“Hiç yaşamadığı bir tecrübeyi hatırlar mıydı insan? Ve bunu kaç batınına kadar yapabilirdi? Şimdi burada ve hatta ömrümün tamamında bilincimde, hissimde gezinen ellerin kaçı benimdi? Kaçı annemin, kaçı babamın ya da büyük büyük büyük dedemindi? Bazı izlerin zehrini atmaya yetmiyordu bir insan ömrü. Bu yüzden hafıza da miras kalıyordu.”
Anadolu’nun zengin kültürel mirasını, Türkçenin yöresel kullanımlarıyla harmanlayarak aynı potada bir dil şenliğine dönüştürüyor Emine Altınkaynak, bu ilk hikâye kitabında. Her biri nev-i şahsına münhasır öyküleri ve İstanbul’un farklı semtlerinden derdest ettiği yaşanmışlıkları okuyucunun beğenisine sunuyor. Dergâh Yayınları’ndan çıkan ve yaklaşık on dört adedi bulan öykü seçkisinde; konu edilen karakterler, bir gezici tiyatro ekibinin yeryüzü sahnesinde, kendi hayatlarını en gerçekçi hâlleriyle oynamak üzere toplanmış gibiler. Sahnelenen oyunların her bir diyaloğunda, kelimelerin bütünleşip aktığı tümce ırmaklarına doğru sürüklenirken zaman zaman tuvalin üstünde arz-ı endam eden sert fırça darbeleriyle soğuk duş etkisi yapıyor ve seyircisini, hikâyenin masalsı rehavetinden bir çırpıda çıkarıp dünyanın acı gerçekleriyle yüzleştiriyor. İşte o zaman dönüp duran şu fani dünyanın, aslında evvelden âhire giden seyr-ü seferinde bir yere varmadığını, sadece zamanın helezonik kıvrımlarında bir derinleşip bir sığ sularda nefes aldığımız, tekerrür edip duran sarmaldan ibaret olduğunu kavrıyoruz. Öyle bir tevafuklar dengesi içinde kol geziyoruz ki çağlar ötesinden gelen kadim mesajlar, bugünün yaşanmışlıklarında demlenerek yeniden neşvünema buluyor; çıktığımız tekinsiz yolculuklarda bize ışık tutuyor. Nitekim bizden önce gelmiş ve bizden sonra da kalmak üzere yaratılmış olan zaman, bizim mecburi ortağımız; değil midir?
“Eğer Cennet Agop’un korusundan daha güzel değilse çok kırılırım Tanrı’ya. Umut ettiğim şeyler, sizi şaşırtıyor mu? Elinde cehenneminden başka bir şey kalmamış bütün suçlular gibi içten içe hak ettiğime inandığım bir cenneti arzuluyorum. Biliyorum, beni artık ciddiye almıyorsunuz. Bu, beşinci görüşmemiz ve son ikisinde söylediklerimi kayıt altına alma gereği bile duymadınız. “Evet, sen yaptın, her şey senin yüzünden oldu!” diyecek olsanız size, “Ama…” ile başlayacak onlarca savunma cümlesi kuracağımdan şüpheniz olmasın. Sözlerime aldanmayın, azabının çırasını da, suyunu da kendisinden başka kimsenin eline vermez insan. Haydi, bir kere daha sorgulayın ve işitin; böylesini yerin kulağının dahi duymadığı en bakir alçalmayı. Size, yalnız değildim, diyorum. Bu bile suçumun bedelinin ağırlığından korkup paylaşmak istediğimi göstermiyor mu?” diye seslendiği Yeryüzü Oyunu’nda içsel bir hesaplaşmaya, okuyucusunu şâhit etmekle kalmıyor, aynı zamanda insanlığın külli kaderinde, menfi ya da müspet olup biten ne varsa onu, doğrudan payidar kılıyor. “Hiçbir Şey İçin”deki Cihan Baba’nın hikâyesinde olduğu gibi yaşamayı; kula bakan bireysel yönünden çıkarıp kolektif bir ruha ortaklık edecek şekilde geniş bir ufka çeviriyor bakışlarımızı.
Musa’nın asası değdi değeli, kızıl bir deniz olup çıktı yaşamak. Sırat şu incecik çizgi miydi ki? Cinnetle cenneti ayıran… “Bütün” bu kadar ayrı, bu kadar zerre miydi ki? Şu kopup giden yarısı ummanın, az evvel benden miydi ki? Tam buradayım, asanın ucunda. Boğmak için firavunlarımı, doğmadan gün, aynı ummanda.
Aynı ummanın kimine devlet, kimine gurbet olan veçheleriyle ve türlü şekillerde sınanan yolcuları olarak bizler, her gün farklı niyetlerle daldırıyoruz kaplarımızı kızıl bir denizin engin sularına. Kabımızın alabildiği, siretimizin genişliği, ufkumuzun derinliği nispetinde nasipdâr oluyoruz; acı tatlı meyveleniyoruz. “Niyet hayır, akıbet hayır” diyenlerle “Küçük dağları ben yarattım” diyenler, aynı geminin yolcuları evet; insanın insanın yurdu yahut kurdu oluyor, bu akıl almaz düzende. Burada; her birimiz kendimize dolanan sarmaşık hükmünce kendi derdimizle haşır neşir olurken kimileri daldığı sulardan arada bir başını kaldırıp ufka bakıyor ve büyük resim; nasibi olana mucizevi bir şekilde parlayıveriyor. Bir sır, bir giz, bir hakikat duyuluyor ötelerden, gözden gönle akıp gidiyor. İşte bu noktada, bir duruş, bir tavır yolculuğun seyrini, niteliğini belirliyor. Dünya gurbetinde misafir olanların, emanet şuuruyla yol aldığı bu kaf-nun tezgâhında tesadüf ettiğimiz “Kendine Dolanan Sarmaşık”, yazarının kaleminden damlayan ışık huzmeleriyle güzel bir farkındalık sunuyor; durup dinleyene, kıymetini bilip istifade edene ne mutlu!