Bütün âlimler ve Müslümanlarca ''Elf-i Müceddid-i Sâni'' (ikinci binin yenileyicisi/tamamlayıcısı) olarak yâd edilen İmam-ı Rabbani, bu müthiş nama ve makama nasıl kavuşmuştur?

Klasik, “şurada doğdu, burada yaşadı ve şu şehirde şu yaşta öldü” tarzı biyografik keşmekeşten mevzuyu vareste tutarak, İmam-ı Rabbani'nin Hz. Peygamber'le aynı yaşta vefat ettiğini (63) ve vefatına müncer olan hummanın da 63 gün sürdüğünü söylemekle iktifa edelim.

Neden ikinci bin yılın ''yenileyicisidir'' İmam-ı Rabbani?

Müceddid, sözlük mânası itibariyle, tecdid eden, yenileyen, tekrar şekil veren, güçlendiren ve kuvvetlendiren demektir. Bu mâna itibariyle kimlerin müceddid olup, kimlerin olmayacağı da aşikârane ispatlanmış olur. Zira müceddid, Peygamberin hadis-i şerifinden yola çıkarak, ''her asrın başında geleceği bildirilmiş, dinin yüksek ve büyük hizmetkârı, dini bid'atlerden ve dine sonradan manzum edilmiş sapıklıklardan temizleyen'' anlamına da gelmektedir ki, bu tarafıyla da sözlük mânasından çok, meseleye bu anahtarla bakmak daha faydalı olacaktır.İmamı Rabbani

Müceddid, asrın şartlarına tam hâkimdir, maslahatı bilir, içtihadı bilir, kendisinden evvel gelmiş olan âlimlerin serdettiği genel efkârı bilir, Kur'an'a tam hâkimdir, Peygamberin sünnetini tam anlamıyla hazmetmiştir, bundan maada, Cihar-ı Yar-ı Güzin’in (4 seçkin arkadaş), Hulefa-i Raşidin devrinin içtihadlarına, icraatlarına da tam olarak varis ve vukuftur. Bütün bunların üzerine kıyas yaparak, dine karşı yapılan taarruzlara kendisine verilen ilim ve hikmet nispetinde cevap verir ve kesbi (sonradan kazanılmış) olmayıp vehbi (Allah tarafından bahşedilmiş) olan ilmiyle dini,  içine karıştırılmış parazitlerden temizler.

Bugün, birçok İslâm âlimi, ittifak etmişlerdir ki İmam-ı Rabbani, 2.bin yılın, yani içinde bulunduğumuz çağın âlimidir. Müceddid kavramının hangi anlama geldiğini açıklamıştık, peki neden ikinci bin yılın ''yenileyicisidir'' İmam-ı Rabbani? Asıl üzerinde durulması gereken husus budur. Öyle ya, binlerce âlimin müteselsil bir yürüyüş yaparak geçtiği İslâm'ın bidayetinden bu yana, hiç kimseye nasip olmayan bu ulvi sıfat nasıl oldu da İmam-ı Rabbani'nin başına tac olup kondu?

Onun yapacağı çok iş vardır ve uzun yaşayacaktır

Şimdi kasedi başa saralım. Rabbani'nin yetiştiği muhit şartlarına ve doğduğu senelere bir göz atalım. 17.yüzyıl başlarında Serhend'de dünyaya gelmiştir ki, Hindistan'ı kuşatıp bu şehri imar eden, Rabbani'nin onbeşinci kuşak dedesi olan Ferruh Şah'tır. Rabbani, gençlik devresine ulaştığında Serhend şehri bölgenin meşhur merkezlerinden biri haline gelmişti.

Çocukluk ve gençlik devrelerinde ağır hastalıklar geçirmesine ve ''ölecek'' gözüyle bakılmasına rağmen, değerli refikasının hacet namazından sonra uykuya dalmasından sonra eşine rüyasında verilen '' Onun yapacağı çok iş vardır ve uzun yaşayacaktır'' ilhamının akabinde bu hastalıkların O'nun için bir kayıp değil, bir hazırlık devresi olduğu taayyün eder.

