Bundan tam 60 yıl önce Safiye Erol (1902-1964) Hanımefendi’nin Peygamberimizin hayatını anlatan “Çölde Biten Rahmet Ağacı”, Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edilir. Ömrü vefâ etmediğinden eser yarım kalır. 50 yıl sonra da bir araya getirilerek kitap olarak yayımlanır. Safiye Hanım, başta Peygamber efendimiz olmak üzere ehl-i aşkın ism-i şeriflerini “erenlerin eli üstümde olsun” diyerek eserlerine taşımış. Yazdıklarından bu zat-ı şeriflere ne büyük aşk ve muhabbet beslediğini okurken hissediyoruz. Bir yazısında da “Uluların kelâmını dilde, zihinde, gönülde dolaştırmak bile insanı sorumlu kılıyor” demiş. Rifaî yoluna müntesip âlime bir dervişe. Kaleme sığmayan aşkı, şevki ve gönül muhabbeti bize Erzurumlu Emrah’ın şu kıt’asını hatırlattı:
Cânâ bizim esrârımız imlâlara sığmaz
Binde biri yazılsa da inşâlara sığmaz
Aşıkda olan derd-ü meşakkat gam-ü mihnet
Neşrolsa eğer kûh ile sahralara sığmaz
Safiye Erol’a “Pirdaşım, aziz ve sevgili arkadaşım” diye hitap eden Samiha Ayverdi Hanımefendi zahirde ve manen onu çok güzel bulduğundan, “Ey Keşanlı güzel” diye başladığı kitabın önsözünde şunları söyler: “ Gönül gözü göreceğini görmüştü. Zâten hiç hilâf demez yalan bilmezdi. Gördüğünü de rast görenlerden bildiğini tam bilenlerden, inandığına tam iman edenlerdendi. Ona sevdiğini kavî sevenler kafilesinden de denirdi. Çağrıldığı yere gitti. İnsanoğlu, bir kere oraya çağrılmaya görsün. Ayağı yoksa başıyla da gider. Gitti. Ve girdiği kapının eşiğinde dünyasını bırakıp dışarıya tertemiz çıktı. Gözlerindeki bağ çözülmüş, yıllar boyu, demir asâ, demir çarık, sağda solda, yerde gökte, sevgide sevgilide aradığını bulmuş, bilmediğini öğrenmiş, cânı da cihânı da bir pula satıp, ebediler içinde ebedileşmişti”
Samiha Ayverdi, “Rumeli evliyası” olarak gördüğü Safiye Erol’un annesini bir makalesinde şöyle tanıtmaktadır: “Keşanlı İkbal Hanım, bu Bektaşi dervişi, geceyi gündüze katan bir şevk ve iman ile dopdolu ise de, kızı gibi yıllar yılı mürekkep yalamış değildi. Fakat asırların birikintisi olan öyle bir şifahi bir bilgi dağarcığı vardı ki, yanık gönlü, bereketli bir irfan ve iman zemininden kana kana içtiği muhabbet ile, Allah karşısında olsun, hesap verme alışkanlığı ile arınmış, cilalanmış, bir iç nizamın, örfün, âdetin ve tarihin, hamasetin kolu kanadı altında olmak şerefini baş tacı etmiş bir müstesna kadındı”.
Kubbealtı ekolünden Edebiyatçı yazar Prof. Dr. Kazım Yetiş Hoca, hazırlamış olduğu Türk Edebiyatı kitabının 1.nci cildinde Safiye Hanımın eserlerini tahkik ederek “Sanatçı muhayyilesini” son derece mükemmel bulur. Pek çok meseleyi az kelamla sade ve mükemmellik içinde okuyucusunu sıkmadan anlattığını söyler.
“Hele Yavuz için tek bir kelime söyledi: Zelzele”
“Yavuz Sultan Selim’i anlatabilmek pek kolay olmasa gerek. Fakat sanatkâr muhayyilesi bir kelime bulmuş ki gerçekten onu tam vermektedir. Yalnız bunun anlaşılması gerekir. Nitekim yazar bize yardım ediyor. “Önce anlayamadım. Düşüne düşüne buldum. Demek istiyordu ki Yavuz, durmadan deprenen toprak gibiydi. Değil rahat ve huzur onun karşısında ayakta durabilmek bile imkânsızdı.”. Hemen ifade edelim ki bu açıklama yapılmasa idi belki daha iyi olurdu. Çünkü açıklama ile biz kelimeyi istediğimiz kadar düşünmekten alıkonuluyoruz. Sanırım yazar depremin menfi anlamlarından Yavuz’u korumak için böyle bir açıklama yaptı. Evet belki depremin menfi anlamları vardır. Fakat hareketi, gücü, kısa süreli oluşu, tabiatı sarsışı, kaçınılmazlığı gibi bir yığın vasfı var ki, bunlar Yavuz’da da bulunan niteliklerdir. İşte bütün bunları Safiye Erol’un muhayyilesi tek kelimede toplamıştır”.
