İmamlar, vaizler, müftüler niçin edebiyat ve üslûp bilmelidir?

Padişah bir rüya görmüş. Ancak yorum yapamadığı için rüyadan bir mânâ çıkaramamış. Bir rüya yorumcusunu çağırmış, rüyasını anlatmış ve yorumlamasını istemiş. Yorumcu: “Padişahım demiş, annen ölecek, hanım sultan ölecek, abin ölecek, ablan ölecek, üç kız kardeşin hepsi ölecek, iki oğlun, dört kızın hep ölecek, hepsini ellerinle toprağa vereceksin” demiş.

Padişah celladı çağırmış, bunun önce dilini sonra da başını kesin, demiş.

Bu hikâye, dil ve üslup sahibi, yol yordam bilen kişinin muhatabı incitmeden her şeyi kolaylıkla anlatabileceği; ancak incelikten, nezaketten, üsluptan haberi olmayanların ise söyledikleri doğru olsa bile dilleri sebebiyle başına dert aşabileceği sadedinde anlatılır. Benim maksadım da rüya yorumcusunun birincisine örneğinin epeyce çoğaldığına şahit olmamdır.

Halil Konakçı, Nureddin Yıldız, Cübbeli Ahmet Hoca, Abdurrahman Büyükkörükçü, (sabık) Ayasofya Başimamı Mehmet Boynukalın, Mustafa İslamoğlu, İhsan Şenocak...

Bu hocalar hem kürsü sahibi hem son dönemin internet fenomenleri. Vaaz ve hutbeleri, konuşmaları video kaydı yapılan ve sosyal medyada paylaşılan ünlü hocalar. Ünlü olmalarına sebep, ilimleri ve (varsa) kitapları değil. Hitabet sanatında büyük bir maharet göstermiş de değiller.

Onları gündeme taşıyan, sosyal medyada üne kavuşturan özellikleri; yanlış anlaşılmaya müsait ifadeler kullanmaları...

Dikkat ederseniz gayet iyi niyetli bir yaklaşım içindeyim. Ellerinde olmadan, bütün itinaya rağmen dil sürçmesi neticesi meydan verdikleri bir tartışmadan söz ediyorum.

İmam Hatip Liselerinde Hitabet dersi sadece ses tonunu iyi kullanmak, vurgu, beden hareketleri ile öğretiliyor olmasa gerek. Konu seçimi, konuya uygun bir dil ve üslup da hitabetin diğer bir parçası. Dini Hitabet dersinin tamamlayıcı dersi de edebiyat dersleridir. Edebiyat da söz sanatları mecaz, istiare, teşbih başta olmak üzere Kur’an merkezli diğer anlatım inceliklerini de içerir. Yani sözde önemli olan sadece doğruyu söylemek değildir. Doğruyu, doğru kelime seçimi, doğru örnek ve ona uygun bir üslup ile de söylemek gerekir. Laf sırası geldiğinde Kur’an’ın icazından bahseden; Hz. Peygamberin (aleyhisselam) insanların akli seviyelerine göre konuştuğundan bahseden Hocalar bundan hiç nasip almadılar mı? Bu nasıl şey?

Kayda alındığı için düzeltme imkânı olmuyor. Hemen sosyal medyaya düşüyor veya takipçileri paylaşıyor.

Diyeceksiniz ki vaaz kürsüsünde konuşan kişi, hutbe okuyan hoca neden video kaydı yaptırır? Rızası dışında ise neden engel olmaz. “Özel” sohbeti “genel” sohbet yapmak isteyenler bütün insanları akılları seviyesince konuştuklarını varsayıyor olmalılar. Fakat görüyoruz ki hem her akla ve ilim seviyesine göre, hem muhataba uygun hitap edemiyorlar. Kamera karşısında sohbet etmek ne büyük bir sorumluluk ne riskli bir iş!

Cami kürsülerinde 45 dakika 1 saat içinde o kadar çok şeyden bahsediyorlar ki! Günümüz hocaları bütünlüklü konuşmada gayet beceriksiz, gayet dağınıklar. Buna çok şahit oldum, siz de şahit olmuşsunuzdur. Her şeyden, aklına gelen her konudan birkaç cümle ile vaaz eden kişiler bu halleriyle hazırlık yapmadıklarını gösteriyorlar. Nasıl olsa kotarırım güveni ile çıkıyorlar belli ki. Ve ortaya insicamdan yoksun, vakit doldurmaya yönelik bir konuşma çıkıyor.