Çocukluğunda tutulduğu ağır hastalık esnasında, çare bulunamayınca, Şah Kemal Kadiri'ye götürülür. Kadiri, Rabbani'yi o halde görür görmez, hiçbir şey yapmayarak, geleceğin büyük müceddidinin babasına bakarak ''Hiç üzülmeyin. Bu çocuk, uzun yaşacak, ilmiyle âmil, büyük bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak'' diyecektir.

İmam-ı Rabbani, ilköğretimini babasından alarak, Arapça'yı da mükemmel bir surette öğrenmesinin üzerine Kur'an'ı da küçük yaşta ezberler. Akabinde, her büyük âlimin de başına geldiği üzre, babasından aldığı öğretimle artık iktifa edemeyeceğini anlayınca, Siyalkut şehrine gider ve orada bütün zahiri ve batınî ilimleri öğrenir. Siyalkut'ta hocalığını yapan Mevlâna Kemaleddin Keşmiri ise o zamanın en meşhur âlimidir. İmam-ı Rabbani'nin, ''Elf-i Müceddid-i Sani'' vasfına gökten inme kavuşmadığının ispatları işte böyle yağmur gibi yağıyor. On yedi yaşına vasıl olduğunda, aklî, naklî, teferruatlı bütün ilimlerle birlikte, usulü de öğrenerek bütün dallardan icazet alması, O'nu, has ismi olan Ahmed bin Abdülebad bin Zeynelabidin olmaktan, İmam-ı Rabbani olmaya doğru yavaş fakat emin bir şekilde seyr-ü sefer etiğini gösteriyor.

İmamı RabbaniRabbani'nin belâgatta ve edebiyattaki üstünlüğü

Rabbani'nin silsilesinin en ehemmiyetli taraflarından biri de, soyunun Hz. Ömer'e dayanmasından ileri gelir. O, Hz. Ömer'in 29. kuşaktan torunudur. Hz. Peygamber'in ''Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir'' hadisi, Rabbani'nin kaynağını nereden aldığı hususunda vuzuh bir ispattır. Zira O, ''Ulema-i Rasihin'' olarak tesmiye edilen âlimlerin en meşhurlarındandır. ''Elf-i Müceddid-i Sâni'' olmasından başka, ayrıca ''Sıla'' namıyla anılmıştır ki bu da, bu namın İmam-ı Rabbani'ye verilmesi, tasavvufun İslâm'dan ayrı olduğunu düşünen nadanların sakat düşüncelerini hak ile yeksan etmesinden dolayıdır. İslâm'ın tasavvuftan ayrı olmadığını, aksine, İslâm'la mündemiç, iç içe ve beraber bulunduğunu ispatlaması, ona ''Sıla'' yani ''birleştiren, uzlaştıran'' denilmesine medar olmuştur ki, Rabbani'den başka bu sıfatla anılan hiçbir âlim, müçtehid ve müceddid yoktur.

Bugün,  kıyamete kadar korunacağı yine Allah tarafından teyid edilen Kur'an'dan, Resulullah'ın sünnetinden, Hulefa-i Raşidin'in (4 halife) içtihadlarından sonra bir me'haz (başvuru) kaynağı olarak kabul edilen en büyük eser İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ıdır.

İmam-ı Rabbani, tabii ki yalnızca bu büyük eseriyle kalmadı, henüz babası hayattayken yazmış olduğu ''Risalet-üt tehliliyye”, “Redd-i revâfid”, “İsbat-ün nübüvve'' gibi eserler verdi. Çok genç yaşlarda eser vermeye başlayarak, yaşadığı dönemi de yıldızlarla dolu bir gök olarak tasavvur edecek olursak, O,  devrinde, emsallerine nispeten, gökteki en parlak yıldızı, Kur'an'da da adı geçen Sirius'u temsil ediyordu.