“Ona Fatih’i sordum. Dedi ki: “Yeryüzünde daha mükemmel bir insan yoktu. Beşer cinsinin övünü ve süsü olan bütün meziyetlere, bütün kudretlere, sultanım bir mihrak noktasıydı. Ben ne başardımsa hep onun eseridir. Onun büyüklüğünden bana da bir hava sindi. Ayağının tozu, değdiği şeyi kutsileştirirdi. Dünya durdukça insanlar onunla övünsün.
On üç yaşında iken gittiği Almanya’dan yirmi sekiz yaşında bir felsefe doktoru olarak dönen Safiye Hanım, bir röportajında şöyle der: “Henüz on üç yaşında iken, içime büyük bir romancı olmak arzusu doğmuştu. Bir gün ecnebi olan profesörüm bana; “Sen Türklerin Selma Lagerlöf’ü olacaksın” demişti: Almanya’dan İstanbul’a döndükten sonra, ilk eserim Kadıköy’ün Romanı’nı 1935’te neşrettim.
Kazım Yetiş Hoca, çocuk yaşlarda Almanya’da eğitim gören ve batı dillerini de bilen Safiye hanımı şöyle vasfeder: “Rahmetli Cemil Meriç okumayı, “iki ruh arasında âşıkane bir mülâkat” olarak tarif ederdi. Belki de bu kitapları ve bazen bazı yazarları daha çok benimser ve onlarla beraber olmak isteriz. İşte Safiye Erol kendisinden bıkılmayan bir yazardır. Tanzimat sonrası Türk fikir ve edebiyat hayatında bu tür yazarlar yani hem batıyı, batı felsefesini iyice ve yakından bilen, benimseyen, heyecanını duyan aydın ve yazarlar maalesef pek ender yetişmiştir. Tabi bütün bu bilgi, iman ve heyecanın yanında ölçü ve endazeye de ihtiyaç vardır”.
Yazımızın başında geçen Çölde Biten Rahmet Ağacı’ndan bir bölüm paylaşmadan önce “Peki nedir Çölde Biten Rahmet Ağacı?” sorusunun en güzel cevabını Kazım hocadan okuyalım: “XX. Yüzyıl insanının gönlünde, kalbinde uyanacak rahmet ışığı ve bereketi. Klâsik bir siyer değil, bir naat, bir miraciye, bir hilye değil. Hepsinden izler taşıyan âlemlerin sevgilisi için, İslâm için, iman için, insan için serenat. Çevre öyle çöl, öyle dikenlerle dolu ki yazar onlara cevap yetiştirmekten kendini alıkoyamaz… Hatta Peygamber’in hayatını bile tamamlayamaz. Hicrette kalır. Aradaki gönül taşkınlıklarıyla gönüllerimizi ılık, ılık ısıtır. Elbette bir tarih, bir bilgi yığını değildir. Esasen insana bilgi değil aşk gerekir. İlim bir kıl ü kal imiş. İşte yazar bize bu aşk deryasından içmeye davet ediyor”.
“Sanatkârın bir hadiseyi, bir macerayı yaşama tarzı, şahsi yaşayışının fevkindedir. Ben bir eserimde bir aşk hicranını tarif ederken, o hicranı bütün şark kadınları namına yaşadım” diyen Safiye Hanım’ın bu eserinde İslam kadınlarından iktibaslar yaptık.
Bizim nezdimizde bir kitaptan bahsederken orada geçen bir cümleyi, bir güzel sözü, bir şiiri iktibas etmek yemeği hem tarif edip hem de tadarak lezzetini anlamak içindir. Güzel kelâmı, güzel bir hâli gönüllere nakşetmek içindir.
Kitapta Kadınlar bölümünde daha o yıllardan zamanımızın tablosunu şöyle çizer Safiye Hanım: “Resûlulah derecesinde kadını anlayan, seven, ona karşı mürüvvetli ve hürmetli olan bu dehayı yeryüzü bir daha görmedi. Nisâ sûresi 34: “Erkekler kadınların koruyucusudurlar. Çünkü Allah onları üstün kılmıştır. Zîra onlar mallarından sarf ederler. İyi kadınlar itâat edicidir”.