12 Eylül öncesinde vaiz, müftü ve hatiplere mevzu veriliyor fakat ne söyleyecekleri dikte edilmiyordu. Bu hocaların hazırladıkları hutbe ve vaazlar sonra kitap olarak basıldı. Hemen bütün Türkiye’de camilerde okundu. Hiç problem çıkmadı. Tahsin Yaprak’ın Sesleniş, Ömer Öztop’un Süleymaniye’den Hitap, Ali Rıza Demircan’ın İslam Nizamı, Muzaffer Özak Efendi’nin İrşad’ı aklıma ilk gelenler.

Hitabet ile vücut dilini, jest ve mimiklerini vaaza katan hocalar ünlü oldular. Bazıları dolaylı bazıları doğrudan günlük olaylara da yer veriyordu konuşmalarda.

Bu kasetler çoğaltıldı binlerce kişi dinledi. Ancak ne davalara konu oldu ne medyaya yansıdı ne halk bu konuşulanları tartıştı. Kasetleri ile meşhur olan vaizler sansasyonel konuştukları için değil; ilmî, seri, etkili konuştukları ve de laikliğe aykırı sözleri sebebiyle meşhur idiler.

12 Eylül 1980 darbesinden sonra hutbe ve vaazlar zapt ü rapt altına alındı. Hutbeler merkezden hazırlanıp gönderildi. Vaazlar için benzer bir hat çizildi.

Günümüzde hâlâ devam eden bu uygulama öyle bir raddeye geldi ki imamlar cep telefonundan hutbe okuyorlar! Buradan Sayın Ali Erbaş’a hatırlatmış olalım. Laptoptan, cep telefonundan vaaz ve hutbe olmaz Sayın Başkan. Olmaz.

Günümüzdeki hocalar artık bu seleflerinin ilmini irfan ve edebini taşıyamıyorlar. (Edebîliği her iki anlamda kullanıyorum: Edebî konuşmak, edeplice konuşmak)

Hocalar, muhataplarına uygun konuşmadığı gibi konu seçiminde de dikkatli değiller. Dolayısıyla padişaha dilini kesin dedirtecek yorumlar yapıyorlar.

Buraya kadar istemeyerek; pot kırmaktan, çam devirmekten bahsettik.

Adı geçen hocaların bu türden sözler sarf ettiklerini görüyoruz. Düzeltilmesi çok zor olsa da özür beyan eden hocalar için az bir kredi açabiliriz. Kastımız o değildi, diyene hayır, illa benim anlamadığım şeyi kastettin diyemeyiz. Ancak özrünü kabul etmeyeceğimiz kişiler var. Onlar taammüden bile isteye işliyorlar dil cinayetini.

Kendilerini ifade edemeyen, kelimeleri seçemeyenlerin kürsülerde ne işleri var diyorsanız, doğrusu bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Bunun cevabını ilgili kişileri bu göreve layık gören, onları yeterlilik imtihanlarından geçirenlere bırakıyorum.

Meselenin bir veçhesi böyle. Dikkat edilirse anlamaya çalışıyorum.

Ancak bu izahımızı çok iyi niyetli bulanlar olacak ve adı geçen veya geçmeyen kürsü sahiplerinin, video fenomeni olmak, tartışma çıkarmak, gündemde olmak, çok takipçisi olmak gibi bir güdü ile hareket ettiklerini söyleyenler olacaktır. Doğrusu bazı konuşmaların böyle yapıldığı hissi bende de yok değil.  Kişilerden bağımsız olarak söylüyorum ki bu; dinî meseleleri, mekanları, kisveleri, unvanları şahsî menfaat için “kullanmak”tır, o kişiler samimiyetten yoksun yani ihlassızdır. Söylediklerinin Allah katında hiçbir müspet değeri yoktur aksine manevi sorumluluğu çok fazla olan bir durumdur. Gerçekten gündem olmak, çok takipçisi olmak, meşhur olmak için bulanık sulara giriyor, şaz rivayetleri yeni bir şey söylüyormuş gibi gündeme taşıyor, buradan nemalanmak istiyorlarsa Allah’ın mekri yakındır onlar için. Bu millet o tür kişileri çok gördü, fakat onlardan geriye bir salih amel, bir hoş sada kalmadı. Yazıklar olsun ilmi kendileri için kullananlara!