Rabbani'nin belâgatta ve edebiyattaki üstünlüğü, onu muhteşem bir hatip haline getiriyor, bu da çevresindeki ve dahi uzak diyarlardaki insanların nazar-ı dikkatlerini celbetmesine sebep oluyordu. O, huzuruna gelen herkese teveccühle yaklaşır ve konuşmalarıyla kendisini dinlemeye gelenleri mest eder, şüphesi olanların şüphelerini giderirdi. Yukarıda zikrettiğimiz müceddid tanımının neleri kapsamına aldığını tasrih etmiştik, bu tasrihin içine, aynı zamanda belâgat-i fesahat (iyi, kuvvetli ve anlaşılır bir hitabet ve söz söyleme gücü) ve irad-ı kelâm (bir mesele hakkında kuvvetli bir bilgi sahibi olmak) da girer ki, müceddidliğin ne derece itibarlı ve yüksek seciyeli bir makam olduğunu göstermesi cihetinden kuvvetli bir delildir.İmamı Rabbani

Rabbani'nin bu hasletlerinden mütevellittir ki, müddet-i ömürlerinin sonlarına doğru, bağlılarının, talebelerinin ve müridlerinin sayısı yüz binin üzerine çıkmıştır!

Bid'atlerle dolu olan bu bozuk zamanda, kalp kararıyor, paslanıyor

İmam-ı Rabbani'nin en meşhur eseri olan ve bugün âlimlerce de en sık başvurulan kaynak olan Mektubat'ın dili, günümüzde maalesef Arapça ve Osmanlıca'ya hâkim olamayanlarca okunması imkânsız bir eserdir. Fakat, tercüme edilmiş haliyle onlarcası basılmış ve istifade etmek isteyenler için çeşitli sadeleştirmelerle devrimizde anlaşılır bir hale getirilmiştir. (Tabii, bu azim eseri tercüme edenlerin Mektubat'ı ne ölçüde doğru anladıkları da tartışılır.)

Necip Fazıl da, Mektubat'tan seçtiği bazı mektupları sadeleştirerek yayınlamıştır ki, Mektubat'ı bütün hacmiyle okuyamayacak olanlar bu versiyonunu da tercih edebilirler. Fakat her halükarda bununla yetinmemeli, Mektubat'ın günümüz Türkçe'sine uyarlanmış tam ve eksiksiz hali imkân dâhilinde okunmalıdır.

Mektubat hakkında, İmam-ı Rabbani'nin rahle-i tedrisinden geçmiş âlimlerden Muhammed Hâşimi Keşmi bir gün kendisine gelen bir zatın şu sözlerine muhatap olur: ''Senin hocanın Risale ve mektuplarını duydum, fakat okuma imkânı elime geçmedi.''  Bunun üzerine Muhammed Hâşimi Keşmi, kendisine gelen zata, Mektubat'tan bir pasaj okur ve o zat kendinden geçerek bu muazzam eser hakkında: ''Bid'atlerle dolu olan bu bozuk zamanda, kalp kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın (Rabbani) sözleri o pasları sildi ve kalbimi cilâlandırdı'' der. Rabbani'nin sözlerinin tesiri yüksek âlimlerde dahi bu şekilde tezahür ediyorsa, dümensiz bir geminin başındaymış gibi pusulasız, bir o yana, bir bu yana yalpalayan ve kendisine bir irşad edici arayan Müslümanlara nasıl tesir etmez?

20. yüzyılın son irşad edicisi, zahiri ve batınî ilimlere kuvvetlice vakıf, dört mezhebin bütün fıkhî görüş ve içtihadlarını da lâyıkıyla bilen Abdülhakim Arvasi de, Mektubat karşısındaki hayranlığını; ''Ba'de kitabillah ve ba'de kütüb-i sitte efdal-i kütüb ve Mektubatest'' diyerek tebellür eder. Yani; '' Allah'ın kitabı Kur'an'ı Kerim'den sonra, Allah resulünün hadislerinin cem edilmesiyle meydana gelmiş Kütüb-i Sitte'den sonra, din-i İslâm'da yazılmış en üstün eser Mektubat'tır '' diyerek, İmam-ı Rabbani'nin ne seciyede bir müceddid olduğunu farklı bir surette dile getirir.