Ne yazık içtihat kapıları kapanmış. Belki günün birinde Hak erenlerden bir müçtehit gelir ve yukarıdaki âyetlere şöyle bir tefsir verir: “Kadınla erkeğin münâsebeti, Tanrı buyruğu ile değişe değişe deveran eden sosyal, politik ve ekonomik şartlara göre iki cins arasında en sağlam uzlaşmayı temin edecek tarzda ayarlanmalı; her hâl ü kârda erkek civanmertlikle kadın yumuşak başlılığı ile hareket etmelidir”.
Zihnimde türlü şeyler kurmaya mecbur kalıyorum, çünkü zamanımızın tablosu şudur: Erkek kadına diyor ki:- Ben seni besleyemem, hayat müşterek sen de çalış, eve para getir. -Peki akşamları işten dönünce ortalığı temizle, yemek pişir, ütü yap…-Peki. -Aman çocukları ihmal etme sakın, küçük öksürüyor, büyük de galiba okuldan kırık not getirecek. Sen bunun derslerini kontrol etmiyor musun, Allahaşkına?..-Peki.- Bana bak ben erkeğim, bana âhiret suali sorma. İstersem şer’i nikâhla senin üstüne ortak getiririm, âyet-i kerîme var.. Erricâlü kavvâmün…” vs.
“Namzet oldukları çileleri çekenler, lâyık oldukları mutluluk tacını nasıl olsa giyerler”
Safiye Erol Hanımefendi, Hz. Hacer’i anlatırken de kadın ve erkeğin yaradılış gayesini yerli yerine oturtmaya çalışır:
“Hâcer’le iki yaşındaki yavrusu İsmail kızgın kumlar üstünde zârı zârı ağlaya kaldılar. Su bulmak ümidiyle bir çılgın gibi Safâ dağından Merve dağına döğünerek seğirten ananın dişle, tırnakla, kanla canla didişmesi Müslümanlıkta bir örf oldu; şimdi de hacılar iki tepe arasında yedi defa gider gelirler. Ana, bu ölüm kalım savaşında çırpınırken küçük İsmail de kızgın çölü ayağıyla tepti. Zemzem suyunu fışkırttı. Sonra kuşlar, pınara üşüştü, sonra Arap kabilelerinden Cürhümoğuları geldi. Çöldü, vaha oldu; vaha idi, şehir ve medeniyet merkezi oldu. Halil İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte orada Kâbe’yi bina etti. Kâbe yeni insanın sembolüdür. Erkeğin kahramanlığı bir çeşit, kadınınki başka çeşittir. Erkek çığır açar, devlet kurar, kitleleri idare eder, kadın gelecek kuşakları kalıba döker.
Hz. Hatice validemizden bahsettiği bölümde de Safiye Hanım Müslüman kadınların vasıflarından şöyle bahseder:
“İslam kültürü, İslam tasavvufu, İslam sanatı olduğu gibi başlı başına bir de Müslüman aşkı ve Müslüman izdivacı vardır. En ince itina ve ihtiyatla perdelenmiş bir mahremiyet içinde geçer. Bu macera sırdır ve sır kalacaktır. Olsa olsa Müslüman ruhların tabi olduğu bir kanundan bahsedilebilir ki, ona da evvelce dokunmuştum. Sadece nüfus kayıtları ile değil hakikaten ruhları ile Müslüman olan kadınlar bilerek veya bilmeyerek eşlerinde Peygamberimiz(in) vasıflarının izlerini ararlar, buldukları nisbette mesut, bulamadıkları nispette bedbaht olurlar. O vasıflardan nişane taşımayan birinin eline düşmüş bir kadın kazaya uğramış sayılır. Her ne pahasına olursa olsun kendisini koparıp geri almaya mecburdur. Müslüman kadınları böyle bir Tanrısal yasaya uyruk oldukları gibi kadınlıklarına gerçekten sahip olmak isterler…”
Halil Açıkgöz Hocamızın Kubbealtı Akademi Mecmuasındaki bir makalesinden öğrendiğimize göre; Safiye Hanım Peygamber Efendimizin, Hz.İsa’nın, Hz. Musa’nın, Budha’nın annelerini de yazmak istiyormuş.
“Makaleler” kitabının annelerden bahsettiği “Cennet Nerede” başlıklı yazısından bir parça nakledelim:
“Uzun sözün kısası: Cennet annelerin ayakları altındadır. Söyleyen vaktiyle söylemiş. Mânâsını incelemeğe kalkarsak ciltler doldurmak lâzım. Şimdilik bir iki noktacığı ile kanâat edelim. Akla ilk gelen sual: Bu söz anne şefkatinin kaynağından mı, yoksa yavru aşkının devâsız iptilâsı nöbetinden mi söylendi? Ama bu tür araştırma yersiz olsa gerek, söz peygamberimizden geliyor, yâni ilâhi bir hakikatin tek cephesini değil, bütününü açıklıyor. Ana-yavru arasında gözle görülen âşikâre muamelenin perdesi altında hepimiz zaman zaman hissetmişizdir ki, su sızmayan bir sır var. Belki de ölüm-dirim sırrının tâ kendisi. Annelerimizden doğarız, fakat onlardan kopmuş olmayız; sütten kesiliriz, fakat yine onlardan velev kokularını olsun besi çekmeğe devam ederiz.
