir. Çokluk ise beden demektir. Mesela bedenimiz unsurlardan oluşmuştur. Dört ilkeden yaratıldı, normal şartlarda dört ilkenin bir araya gelmesi mümkün değil. Biz cem olarak geldik. Cem demek; cem kelimesinin geçtiği her yere birlik kelimesini koyacağız, önce bunu belirtelim. Şu an Türkiye’de Sünniler ve Aleviler marifette eksikler. Marifet olmayınca kavga oluyor. Cem tevhit demektir. Topluluk bir olunca cemaat halini alır. Cemaat birlik demektir. Cemaatte herkes eşittir, toplulukta ise statüler vardır. Herkes eşittir cemaatte bir tarağın dişleri gibi. Biz dört unsurdan bir araya getirildik. Bunları cemaat yapan bizim ruhumuzdur. Nitekim ruhumuz intikal edince bu dört unsur ayakta kalamayacak.”

Düşüncem öyle bir şey ki yöneldiğim şeyde ruh meydana geliyor

Sunumunun sonlarına doğru konu iyice derinleşirken, eminim birçok dinleyici farklı âlemlerde geziniyordu. Durumu fark eden Ekrem Hoca esprili bir dille biraz sonra bitireceğini söyledikten sonra konuyu beden-ruh ilişkisine getirdi ve şöyle dedi: “Bedenimizle ruhumuzun ilişkisini, Cenab-ı Hak’la âlemin arasındaki ilişki olarak düşünebiliriz. ‘Kitabı açtım, okudu gözlerim; bunu ben yaptım’ diyemez. Ben diyorum ki ‘ben tek bir şeyim.’ Bu tek varlık çeşitli şeyleri icra ederek onu buluyor. Bendeki her şey ruhun aracıdır. Buradaki tezadı göremezsen Allah’ın birliğini göremezsin. Ruh-beden ilişkisi ve ruhun insanı nasıl bir yaptığını anlatır Fütuhat-ı Mekkiye. Beden çokluğu temsil ediyor. Zihnime yöneliyorum, düşünme ortaya çıkıyor. Elime yöneliyorum, tutma ortaya çıkıyor. Düşüncem öyle bir şey ki yöneldiğim şeyde ruh meydana geliyor. Ruh aslında sadece bir şey yapar, o hareketi verir, o tek şey organlarda çeşitlenir.

Her çokluğu var eden şey birliktir. Duvarın ahengi, birliğidir onu yıkmayan. Ruhumuzun bedenimizle ilişkisini doğru anlarsak Allah’la âlem arasındaki ilişkiyi de çok iyi anlarız. Varlığımız varlığına, birliğimiz Allah’ın birliğine delildir. Varlığı başka, birliği başka kategoride düşünmemiz lazım. Eğer biz olmasaydık, âlem olmasaydı tevhid meselesi olmayacaktı, tevhid insanın ve âlemin var olmasıyla olan bir şeydir. Tevhid ulûhiyetle alakalıdır. Eğer biz olmasaydık ‘Allah Muntakim ya da Razık’ dememizin de anlamı olmazdı. Allah’ın ulûhiyeti bizden dolayıdır. Tevhit insanın fiilleri ile ilgili bir meseledir. Yaşamamızla ilgili bir meseledir. Biz hayatın içinde bunu öğreneceğiz. Devletle, patronumuzla, hastamızla, doktorumuzla olan ilişkimizde göreceğiz. Ruhumuz ve bedenimiz özde birbirinden farklı. O ruhumuz ki bu bedende birden fazla amel yaptırabiliyor.”

Son olarak yağmurun bir ağacı nasıl büyüttüğünden ve bunun ruhumuz içinde geçerli olduğundan bahseden Ekrem Demirli, İbn Arabî’den yaptığı şu nakille konuşmasını bitirdi: “Eğer doğru aynalar olursa Cenab-ı Hakk’ın sanatını iyi görürüz. Bir ressam kalemini iyi kullanırsa çizicilik sanatını doğru göstermiş olur. Cenab-ı Hak hüküm verdi, hüküm sürecek. Bizim ayna olarak Cenab-ı Hakkın fiilini göstermemiz gerekir. Nasıl ki ruh beden ilişkisinde elimiz ayağımız doğru eğitilirse, biz doğru bir süreçten geçersek, bedenimiz doğru terbiye alırsa bize bakan da Allah’ı hisseder. Sadaka senden çıkar ama alan kişi teşekkürü onun gerçek sahibine verir. İnsan olarak görevimiz bir ustanın yaptığı gibi Cenab-ı Hak için tecellinin tam görünmesini sağlamalıyız. Bunun yolu ise şeriattır. Din bize Cenab-ı Hak karşısında nasıl olmamız gerektiğini öğretir…”

 

Fatıma İlhan haber verdi