Sapkın Rafızi'lere reddiye olarak kaleme aldığı ''Redd-i revafıd'' isimli eseri, Farsça yazılmasına rağmen,  farklı tercümelerle Türkçe'ye aktarılmış, bundan başka da, İngilizce, Arapça ve Fransızca'ya da tercüme edilmiştir.

İnsanların sebeplerin sebebine değil de, sebepler âlemine dalmış olması

İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ında temas ettiği ve Müslümanlar adına dertlendiği en önemli mesele, insanların müsebbib-ül esbaba (sebeplerin sebebine) değil de, sebepler âlemine dalmış olmasıdır. Yalnızca sebebe bakanın, müsebbibi (sebep olanı) göremeyeceğini, fakat yine de, hangi işte sebebe, hangi işte müsebbibe bakılması gerektiğinin ayrımına da varmak gerektiğini beyan eder. İnsanların vâsıl olmak istedikleri neticeye, yalnızca sebep nazarından bakmalarıyla, müsebbibe (yani Allah'a) karşı münasebetsizlikte bulunacağını açıklar.

İmamı Rabbani''Bir saatlik kendine gel de bu fenalığı bir düşün!'' diyor İmam-ı Rabbani. İhtiyaçları olmadığı halde yalnızca kör nefsin talebinden ileri gelen göz dönmüşlüğüyle amansız bir tüketim azgınlığına düşen insanoğluna uyarıda bulunuyor: ''Bazı ihtiyaçların elde edilmesi yolunda, ancak lüzumunca çalışmak lâzımdır, bütün gayreti yalnız belirli ihtiyaçlara sarfetmek ve bütün hayatı olmayacak işlerin peşinde koşturarak geçirmek akılsızlığın en büyüğüdür!''

Rabbani, her Müslümanın Allah tarafından insanların önüne çıkarılan fırsatları ganimet bilmelerini ve neticesi muhal işler peşinde ömür harcayarak müflisliğe düşenlere de acımak gerektiğini ayrıca ilâve ederek asırlar öncesinden günümüze çok şiddetli bir bakış atıyor. Allah-ı Azimüşşan'ın İnşirah Suresi'nde beyan ettiği üzere ''O halde, bir iş bitince hemen diğeriyle uğraş'' düsturuna riayet etmeyenlerin, başıboş bir şekilde ömürlerini heba edeceklerini, şeytanın ve nefs-i emmare'nin telkinleriyle muhtemeldir ki  iyi sonlanacak bir hayatı bedbaht bir şekilde hitama erdirebileceklerini haykırıyor. Söylüyor da, dinlemek için kulak, görmek için göz, nerede?

Bilgiyi, irfan derecesinde kavramış olan o ariflerin nuru, velilerin lideri, İslâm'ın kollayıcısı, hem müceddid, hem müçtehid, İmam-ı Rabbani'nin sırrını Allah takdis etsin!

Şu Farsça beyit, Hazreti Ali'nin ''İlim bir noktaydı, aptallar onu çoğalttılar'' sözünden hareketle, anlamak için yalnız kalbin yetmediğini, bu işin aynı zamanda akılla da yürütüldüğünü, fakat ilâhi sır gereği ''ne yalnızca akılla, ne de yalnızca duyguyla'' olmayacağını, iki hasletle beraber hareket edilmesi gerektiğini, çok sözün laf-ı güzaf olduğunu ve ruhları alem-i bekâ'ya göçmüş olan binlerce âlimin, yüzlerce müçtehidin ve bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki müceddidin dehrin akışı içinde hakikati sayısız kere söyleyip de nasıl olup da anlaşılamadıklarını özetlemeye yeter: ''Sustum! Artık zekilere bu yeter!/ Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer!''

Kadir Sarıkaya yazdı