Çok küçük bir çocuktum her halde, belki üç dört yaşında. Allah’ı tutturmuş olacağım. Annem dedi ki, Allah herkesten herşeyden büyük.
-Allah’tan sonra kim gelir, dedim. Cevap verdi:
-Peygamber.
-Ondan sonra kim gelir, dedim.
-Pâdişah. (O devrin devlet reisi).
-Ondan sonra kim gelir, dedim, cevap verdi
-Evliyâ.
Halbuki altı yaşından başlayarak hep ecnebi mekteplerde Garp dilleriyle okudum, tahsilimi de yine Garp memleketinde ikmâl ettim. Ama bileceğimi biliyordum. Annem babam bana kendi dünyalarını (İslâm dünyasını) bir çırpıda ve tamamı tamamına aktarmışlardı. Üstünden tufan geçse değişmez.
Din terbiyesinin niçin aleyhinde bulunuyorlar anlamam. Bazı kimseler fazilet öğrenmek için dine ihtiyaç yok, Allah ve Peygamber mefhumlarnı öğrenmesek de olur, diyorlar. Soruyorum: Hak, vicdan, ahlak mefhumlarını da öğretmeden olur mu? Yoo… Onlar lâzım, diyorlar. Âdeta meyvasını yiyip ağacını inkâr etmeğe benziyor.
Bana kalırsa derim ki: Ey felek! Allah’sız, Muhammed’siz dünyayı al, başına çal!..”
“Elveda” başlıklı makalesinde de çocukluğundaki ramazan ve bayramları anlatır:
“Rahmetli annem bana eski Trakya hanımlarını anlatırdı, nasıl taze bir şevkle ramazan hazırlıklarına başlar, kıyı bucak temizlik yapar, kiler eksiğini hesağlar, ev içinde aşağı yukarı salınırken ilâhiler okurlarmış”……yine geldi üç aylar içinde hanımlar elbiselerine de her zamandan fazlaca çeki düzen verir, başlarına seçme oyalı yemeni ve kreplerini bağlarlarmış. Nafile namaz, oruçlarla mübarek günlere karşılayıcı çıkan ev hanımlarının yüzünde pâre pâre nurlar uçuşurmuş. Nefsin mahrumiyeti demek olan oruç, gönülleri o kadar sarmış bulunurmuş kidünya değişir, cenneti andırmak istidâdını gösterirmiş. Niyâzi Mısrî’nin zaten gerçek olan sözü bir kere daha gerçekleşirmiş.
Bu san’atı kim bilir bu kudreti kim görür
Bu vuslatı kim bulur cenk ü cidal içinde
Anadan babadan gelen telkinlere uyarak ve etrafa bakarak ben, yaşımın müsaadesi olmadan oruç tutmağa özendim, tuttum da. Mâni olmak için beni sahura kaldırmazlardı. Bütün gün durmadan açık havada oynamış bir afacanın uykusu ne demektir? Davulu duyar ve çok çetin savaşa başlardım. Uyku lezzetiyle ramazan muhabbeti arasında didik didik yıpranırdım. Vücudum gecenin yumuşak akan lâcivert sularında bir ceviz kabuğu gibi sallana çalkana uykulu giderken gönlüm; göklerin sesini utandıracak bir ihtişamla gümbürdeyen davuldan uyanırdı. Sanırdım ki, Peygamberimiz ortalarda dolaşıyor ve bu davul sesi onun nâbız ahengidir”.
Safiye hanım şöhretten uzak, sessiz yaşamış. Onun bu sade hayatı, bir bakımdan çok sevdiği hürriyetine de engel olmaması içindir. Öyle ki, vefatından pek az kişi haberdar olur. Kırk sene sonra Kubbealtı Neşriyatı tarafından eserleri bir araya getirilerek bir külliyat oluşturulduktan sonra tanınmaya başlar.
Vefatının 59.yıldönümü vesilesiyle ârife ve zarife İstanbul hanımefendisi Safiye Erol ve ism-i şerifi geçenlere rahmet niyazı ile Fatihalar gönderiyoruz. Hayata olanlara da sıhhat ve afiyet temenni ediyoruz.