Diyelim ki kişi kendini konuşmanın şehvetine, kameranın büyüsüne kaptırdı. Konuşma, vaaz, hutbe, sohbet irticalen olduğu için ağzından kaçırdı. Peki, yazarak dil cinayeti işleyenlere ne demeli? Üstelik bu kişiler akademisyen. Acaba bu kişiler için de edebiyat, dil, üslup bilmiyorlar diyebilir miyiz? Biliyorlarsa işledikleri bu dil cinayetleri niye? Doğrusu buna benim bir cevabım yok. Dünyabizim okuyucuları bizim bu konuları ele aldığımız Mustafa Öztürk, Faruk Beşer, Süleyman Ateş gibi akademisyenlerin meal ve tefsirleri için kaleme aldığımız yazıları hatırlayacaklardır. Okumayanlar için yazılar sitededir. İlgili kişilerin adı yazılarak aranabilir. (İlahi Hitabın Tefsiri Kitabına Dair Birkaç Not, Allah suçlamaz. Allah’ın kızcağızları yoktur veya Mealdeki Türkçe Cinayetler, Kirli Dil ile Meal Olmaz).

Birkaç kez okunmuş, editörün elinden geçmiş bu tür dil kullanımları için bizim tezimiz şudur. Bahse konu kişiler edebiyatı, üslubu, edebî sanatları biliyorlar (acaba) ancak bu dil cinayetini taammüden işliyorlar. Onlara söyleyecek sözümüz yoktur.

Yazının başlığı ile baştaki hikâyeye tekrar dönmek istiyorum.

Dil ve üslup bilen bir yorumcu ise rüyayı şöyle yorumlamış:

“Padişahım Allah’ın sevdiği, büyüklerin duasını alan, çok sadaka veren biri olmalısınız ki siz annenizden, hanım sultandan, ağabeyinizden, ablanızdan, kardeşlerinizden, oğullarınızdan ve kızlarınızdan daha çok yaşayacaksınız, ömrü çok uzun birisiniz ne mutlu size, maşallah”, demiş.

Padişah, yaverini çağırmış, üç kese altın, bir top kumaş verin, evine kadar da götürün, demiş.

Dememiz odur ki ayet ve hadis meali veya fetva da olsa, ister teşvik etmek ister kaçındırmak için olsun, sansasyonel olmadan, tartışmalara meydan vermeden, yanlış yorum ve anlamalara yol açmadan her şeyi söylemek mümkündür. Mesele, ne söyleyeceğimizi, kimlere söyleyeceğimizi bilmekle bitmiyor; nasıl söyleyeceğimizi de bilmemiz gerekiyor. Bunun için edebiyat (şiir, roman, hikâye) okumanın yanı sıra söz sanatlarını bilmek de şarttır. Bunun için yazının başlığında geçen hocalara bir ayet ve hadis meali Türkçe olarak kaç türlü verilebilir, mugalata, mübalağa, istiare, ikili anlam, çoklu anlam, ajitasyon, demagoji, manipülasyon, dezenformasyon, ima, ihsas nedir öğretilmelidir. Bütün bu ve diğer söz söyleme inceliklerini bilmesine rağmen toplumu ajite edecek, sokağa dökecek, dinden imandan soğutacak, konuşmalara devam edenlerin kürsüleri ellerinden alınmalıdır.

Böylece hiç olmazsa kurumlar adına değil, kendi adına sorumluluk yüklenmiş olur o kişiler. Onları da Allah’a ve yetkililere havale ederiz olur biter.    

YORUM EKLE
YORUMLAR
Abdullah Y.
Abdullah Y. - 2 ay Önce

ALLAH RAZI OLSUN HOCAM

Süleyman Demir
Süleyman Demir - 2 ay Önce

İyi güzel diyorsunuzda hırsızın hiç mi suçu yok. İnsan kişide hata aramaya dursun bin bir türlü hata bulur. Bir de hoca avcıları var din istirmacisi olduğu kadar. İnsanlar artık nasihat almak istemiyor hep poh pohlanmak istiyor. Kimsenin yanlışına yanlış denmesin istiyorlar.

Ahmed Yahya
Ahmed Yahya - 2 ay Önce

Teşekkürler.Bu bahsedilenlerin kitap olduğunu bilmeyen bi sürü âlimlerin olduğuna şahidim. Hocalar okunazlar,hiç de bi şey bilmezler.Onların derdi umre,yurt dışı,terfi,maaş artırımı....(saymam 30 yıl biz de oralarda idik) selamlar.